“Günün getirdiği yeniliklerden yararlanamayanlar geri kalmış demektir.” (N. Ataç)
Çalışma odamın penceresinden görünen koru, lodosun etkisiyle reverans yapan ağaçlar, rüzgâra karşı koşmaya çalışan kedicik eskiye götürürken, biraz uzağında manzarama heyula gibi çöken dev binalar da beni güne taşıdı.
Çocukluğumuzun akasyaları, leylakları, ceviz ağaçları, manolyalar, at kestaneleri yok artık. Nereden geldiği belli olmayan, yaprak dökmesin diye ekilmiş ağaçlar şehrin caddelerini istila ettiler. Annelerimizin birbirinden takas ederek gözleri gibi baktıkları çiçeklerin yerini kocaman yapraklı, dibine para gömülünce para getireceğine inanılan uzak doğu kökenli yamru yumru ağaççıklar aldı. Menekşeler, begonyalar, nergisler, şebboylar, aslanağızları, yılbaşı çiçekleri tarih oldu. İsmini cismini bilmediğimiz çiçekler süslüyor çiçekçi dükkânlarını. Bize ait olanların bile genlerini bozmuşlar.
En çok papatyaları seviyorum. Onlar hala özgür ve direniyorlar. Peygamber çiçekleri maviş maviş göz kırpıyor destek veriyorlar bu direnişe. Korkarım ki çok değil bir zaman sonra onları da ancak dağlarda göreceğiz. Gökyüzünü bile kirleten kimyasal atıklar yeşerdikleri toprakları kurutacaklar.
Küçük küçük ama mutlaka bahçeli evlerimize acımasızca musallat olan “Çağdaş anlayış(!)” la yapılan apartmanlar modasına uyduğumuzda can çekişiyordu altın günleri. Annelerimizin pazar paralarından arttırdığı üç beş kuruşa alıp biriktirdikleri çeyrek altınlar zor günlerin kumbarasıydı. Şimdiki gibi vitrin süsü olmamışlardı. Dostlukların pekiştirildiği, herkesin, herkesin özelini bildiği, bazen çare arandığı, o kişiye özel sabit günler de tedavülden kalktı. Artık o anneler de yok. Cennet mekân olsunlar inşallah!
Akşam heyecanla, suç işlemişsek korkuyla beklenen babaların öfkeleri komşu amca ve teyze ziyareti ile gündemden düşer, en azından hafiflerdi. Ayrıca kilerin en kıymetlilerinden, aldığımızda “misafir için” gerekçesiyle ellerimize vurulup bıraktırılan özel ikramlardan nasiplenirdik. Okulda aferin almışsak bir vesile ile dile getirilir, öpülerek bazen de elimize sıkıştırılan bir lira ile ödüllendirilirdik. Bir öğrenci için bir lira günü kurtarırdı o günlerde. Simit, içine leblebi atılarak içilen gazoz mutlu ederdi bizi. Daha ne olsun! Ne içeriği bilinmeyen kolalar vardı ne enerji içecekleri ne de raflar dolusu atıştırmalıklar. Anne kurabiyesi ve elden ele, nesilden nesile geçen tariflerle bezenirdi sofralar. Kadınlara en büyük övgü; “artık annemin yemeklerini özlemiyorum” sözüydü. Mahcup ama muhabbet dolu bakışlar da erkekleri ödüllendirirdi.
İlk aşklarımızı, ilk hüsranlarımızı yaşadığımız mahalle parkları çocuk oyun parklarına evrildi ama bugünlerde emeklilerin dinlenme alanı oldu. O çocuklar ışıksız odalarda, tabletlere, bilgisayar oyunlarına ya da garabet tiplemelerin olduğu çizgi filmlere tutsak oldular.
Mahallenin girişinden geleni tanıyan biz çocukların özgürce, gece yarılarına kadar oynadığımız güven dolu sokaklarda, yerimizi birbirinden farklı otomobiller almış. Bu günün çocuklarının bayram günlerinin özlemi, cenazede nasıl davranılacağı, yaşlı bir büyüğün koluna girmek, filesini almak, düğüne gitmek, hasta varsa kenar köşe sessizce oynamak gibi dertleri yok. Onların gündemi yeni oyunlar, sosyal medya fenomenleri, milyonlarca takipçisi olan idoller, markalar.
Çocuklarının başını okşamaya zor vakit bulan anne ve babalar, iletişimsiz yaşamlar, sıfırlanmış paylaşımlar ve kapitalizmin askerlerine dönüşmüş insanlık.
Sevdiklerimizin hastalık ya da ölüm haberini sosyal medyadan öğrendiğimiz bu zaman dilimine sanayileşme devrimi, modernleşme diye getirdiler bizi. İnsanlıkla dama taşı gibi oynuyorlar. Ruhu nadasta, aklı firarda, gördüğünün peşine takılan insan görünümünde sürüler yaratma hedeflerine ulaşıyorlar, bir adım kaldı.
Eskiyi özlemek eskide kalmak değildir. Ruhun, vicdanın, merhametin yaldızlanması başka bir deyişle karbonun elmasa dönüştürülmesi gibi değerliydi o günler. O günler mahcubiyet, masumiyet, merhamet, nezaket, zarafet, cömertlik en önemlisi de kanaatkâr olmak gibi değerleri önceliyordu ve huzurun nedeniydi bunlar. Özlediğimiz tam da bu. Her şeyi olan, hatta neredeyse bir dokunuşla her ihtiyacımızı karşıladığımız şu günlerdeki bezgin, yorgun, umutsuz ve isteksiz oluşumuz hep “daha”yı istemekten kaynaklı değil mi? Annelerimizin şükürle biten sofra duaları yok. Komşusu açken tok yatmamak yok.
Evet, Nurullah Ataç’a katılıyorum. Bu zaman diliminde, zamanın ruhu böyle. Tüm yeniliklerin yanında o günlerin vicdan ve değerlerini bu günlere taşısaydık ne hırsızlık, ne yalancılık ne talancılık ne istismar ne de dinsiz dindarlık olmazdı. Zamanın ruhu denen bu illetin ruhumuzu öldürüp bizi kimliksiz bir topluma evirmesine katkı sunan, teşvik eden herkes ilahi adalete hesap verecektir, niye mi? Yüce Yaradan “Ben size ruhumdan üfledim” dediği için..
Milletçe ruhumuzu toprağa gömenler için, yaşasın Cehennem!..
Kalemine sağlık ablam. .....