Herkesin hayatında ilklerin önemi büyüktür. Birçok şeyi unutur ama ilkleri unutmazsınız.
Başka mesleklerde de böyledir şüphesiz ama benim mesleğimde ilkler farklıdır. İlk stajınız, ilkokulunuz, ilk sınıfınız, ilk öğrencileriniz, ilk dersiniz. Unutulmazdır.
Tıpkı askerlik hikâyeleri gibidir öğretmen hikâyeleri. İlk tayinim Kırıkkale Atatürk Ortaokulu’naydı. Göreve başlamaya giderken o kadar olumsuzluklar işitmiştik ki ailem vazgeçmemi istedi. Yol, yetersiz okul binası nedeniyle 3. tedrisat olması, (Sabahçı-öğleci ilkokuldan sonra saat 3’de ortaokul), silah fabrikasından dolayı çocuklarda bile silah olduğuna dair söylentiler…
Hiç biri umurumda değildi. “Vurun Kahpeye” romanının başına “Ya doktor olup maddi yaralarınızı ya da öğretmen olup manevi yaralarınızı saracağım” diye yazmıştım bir kere. “Bir eve bir doktor yeter” diyen canımı dinleyip gelecek yıl tekrar girerim düşüncesiyle başladığımda, bölüm şefimiz Ahmet Hocayı, arkadaşlarımı, kan revan içinde olaylara tanık olmama rağmen okulumu sevmiş; mesleğimin bu olduğuna karar vermiştim.
Vazgeçmeyecektim.
Ben sevmeyi seven biriydim ve her an seveceğim çocuklarım vardı avuçlarımda.
Bir sabah yola çıktım. Ailemden kimsenin gelmesini istemedim. Şartları görünce vazgeçirmek için bana baskı yapacaklarından emindim. Üç saate yakın, daracık yollarda zaman zaman uçurum kenarlarında yolculuktan sonra indim küçücük terminale. Okulumu sordum. Yazıhanedeki herkes ayağa kalktı. “Yeni öğretmen misiniz?” dediler. Çok genç olduğum için ilkokul öğretmeni zannetmişlerdi. Ben her gün Ankara’dan gidip geleceğimi söylediğimde bana kalacak yer bulmayı önerdiler. Çay ikram ettiler ve genç bir muavin arkadaş okuluma kadar eşlik etti. Okul müdürüm, sonradan çok sevdiğim müdür yardımcımız Necdet ve öğretmen arkadaşlarım da hep şaşırmışlardı. Yaşımdan küçük gösterdiğimi söylediler. Ders programımı aldım. Türkçe dışında tüm boş derslere (Din kültürü, İngilizce, ev ekonomisi) girecek ve doğum iznine ayrılan öğretmeni bekleyecektim. Olsun ne gam. Sınıfa ve öğrencilerime kavuşmuştum.
Son sınıfta neredeyse benim yaşımda görünen bir iki erkek öğrencim vardı. Bir tanesi kıpkırmızı gözlerle gelir başını sıraya koyar ve dersi öyle dinlerdi. Çocukların beni tanıyıp sevmeleri tek amacımdı. Sevdiğinizin her şeyini kabullenirsiniz. Ben de daha sonra kurallarımı koyacaktım. Bir gün bu çocuklardan birinin uyuduğuna tanık olunca ”Oğlum beşik mi salladın?” sözü geldi aklıma nereden geldiyse. Tüm sınıf “Evet!” diye bağırmaz mı? Gerçekten imam nikâhıyla evliymiş ve bebeği de varmış. Kürsüye çöktüm adeta. Öyle çok şaşırmıştım ki. Daha sonra öğrendiğime göre o aşirette gelenekleri gereği gözleri açılmadan (!) evlendirilirmiş çocuklar. Tahsin en çok konuştuğum ve hiç unutamadığım öğrencimdir. Geleceği çalınmış ve geçmişe mahkûm edilmiş bu güzeller güzeli genç “adam” ı hiç unutmadım. Sonraki yıllarda da görüştük. Cezaevinden bir mektup aldım. 1980’de. Dev -Sol davasından yargılanıp on yıl ceza almıştı. Ailecek göçtüklerini yakın arkadaşından öğrendim. Tahsin ile yakın arkadaş olan Hatice doktor olmuştu. Sınıflarda iki ya da üç kız öğrenci vardı. En unutamadıklarımdan biri de Hatice, asıl adı Yosma’ydı. Ve bizde kötü anlamda kullanılan o isim, o yörede ‘güzel’ anlamına geliyordu. Öğretmen, mesleği boyunca hem öğretir hem öğrenir. Gerçekten çok güzel olduğu için okutmak istemiyordu babası. Hırdavatçı dükkânına Tahsin’le beraber gittik. Ne diller döktüğümü şimdi bile gülerek hatırlıyorum. İzin alınca da ellerine sarılıp öpmeye kalkmıştım. Ne kadar severseniz sevin sevdiklerinize bir hayat sunamıyorsunuz. Tahsin ve Yosma gibi.
O yıllarda ülke gündemi sağ sol meselesi ile çalkalanıyordu, taraflar hızla büyüdü. Şehirler giderek kutuplaştı, mahalleler bölündü, komşular düşman oldu. Ben okuldan saat 7’de çıkardım ve Ankara’ya giden son otobüs öğretmenleri toplamadan yola çıkmazdı. Yolcuları bekletmemek için on dakikalık süreyi hava müsaitse bazen koşarak bazen hızlıca yürüyerek kısaltmaya çalışırdım. Kış geldiğinde hava iyice kararırken nefes nefese otobüse yetişir yine koştuğum için beni çok seven yazıhane amirinden azar işitirdim. Son haftalarda arkamda gölgeler hissettim. Önce umursamadım ama birkaç kez ben durunca onların durması dikkatimi çekti. Korkudan arkama bakamıyordum. Kimseye de bir şey söylemedim. İnsanları gereksiz endişelendirip, komik duruma düşmek istemediğimden. Bir gün tüm cesaretimi toplayıp arkama döndüm. Geçici görevlendirildiğim Cumhuriyet Lisesi son sınıfından Ömer ve Halil.. Liseye sıçramış siyasetin liderleri. Kalbim yerinden fırlayacaktı. Aniden dönüşüm onları da şaşırtmıştı. Ne onlar ne ben bir müddet konuşamadık.
-Beni mi takip ediyorsunuz? Hiç çekinmeden..
-Evet,
-Neden?
-Hocam size zarar gelmesin diye..
-Ne zarar gelecekmiş?
-Duyduk ki sizden hoşlanan muavin ve bir arkadaşı… sustular. İlk kez okula giderken bana eşlik eden muavin onu küçümsemediğimi ve arkadaşlık isteğini kabul edebileceğimi düşünmüş. Meğer her gün beni otobüse kadar takip ediyorlarmış diğer arkadaşları da arkadan geliyormuş.
-Siz çocuksunuz dönün evinize, dediğimde ceketini açıp silahını gösterdi.
-Hocam asıl siz çocuksunuz neler olacağını bilmiyorsunuz, dedi.
-Öyleyse her akşam birlikte yürüyelim, arkadaşlarınız ve siz.. dedim.
Ankara’ya tayin oluncaya kadar işi abartarak otobüsten alıp otobüse bindirmeye devam ettiler.
Kırıkkale’nin çalışkan kadınları yol boyunca bahçelerinde ekmek ve gözleme yaparlardı. Çoğu zaman okula elim kolum yağ içinde gelirdim. Geçerken elime tutuşturdukları tereyağlı gözlemelerden. Ben okula yetişmeye çalışırken onlar da aynı hızla bana bir şeyler ikram etmek telaşına düşerlerdi. Hatta çoğu yolumu keser evli mi bekâr mı olduğumu öğrenmeye çalışırlardı. Muzip muavinimiz de bekâr olduğumu söyleyip sevdiğim şeyleri ikram etmelerini isteyip öğretmenler odasını nasiplendirirdi. O iki koca yıl çeyrek ömürlük meslek hayatımın en güzel yıllarıdır.
Kaybolan konargöçerlerin kızı Kadife’ye koca bir mahalle bakmış sonra da çocuk esirgeme kurumuna gitmesin diye gizlemişlerdi. Şehir okulları o denli samimi değildir. Birçok öğrenciniz ailelerini bir kez bile görmeden tanışmadan mezun olurlar.
Kırıkkale de kocaman bir aile bırakmıştım. Çocukları ile ilgili birçok şeyi danışır size güvenir ve öğütlerinizi dinlerlerdi. Bu da size müthiş bir sorumluluk yüklerdi.
İki yıl önce içinden geçtiğim benim Kırıkkale’m her yer gibi çok değişmişti. Toplum modernleşmek adına değişir hatta dönüşür, değerlerini yitirir. Umarım, Kadife’yi koynunda uyutan, yoldan geçeni doyuran o çalışkan kadınlar, şehirden geliyor diye öğretmenini emanet kabul eden o aslan yürekli gençler bir yerlerdedirler.
Geçenlerde anılarını okuduğum bir meslektaşım bana o güzel ve özel günleri hatırlattı. Zaman öyle çabuk geçmiş ki. Yitirdiğimiz o yıllardan bizde kalanları unutmamak hatırlamak beni çok mutlu etti. Ve “İyi ki öğretmen olmuşum” dedim bir kez daha..
Selamlar... Ben Kırıkkale gazeteci ve köşe yazarıyım. Yazınızı okuduğumda gözlerim yaşardı.Öyle güzel anlatmışsınız yüreğimde bambaşka şeyler oldu. O zamanki sevgi dünyanız artmış ve aynı sevgi bakışıyla kentimizde yaşadığınız döneme dair anılarınızı ifade etmişsiniz. Sizi bu içten ve samimi anlatımınız nedeniyle tüm kalbimle selamlıyorum.. Saygılarımı sunuyorum ÖMER KIVANÇ