Turan Coğrafyasının Batı’daki burçlarından Bosna; Osmanlı Türklüğü ve öncesinin hatıralarını hâlâ korumaktadır. 1992-1995 yılları arasındaki iç savaş da Boşnakların çektiği, acılar, Avrupa’nın ve sözde gelişmiş ülkelerin seyirci kaldığı insanlık ayıbıdır. Bu ülkeye 2012 yılında gittiğimizde ilmî bir toplantının vesile olduğu seyahatimiz İslâm, Osmanlı ve Türklük renginin güçlü tonlarını tespit etmemize katkıda bulundu. Kısa süreli gezimizde, Peçenekler ve Sarı Saltuk’tan Evliya Çelebi’ye uzanan hatıraların izlerini takip edebildik.

“Elhamdülillah Türk’üm” ifadesi Bosna ve Balkan Türklerinin hepsinin dillerinden düşürmediği mukaddes bir sözdür. Allah’a şükürler olsun ki Türküm, Müslümanım ifadesinin asırlardır söylene gelen manâlı bir niyazıdır. Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünün altındaki Millî ve İslâmî rengi anlamayanlara, anlamak istemeyenlere bu cümle yıldırım gibi inmektedir. (!) Bizdeki (Türkiye’deki) bu sözden rahatsız olan mutsuzlar (!) Bosna’yı görselerdi bu sözü yüreklerinde taşırlardı. Dillerinden düşürmezlerdi. Sahip oldukları nimeti anlardı. Saray Bosna Üniversitesinin 27-30 Eylül 2012 Tarihleri arasında gerçekleştirdiği “4. Bilim ve Uygulamada Morfoloji” başlıklı Konferansına katıldığımızda Balkan Türklüğü ile olan ayrılmaz ve ayrılamayacak olan beraberliğimizi yakından müşahede etme imkanına şahit olduk. Uçağımız 26. Eylül 2012 günü Bosna semalarında uçarken cennetten bir beldenin üzerinde Altay destanlarında süzülen kuğu misali uçtuğunuzu hayal edebilirdiniz. Hamdolsun Aziz devletimizin tanıdığı imkânlarla dünyanın muhtelif yerlerine gitme imkanımız olmuştur. Bosna ise gördüğümüz yerlerden, iz bırakan, bırakacak olan; bizim için; atalar, gaziler, şehitler, yurdu idi. Sizlerle kongrenin tıbbî sunularını paylaşmak istemiyorum. Uluslararası katılımlı bir faaliyetin çalışmalarına her yerden ulaşmak mümkündür. Sizinle paylaşacağımız hatıralarımdır. Kısa beş gün içinde gördüğümüz, değil beş asır, bin beş yüz asırlarca Türk Tarihidir, Türk Kültürüdür.

Nasıl mı? gelin isterseniz yakından uzağa bir kültür ve tarih yolculuğuna çıkalım:

Mavi Kelebekler dizisini TRT1’de seyrettiniz mi? Eğer seyretmediysek ve mavi kelebekler nedir bilmiyorsak Bosna’yı anlayamayız. Peçenek Türklerinin torunları olan Boşnak’ları bilmeden, tanımadan da Türklüğün serhat boylarının tarihini ve bugün uğradığımız katliamları, Avrupa'nın Türk’e bakışının, Türkü Avrupa’dan atma histerisinin köklerini kavrayamayız. Çünkü O topraklar binlerce yıllık Turan Coğrafyasının Aziz Yurt köşelerindendir. Yani Bizim Diyarlardandır.1992-1995 yılları arasındaki Sırpların Bosna’nın muhtelif yerlerindeki yaptığı katliamları anlamakta zorlanmazsınız. Henüz Bosna’ya uçağınız iner inmez burası katliama maruz kalmış diyen bir haykırış var. Binalar haykırıyor, teller haykırıyor, engelliler sessizce haykırıyor. Aliya İzzet Begoviç’in Havaalanına geçebilmek için kullandığı tünel hem haykırıyor, hem hıçkırıyor. Kurşun ve bomba izleri altındaki binaların duvarları o günlerin acı hatırasını birer utanç vesikası olarak hâlâ taşıyor. Bosna, Turan coğrafyasının kâh nazlı gelinidir, kâh serhat boylarındaki sarı sipahileri’dir. Osmanlı Türklüğünün Evlad-ı Fatihanlarına kucak açan kadim Türk Vatanıdır. Srebrenica’da 1995 yılındaki Sırpların yaptığı katliamı unutmadık, sanırım hepimizin hatırındadır. Barış gücüne ait Hollandalı Askerlerin göz göre göre Sırplara teslim ettiği Boşnak’ların başına gelenler Avrupa’nın her zaman olduğu gibi insanlık ayıplarına eklenmiştir.

Biz Srebrenica’ya gidemedik. Vaktimiz yeterli değildi, Sırbistan topraklarına geçmemiz gerekiyordu. Bosna’ya kongre nedeni ile gittiğimiz için aziz dostum Mustafa bey’le ancak Mostar ve Saray Bosna’yı tanıyabilme fırsatımız oldu. Fakat daha önceden okuduklarımız ve gördüklerimizle birleştirdiğimiz birikimlerimiz bizlere çok şey anlatıyordu. Baş çarşının devamında, fazla uzakta olmayan Srebrenitsa müzesi diyebileceğimiz bina hadisenin bütün vahametini gösteriyordu. Bosna’ya gittiğinizde dikkat edebilirsiniz, binaların duvarlarında o mıntıkada şehit edilen insanların isimlerini görürsünüz. Yahut koyu siyah asfaltın üstündeki kırmızı gül resimleri; şehitlerin kanının döküldüğü yerlerdir. Kırmızı güller onları unutturmamak için çizilmiş nişaneleri, şehitlik madalyalarıdır. Çukur bir zemine oturmuş şehir merkezine, çevrededeki ağaçlık dağlara yerleşmiş katil Sırp keskin nişancılarının kurşun ve ölüm yağdırdığını görür gibi oluyorsunuz. Daha önce komşusu, arkadaşı olduğu Boşnakları savaş sırasında hiç acımadan katleden Sırplardan bahseden yüzlerce olay duyuyorsunuz. İnsanlar Türk olduğunuzu bilince anlatıyorlar. Anlatmak istiyorlar. Türkçeleri yetersiz olanlar bile anlatmaya anlaşılmaya Türkçe gönül köprüleri kurmaya o kadar arzu ile dolular ki onu Bosna’ya her varan görecektir. Balkanlarda, Bosna’da Türkçe’nin birleştirici bütünleştirici tarihî hakkını teslim edecektir. “Allah razı olsun” gibi İslamî-Millî bir cümle aranızda; adeta Mimar Sinan’ın Mimar Hayrettin’in inşa ettiği köprü oluverecektir. Aziz Türkiye’mizde ise dilimiz dilim dilim edilmek istenirken akademisyenler başta olmak üzere siyasiler, bürokratlar, vatandaşlar şaşkın sessiz bakıyorlar, bakıyoruz. Türkçe gidince vatandaşlar arasında köprüler gider.

Mostar Köprüsü ile duygusal bağımız var'(Fotoğraf Kaynak: A.A. arşiv)

Mostar’da Mimar Hayrettin’in 1566’da inşa ettiği köprüyü 1992-1993’de Sırplar ve Hırvatlar yıktılar. Türkiye Cumhuriyeti 1997 yılında yeniden inşasına başladı, 2003 yılında kilit taşı yerine kondu. Boşnak Türklerine yeniden hediye edildi. Köprünün kilit taşı ne ise Balkanlarda ve Türkiye’de Türkçe O’dur. Bu taş günümüzde Türkiye’de çıkarılmaya çalışılmaktadır. Köprüler giderse sulara zehir saçılır. Aynı yatakta birbiriyle sarılmış evdeşlerin kolları ayrılır. Evladını kucaklamış evlatlar, parçalanır. Türk Milletine mozaik kavramını yakıştıranlar bir nebze olsun düşünmek ve ibret almak istiyorlarsa Balkan Türklüğünden ibret almalarını öneririm. Bosna’nın her yerinde delik deşik olmuş sadece duvarlar değil, yüreklerdir. Sulara katılan zehirlerle yıllarca susuzluktan kırılan Boşnakları bir dinlesinler. Türkiye’de de sular zehirleniyor, gönüller, zihinler zehirleniyor. Şimdilik görünmeyen zehirlerin tesiri; (Cenab-ı Allah -CC- korusun) Can Türkiye'mizi yangın yerine döndürdüğünde (yanılmayı, yanıltılmayı ne kadar çok istiyorum) şimdi susanlar ve seyredenler dillerini keseceklerdir, canlarını paralayacaklardır; lâkin nafile. Batı’nın Türklüğe ve İslâm Alemine biçtiği, kestiği kefeni görmek için Aziz Türk-İslâm Aleminin sürekli acı olaylar ve tecrübeler mi yaşaması gerekiyor?

İbret-i alem için ne gerek görmek kıyameti

Anlardı Arif olanlar helâk-ı kavmiyetleri

ŞEHİTLER KABRİSTANI

"Bosna’nın içinde sular akıyor

Etrafa binlerce mezar bakıyor"

Havaalanından Saraybosna şehir merkezine giderken yüzlerce binanın aradan yirmi yıla yakın zaman geçmesine rağmen savaşın kirlerini taşıması insana hüzün veriyor. Şehrin her tarafına serpilmiş beyaz mezar taşlarından meydana gelmiş mezarlıklar ise soykırımın ayrı tanıkları olarak mahzun ve çekilmiş ızdırapları seslendiriyor. Gerçeklerden bîhaber olanlar derler ki: cami, havra, kilise bir arada kardeş kardeş yaşar. Doğru devlet güçlü ise yaşar, güçsüz ise din savaşlarının önüne kolay kolay geçilemez. Bunun en yakın şahidini Bosna’da görebilirsiniz. İslâm’ın aydınlık evladı, Aliya İzzetbegoviç (1925-2002) diyordu ki: “Allah bizi zor bir imtihandan geçiriyor. İnsanlarımız boğazlanıyor, kadınlarımız ve çocuklarımız öldürülüyor, camilerimiz yıkılıyor ve biz ne onların kadınlarını ve çocuklarınız öldürmek ne de kiliselerini yıkmak istiyoruz. Bunu yapmak istemiyoruz, çünkü bazı istisnalar olsa da, bu bizim tarzımız değil. Bazı askerlerimiz burada ve bunu onlara söyleme fırsatı buluyorum. Bu herkese ulaştırmamız gereken bir mesaj. Kazanacağız; çünkü öteki dine, öteki ulusa ve öteki siyasi duruşa saygılıyız. Çünkü, aklı başında ve dürüst insanlarız. Aslında, herhangi bir kutsal nesneyi tahrip etmemiz, bizlere, sarih bir biçimde yasaklanmıştır. Sırbistan'a dört asır boyunca Türkler hükmetmiş olmasına rağmen, bu yasaklama sayesinde, Deçani, Graçanica ve Sopoçani manastırları yerlerinde duruyorlar. Türkler buraları tahrip etmediler. çünkü inandığımız kitap, bu türden bir tahribatı reddediyor. İnsanlarımız bu kurala sadık kaldılar. Bu bizim zaferimizin anahtarıdır. Allah'ın yardımıyla kazanacağız, çünkü muayyen yasalara uyacağız. Bazen askerlerimizle bazı problemler yaşıyorum. Şöyle diyorlar: neden intikam için bir şeyler yapmıyoruz? Onlara: “yasalara saygılı olun ve işleri kendi mecralarına bırakın” diyorum. Çalışması ve savaşması gerektiğine, ancak olaylara hükmedemeyeceğine inanan bir topluluğa mensup değil miyiz? İnsanlar tarihe hükmedemezler. Tarihe Allah hükmeder ve O ne derse O olur...” (1)

Aliya’nın bu sözleri kulaklarımızda çınlarken, havaalanından şehir merkezine doğru yol alıyoruz. Sağolsun Bosna Üniversitesinden Ajda Hanım bizi havaalanından kalacağımız Hecco otele kadar bırakma nezaketini gösterdiler. Hecco, Başçarşıya yürüme mesafesinde idi. Bu konuk evinin şehir merkezinin daha büyük bir ana şubesi de var. Bizim kaldığımız ise üç katlı, küçük şirin bir mekândı. Üstelik Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in kabrinin olduğu şehitliğe beş dakikalık mesafede idi. Mustafa Beyle Aliya İzzetbegoviç’in kabrini ve caddenin karşısındaki Osmanlı mezarlığını ziyaret ettiğimizde ecdat’a ve Şanlı şehitlere ve Bilge Krala karşı bir mahcubiyetlik hissettik. Savaş döneminde Türkiye’mizden ve muhtelif İslâm beldelerinden Boşnaklarla omuz omuza Sırplara ve Hırvatlara karşı savaşan yiğitleri hatırladık. Aliya’nın sade anıt mezarında bekleyen eli kalbi hizasındaki askeri gördüğümüzde bize şunu düşündürüyordu; savaşçı ve gönül eri aynı insanda cem olabilir. Gönlümüz size daima dostluk elini uzatır. Beyaz güllerle bezenmiş cennet bahçesini andıran bembeyaz mezar taşları arasında, şehitlerimize ve Bilge Kralın ruhuna Fatihalar okuduk. Aliya İzzetbegoviç’i henüz Bosna savaşından önce “Doğu ve Batı Arasında İslâm” isimli eseriyle tanımıştım. Size bu kitap, felsefi derinliği olan bir mütefekkiri sayfa sayfa gösteriyordu: “Kadere teslimiyet, kaçınılmaz olan büyük insanî ızdıraba dokunaklı bir cevaptır. O hayatı olduğu gibi idrak etmek ve her şeye sabır ve tahammül etmeğe bilinçli bir şekilde karar vermek demektir. Bu noktada İslâm, Avrupa felsefesinin sığ iyimserliğinden ve dünyayı mümkün olan bütün dünyalardan en iyisi olarak gösteren safdilane hikâyesinden esaslı bir şekilde farklıdır. Teslimiyet kötümserliğin ötesinden gelen bir nurdur. (2) “Bizim kadere fiilen teslim olmamız mevzubahis değildir. Çünkü kaderle olan münasebetlerimizin ancak ahlakî bir manası vardır. Teslimiyet insanın bir bütün olarak dünyaya ve kendi faaliyetine karşı iç tutumudur. Allah’ın iradesine teslimiyet, insanların iradelerine karşı bağımsızlık demektir. Allah’a itaat insana itaati meneder. Bu insan ile Allah arasında ve dolayısıyla insan ile insan arasında yeni bir münasebet teşkil etmektedir. Onun için kaderi kabul etmek kendini en büyük ölçüde hür hissetmektir. Bu öyle bir hürriyettir ki, kaderi yerine getirmekle, onunla ahenk içinde olmakla kazanılır. Mücadelemizi insanî ve makul kılan, ona telkin ve huzur damgasını vuran, her şeyin akibetinin elimizde olmadığı kanaatidir. Bize ait olan, gayret etmek, uğraşmaktır; netice ise Allah’ın elindedir. Binaenaleyh, bu dünyadaki hayatımızı hakikî manada anlamak, her şeyi ihata etmek ve her şeye hakim olmak hevesine sahip olmadan çabalamak ve doğduğumuz yer ve zamanı yani kaderimiz ve Allah’ın iradesi olan yer ve zamanı kabul etmeğe hazır olmak demektir. Teslimiyet, hayatın çözülemezlik ve manasızlığından insanî vakarlı tek çıkış yoludur- isyansız, yeissiz, nihilizimsiz, intiharsız tek çare teslimiyet, hayatın kaçınılmaz olarak getirdiği sıkıntılarda, alelâde bir insanın kendini kahraman gibi hissetmesi veya vazifesini yapmış ve kaderine razı olmuş bir şehidin zihniyetidir. İslam, kanunlarına, emir ve yasaklarına, beden ve ruhtan talep ettiği gayrete göre değil; bunun hepsini kapsayan ve aşan bir şeye göre, marifetin bir anına, ruhun zamanla yarışma kuvvetine, varaloşun getirebileceği her şeye tahammül etmeğe, rızaya, yani tek kelimeyle teslimiyetin hakikatine göre öyle adlandırılmıştır. Ey teslimiyet, senin adın İslâm’dır. ” (2)

Aliya İzzetbegoviç - VikipediHayatına baktığımızda, Aliya’nın kendisiyle aynı isimli dedesi İstanbul-Üsküdar’da askerlik yaparken tanıştığı Türk kızı Sıdıka hanımla evlenir. Bu evlilikten 5 erkek çocuk dünyaya gelir. Bilge kralın babası bunlardan Mustafa olanıdır. Aliya, lise yıllarında “Müslüman Gençler Kulübü”nün (Mladi Müslümani) aktif üyesidir. Boşnak gençler arasında eğitim ve düşünce faaliyetlerinde bulunur. Hem faşistlere hem komünistlere karşı mücadele eder. II. Dünya savaşında çetnik Sırplar Almanlarla birlikte 100.000 Boşnak’ı katletmişlerdir. O acılar yetmezmiş gibi, komünist rejim döneminde de 1949 yılında İslami faaliyetleri nedeniyle 5 yıl hapiste yatar. 1983 yılında “İslâmî Manifesto” isimli eseri yayınlanır. Bu eser sebebiyle maalesef tutuklanır, beş yıl hapiste tutulduktan sonra 1988 yılında serbest bırakılır. “Doğu ve Batı Arasında İslâm” isimli ünlü eserini hapiste hazırlar. Sonra Bosna-Hersek Özerk Cumhuriyeti’nde Demokratik Eylem Partisi (SDA) isimli bir siyasi parti kurar. Aliya 1990 seçimlerini kazanır ve cumhurbaşkanı olur. Bilindiği üzere, Bosna-Hersek 1 Mart 1992’de bağımsızlığını ilan etti. Buna karşı iç savaş başladı ve Avrupa’nın büyük ordularından Yugoslavya Federal Ordusu, Bosna Sırp çetnikleri destekledi. Bosna’da katliam ve göçler arkası arkasına geldi. 1.000.000 Müslüman göç etti, yaklaşık 250.000 can kaybı oldu, hâlâ kayıplar da bulunamadı. Hırvatları ve Sırpları destekleyen dış güçler Avrupa’nın ortasında Müslüman bir yurt istemiyorlardı. Fakat Boşnak Müslümanların kahramanca mücadelesi ve Aliya Izzetbegoviç gibi bir liderlerinin olması, Bosna-Hersek’in topyekün soy kırıma uğramasını engelledi. Katliamların en insafsızlarına Avrupa ve ABD seyirci kaldılar. Nihayet kan göz yaşı katliamlardan sonra ABD’nin dayatması ile Boşnakların lehine olmayan Dayton Antlaşması 1995 yılında imzalandı. Aliya İzzetbegoviç, son nefesine kadar vatanı ve halkı için çalıştı. Fakat 2000 yılında görevinden bir veda konuşması yaparak ayrıldı. Aliya İzzetbegoviç, SDA’nın genel kurulu'ndaki veda konuşmasında şunları söylüyordu: “Selam sana ey halkım! Bu günleri gösteren yüce Allah’a hamd ediyorum. Tarihimizi kanımızla yazdık. Evlerimiz yakılıp yıkıldı. Düşmanlarımız mert değildi, alçakça katliamlar yaptılar. Yapılan katliamları dünya şimdilerde ortaya çıkartılan toplu mezarlardan anlamaktadır. Bu gerçekleri haykırmıştık, duyan olmamıştı. Tüm acılara rağmen çok şükür ayaktayız. Yıkılan ev ve camilerimizi yeniden inşa ettik. Şehitlerimizi rahmetle anıyoruz. Onlarla inşallah Cennet’te buluşacağız, onları Allah’ın ve meleklerinin huzurunda şanlı direnişlerinden dolayı kutlayacağız. Gelinen noktada her şey bitmiş değil, yeni başlıyoruz. Başlattığımız mücadelede eksiklikler olmasına rağmen bir yerlere geldik. Bundan sonra görev sizlerindir. İlerleyen yaşım ve sıhhatim nedeniyle aktif siyaseti bırakıyor, bir nefer olarak ömrümü halkıma hizmet etmek isteyen siyasilere destekle yaşayacağım. Allah’a hamd ediyorum ki bugün elimdeki dalgalanan bayrağı teslim edeceğim inanmış yüzbinler var. Artık Bosna Hersek hür ve bayrağımız kendi topraklarımızda dalgalanıyor. Selam sana ey halkım. İmanınıza, bayrağınıza ve devletinize sımsıkı sarılın..”

Mezar taşında sıfat olarak Cumhurbaşkanı değil, Abdullah (Allahın kulu) Aliya İzzetbegoviç yazıyordu. Hilâl ve zambak mezarların süsü idiler. Çoğunluğunun şahadet tarihi 1994 olan şehit evlatlarının arasında Aliya yatıyordu. İnanıyoruz ki onlarla sohbet ediyordur. Bizlere ise veciz sözlerinden birini sesliyordur: “Düşmanlarımıza tek bir borcumuz var: Adalet!” Her gün kabrinde nöbet tutan Boşnak askeri bulunuyor. Bilge Başkanlarının istirahatgahını, vatan toprağına kazarken kazma kürek kullanmamışlar, kabrini elleriyle açmışlar. Mezar toprağına Fatih Sultan Mehmet Han’ın türbesinden de toprak getirilmiş. İnsanlar, Aliya öldüğü andan itibaren gökyüzünü yağmur yağmur ağlarken görmüşler. Ruhu şad olsun. Vatana mühür olanlara ne mutlu. Onlar ki yeryüzünde cennetlerin temsilcileri idiler. Uçmağa vardılar, Hakk ile idiler Hakka ayrılmamacasına kavuştular.

.....

Yazının devamı için tıklayınız 

.....

_________________________________________

(*) Turan (İlim Fikir ve Medeniyet Dergisi), sayı 18, 2013, ss. 65-83.

1) Aliya İzzetbegoviç. Bosna Mucizeleri-Konuşmalar. (çeviren: : Fatmanur Altun/ Rıfat Ahmedoğlu )yöneliş yayınları.2003.s. 34-35.

2) Aliya İzzetbegoviç. Doğu ve Batı Arasında İslâm. (çeviren: Salih Şaban) Nehir yayınları.

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.