Asıl soru şu olmalı; Hadis ve rivayet aynı şey midir?
Hadis ve rivayet kelimelerini kullanırken çoğu zaman ikisi de aynı şeymiş gibi hatalı kullanmaktayız. Oysa asla ikisi aynı şey değildir.
O zaman nedir?

Hadis, Allah Resulünün bire bir din ile alakalı ağzından çıkan  sahabenin de o gün ondan işitmiş olduğu söz mana ve içerik olarak değişikliğe uğramamış sözlere  denir. Söz sahabeden sahabeye nakledildiği an o sözler hadis olmaktan çıkıp rivayete dönüşmüştür.  Biz bu sözlerin hiç birini sahabeden duymadık. Rivayetleri toplayan hadis ehli de sahabeden duymadı!  

Peki, bize bu sözler nasıl geldi? 

Sahabe neslinden başlayarak, sonraki nesillerin birbirine 7, 8 nesil  iki asır ya da daha fazla süre içinde söz ile aktarımı neticesinde gelmiştir.. En erken 90 yıl sonrası çok cüzi bir hadis toplanmış, daha sonra hadis imamları olarak adlandırılan kişiler sayıları milyonları geçen rivayetleri kendilerine göre geliştirdikleri usullerce cerh tadil ölçeğinde seçmişler! Bugün bile bunların orijinal metinler bulunmamakla birlikte kopyalarından bir kopyanın beş asır sonrası kitaplaştırılması sağlanmıştır.

Hadislerin rivayete dönüşmesi daha Muhammed A.S.’ın hayatta olduğu süreçte başlamıştır! Bütün sahabe her an O’nun yanında değil kendi işinde gücündedir.  Ondan söz duyan bir söz duyan bir kişi dahi olsa diğer sahabeye bire bir Resulullah’tan duyduğu şekliyle değil, anladığı aklında kalanı  mana olarak naklederdi. Zira   insan duyduğu bir metni aynıyla bir bir  başkasına nakletmesi pek mümkün değildir. Anlam olarak aynı şeyi söylenmiş olsa bile, kullandığı kelimeler farklılaşır. Hiçbir alt niyet olmasa bile, bu duyumların 250 yıl gibi uzun bir süre nesilden nesile aktarılması, nakledenlerin anlama, kavrama, zekâ düzeylerinin farklılığını da hesaba katarak  düşünecek olursak, bu sözlerin değişmeden ulaşmış olması asla mümkün değildir. Mutlaka eksiltme ve artırımlar olacaktır. Bu şartları içinde barındıran hadisler otomatikman rivayete dönüştüğü için asıl konumunu kaybetmiştir! Kaldı ki, imam Müslüm’ün  Mukaddime de nakledilen bir rivayete göre  İbni Abbas;  “Eskiden kale Resulululah deyince Resulullah ne demiş diyerek dinlemeye başlardık. Ancak, daha sonra  insanlar gelişi güzel ona ait olmayan sözleri de onunmuş gibi nakletmeye başladığında sadece kendi bildiğimiz hadislere itibar etmeye bilmediklerimizi de reddetmeye başladık” dedi. Bu inanç sahabe devrinde oluşmuştur.

Görüleceği gibi hadis konusu kendi içinde masumiyeti barındıran bir konu değildir! 
Baştan beri en çok istismar edilen, çıkar sağlanan, tefrika aracı olarak kullanılan sözlerdir!. 
Sahabenin büyük bir çoğunluğunun hayatta olduğu dönemde, kendi aralarındaki  anlaşmazlıklar, ihtilaflar ve kavgalar meydana gelmesi, hemen ardında da “Hakem olayı” gibi büyük bir tefrikanın yaşanmasını hesaba katarak  konuyu düşünmek gerek. Bu süreçte neler olmadı ki? Hakem olayı arkasından fırkalar çıktı. Her fırka kendisinin hak, karşı gördüğünü batıl olmakla suçladı.. 

Bu süreçlerde kendilerini haklı göstermek için delil üretmenin tek yolu “hadis uydurmak” olarak görülmüştür. Bunların varlığı yine toplanan rivayetlerde anlatılmaktadır. Bu furyaya bir de din düşmanları tarafından yapılan “kasti uydurmaları” hesap ettiğimizde konu içinden çıkılmaz bir hal almaktadır.

Bu problemin giderilmesine ilişkin  Rey ehli temsilcilerinden büyük alim  İmamı Azam’ın getirdiği çözüme,  kendisinden sonra yaşamış olan mezhep ve hadis İmamları hiç olumlu bakmamış, İmama çok ağır itham ve hakarette bulunmuş  hatta tekfir etmişlerdir.

Rey ehlinin getirdiği çözüm ne idi ki, daha sonrakileri bu kadar kızdırmıştı? 

İmam yaklaşık olarak şu fikri savunuyordu; “Allah Resulü Kuran’a aykırı hiçbir sözü din adına konuşmaz ve onu fiiliyat olarak yaşamış olamaz. Hadis adı ile gelen rivayetlerin doğru ya da yanlış olduğunu bir hakeme danışmamız gerek.  O hakem de Allah’ın korumasında olan içinde şerik ve şüphe barındırmayan kitabımız Kuran’dır. Ona uygun olan Resulün sözü başımın tacıdır. Dolayısı ile amel etmediklerim ve reddettiklerim hadis değil rivayetlerdir.! Hadisi reddetmek, aidiyeti bire bir Resulullah’a ait olan bir sözü reddetmektir. Oysa rivayeti reddetmek aynı şey değil.. ”  
Rey ehlinden olan bazı hadis alimleri destek vermiş olsa da, nakilci ligi benimseyenler bu görüşü hiç benimsememişlerdir.

Meseleyi biraz daha somutlaştırırsak, hadis ehli olarak adlandırılan İmam-ı Buhari, İmam-ı Müslim,  İmam-ı İbni Mace, İmam-ı Tirmizi, İmam-ı Ebu Davud, İmam-ı Nesai’nin her birisinin, “bu söz  peygambere ait olabilir” diyerek kendi kitaplarına aldıkları sözler sadece “kendilerine göre” hadistir. El yazmalarına “hadis” diyerek almışlardır!  

Kütübü sitteyi oluşturan yaklaşık otuz bin civarındaki rivayetlerden ortak kabul ettikleri bunun onda birinden daha azdır. Ortak kabullerin dışında, “birinin sahihi diğerinin yalanıdır”.. Raviler konusunda da birinin dürüst kabul ettiğini bir diğeri yalancının yalancısı olarak kabul ettiğinden ondan rivayet almamışlardır. 

Her şeyi doğru biliyor diye güvendiğimiz bu alimlerin, rivayetler konusunda birbirlerine güveni de yoktur.  Onların hadis kabul etmediği binlerce rivayeti bugün bizler ne yazık ki, toptan hiçbir kıstasa vurmadan “hadis” kabul etmek zorunda bırakan bir geleneğimiz ve onların katı temsilcileri mevcut. 

Tarihi süreç içinde hadis alanını çok çalışan onlardan bir anlam üretmeye çalışan çok insan gelip geçmiştir. Hadis ehli olarak bilinen söz konusu kişilerin derlediği hadisleri zamanla toplayanlar bu müktesebata “Kütübü Sitte” adını vermişlerdir. Bu kaynaklarda  geçen rivayetler sanki gerçekten Allah Resulüne aidiyeti kesinleşmiş gibi,  6. ve 7. Asırda yaşayan devrin alimleri ve yönetimleri söz konusu, “rivayetlere hadis diyerek” büyük teveccüh ve hüsnü zan beslemişlerdir. 

Neticede o günün kabulleri bu kitapların kutsallaştırılmasına, dokunulmaz dogma haline getirilmesine,  eleştiren ve  kabul etmeyenlerin dışlanıp, aşağılanmasına, hatta tekfir edilmesine sebep olmuştur.. Rey ehlinden olan Hanifi ekolünü takip eden din alimlerinin  büyük çoğunluğu bile bu baskıya teslim olarak kendi imamlarına ters düşüp sonrası “Eşariliğe” teslim olmuşlardır.

Çoğunluğu oluşturan bu ekol,  söz konusu rivayetlere her ne kadar  hadis deseler de bu kitaplarda geçen Kuran’a, ahlaka, insan haysiyet ve onuruna, doğanın yasalarına, akla aykırı olan bütün rivayetler nerde  geçerce geçsin, hangi otorite hadis kabul ederse etsin, bunları reddetmek, hadisleri bütünüyle reddetmek değil, rivayetleri reddetmektir. Allah Resulüne yakıştırılmayan, sonrada kasıtlı ve kasıtsız bir amaçla uydurulan yalanlara karşı çıkmaktır. Bu reddiyeyi yapanlar hadis inkârcısı değildir.

Arap örfü ve cahiliye geleneğine ait olan, fiillerin reddi de sünneti inkar değildir!
Ancak, kişi Kuran’a ve Kuran’ın içindeki ölçülere uygun bir  sözü ve onun uygulamasını “Resule ait olsa bile reddediyorum” derse, o kişi hadis ve sünnet inkârcısıdır. 

Şu an bizim hadis adı verdiklerimiz tamamen zaten rivayettir. Rivayet Kuran ölçeğine uygun olduğu sürece  bizi doğru bilgiye, vahyin indiği süreci  doğru okumamızı, vahyin daha açık şekli ile anlamamıza yardımcı olacağı ölçüsünü elden kaçırmamak kaydı ile hadis tartışmasının içinde debelenmenin bir anlamı da yoktur kanaatindeyim. 

Allaha emanet olasınız. Tüm tevhit ehli dostlara dostlara selamlar.

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Tatar solmaz 8 ay önce

Değerli hocam hayırlı insan. Sizin yazılarınız ufuk açıcı güzel istifade ediyoruz

Avatar
Esma - München 8 ay önce

Sağolun Hocam. Allah razi olsun

Avatar
Hasan Şahin 8 ay önce

Toplumun en derin yarası. Gönlünüze sağlık