Geçen hafta yaşlılar haftasıydı ve yaşlı hizmetlerine ilişkin yazmıştım kıymetli okurum. O yazıda da belirttiğim gibi 8 yıl (1998-2006 yılları arası) Bursa Büyükşehir Belediyesi Huzurevi’nde çalıştım.
Orada çok iyi hatıralarım da var, çok kötü olanlar da…
Kurumun sosyal servisiyle aynı odayı paylaştığım dönemde her biri aslında farklı bir roman konusu olan, hatta bazılarına “Mavi Orkide” ve “Aynadaki Öteki” adlı romanlarımda az çok yer verdiğim epeyce “insan öyküsüne” şahit oldum. Hepsi buraya sığmaz belki ama ben bu yazıda beni en çok etkileyen öykülerden birkaçını paylaşmak istiyorum seninle.
Önce genel teamülü ifade edelim. Bizim toplumumuzda -en azından eski kuşakta- mal mülk işleri genel olarak erkeğin üzerindedir malum. Bu çerçevede eşine ve evlatlarına kızarak evdeki bütün tapuları toplayıp “bunları da beni de alın, onlara (eşini ve çocuklarını kastediyor) bir şey kalmasın.” diyen amcalar olurdu ayda en az bir kere…
Huzurevi başvuru klasiği…
Ama geçen haftaki yazımda belirttiğim gibi bu şekilde bir bağış söz konusu olamayacağı gibi yasal olarak devam eden bir evliliğin taraflarından birinin huzurevine “kaçması da” mümkün değil…
Hani öyle niyetlenenleriniz varsa olmaz yani, söyleyeyim.
O gün genel davranışın dışında, farklı bir amcaydı gelen… Mülayim olduğu belli amcayı eşi ve oğulları bir olup evden kovmuşlardı. Şartlar gereği kendisine “resmî olarak evliyken sizi alamayız” dendi. Amcanın karşısında yaşları en çok 30 olan üç kişiydik. İki sosyal hizmet uzmanı ve ben…
Odadan ayrılmadan bize dönüp “bakın evlatlar” dedi amca; “siz gençsiniz, size bir şey diyeyim.”
Derin bir nefes alıp devam etti.
“Bir kadın evliliğin ilk zamanlarında eşinin her şeyi olur. Yâri olur, yavuklusu olur, sevdalığı olur, eşi olur, yeri gelir anası/babası olur, yeri gelir arkadaşı, dostu olur… Ama ilk çocuktan sonra seni yataktan atmaya başlar. İkinciden sonra kapının önünde bekletir. Üçüncüden sonra kapının önünde beklemene bile tahammülü kalmaz.”
Biz amcaya gülmüştük, “amma abarttın amca ya” diyerek… Söylediğinin geçerli olup olmadığını muhatapları bilir, ben bilmiyorum tabi…
*
Bir başka gün yine bir amca geldi. O da alışılmışın dışında bir profildi. Hani TRT’de “Ayrılsak da Beraberiz” diye evliyken ortak alınmış evi paylaşamayıp boşandıktan sonra aynı evde yaşamaya devam eden kadınla erkeği anlatan bir dizi vardı yıllar önce…
O dizinin abartılı olduğunu düşünüyorsun değil mi? Amcanın hikayesi daha da fazlasıydı.
Çocukları olmayan amca ve eşi, tuhaf ilişkilerinde 10 sene önce küsüşmüşler amcanın anlattıklarına göre. Boşanmamışlar ama evdeki her şeyi de bölmüşler. Odalar, mutfak, banyo… Buzdolabı, fırın, bulaşık makinesi kullanım saatleri dahil. Bir tek kelime konuşmadan 10 sene geçmiş.
Dile kolay! Birbirleriyle tek kelime etmeden aynı evde 10 sene!
Uzman arkadaşlar amcanın hikayesini “abartılı” bulmuşlar ama yine de gidip olayı yerinde görmek istemişler, gerçeğin tam da amcanın anlattığı gibi olduğunu görmüşlerdi.
Sonunda sıkılıp “huzurevine gelmeyi düşünen tarafın” erkek olması dikkat çekiciydi.
*
Bir başka gün odaya, yetmişlerinde olduklarını kendilerinden öğrendiğimiz bir çift geldi. Duruşlarından kendilerini ifade etme biçimlerine kadar eğitimli/kültürlü insanlar oldukları belliydi.
İkisinin de birinci dereceden memur emeklisi olduklarını söylediler ilk önce. Sonrasında amca konuyu bir an evvel anlatma arzusuyla söze girdi. O anlatırken arada eşi onu onaylar durumdaydı.
“Efendim, bizim bir oğlumuz var. Kırk yaşlarında şimdi. Askeri pilottu, trafik kazası geçirdi beş yıl önce. Felç oldu. Malulen emekli ettiler onu. Bırakın evi, yataktan dahi çıkamıyor artık.”
Odada Sosyal Hizmet Uzmanı arkadaşla ikimiz vardık ve çiftin metanetine hayran kalmış, dinliyorduk.
Amca devam etti.
“Neyse, sadede geleyim. Biz oğlumuzla beraber huzurevine yerleşmek istiyoruz efendim. Maddiyat hiç önemli değil. Üçümüz de emekliyiz. Gelirlerimiz de iyi maşallah. Söylenmez ama… Evlerimiz de var. Onları da bağışlarız. Değil mi Hanım?”
Teyze de en az amca kadar kararlıydı.
“Tabi tabi, yeter ki Mehmet’im rahat etsin burada.” dedi.
Uzman arkadaşın da elinde bir şey yoktu tabi… Huzurevine alınma şartları ortadaydı. Buna rağmen çaresiz yaşlı anne baba son bir hamleyle, “Bizim gücümüz yettikçe kuruma bir yükü de olmaz, biz ilgileniriz. Yeter ki bizden sonra o burada kalabilsin.” dese de aldıkları olumsuz cevapla ayrıldılar odadan.
O gün tahmin edilebilir sebeplerden çok üzüldüğüm hatta kahrolduğum bir gün olmuştu. Çünkü geçen hafta da ifade ettiğim gibi yeterli sayıda bakımevinin ve dahası bu insanlara evlerinde hizmet verecek bir sistemin hava kadar, su kadar, ekmek kadar gerekli olduğunu bütün benliğimle biliyordum.
Yeni(!) Türkiye, gençlerin çoğunlukla terk edip sadece yaşlıların kaldığı büyük bir köye dönüşürken bu bahsettiğim ihtiyacın katlanarak büyüdüğünü görmek şart…
Haftanın Notu:
Düşmanı kozmik odaya sokanlar, jeliboncular ve daha niceleri ne zaman yargılanacak?
“Olabildiğince” iyi bayramlar!
Huzurevi anıları yazını okudum Alper'cim. Bilmediğimiz çoğu şeyleri sayende öğrenmiş olduk.Akıcı bir dille bizlere aktardığın bu yazın çok teşekkür ederim. Başarılarının ... yorumun devamı.