Geçen hafta yazıyı bitirirken “o günlerde Nürnberg’de gördüğüm mimarî engelleri önemli ölçüde ortadan kaldıran engelliler, toplum, devlet, sistem üçgeninin kendilerine çizmiş oldukları çerçeve içinde özgürlüğü kabullenmiş olmalarıydı. Nasıl mı?” diye bitirmiştim.
Kaldığımız yerden devam edelim.
Nürnberg’de de birçok gelişmiş kentlerde olduğu gibi sokaklar tekerlekli sandalye kullanan engellilerle doluydu. Bu yadsınamaz bir gerçek…
Ama iş yerlerinde aynı oranda çalışan engelli olmadığı gibi engellilerin yine kendileri gibi engelliler ile bir arada olduklarını, engelsiz insanlarla çok da yakın olmadıklarını da gördüm.
Ben, kendi adıma “topluma” ve dolayısı ile “sisteme entegre” olmaktan, “herkes gibi herkesle beraber yaşamayı” anladığım için “devletin kendilerine baktığı bir engelli hayat modeli” benim anlayışımdan çok uzak bir yaklaşım.
Biliyorum ki bu konuda yalnız değilim.
Elbette üretime katkıda bulunamayacak kadar fizikî durumu kötü ya da hayata iştirak edemeyecek kadar zihinsel/fiziksel problemi olan engellilere de diğer tüm engellilere olması gerektiği gibi devletin “sosyal devlet anlayışına” göre yaklaşması elzemdir fakat yaklaşım nüansları açısından herkesi aynı kefeye koymak eşitlik ilkesiyle bağdaşmamaktadır.
Yani, her gömlek her bedene uymayabilir, asıl hedef aynı gömleği herkese giydirmek değil herkesin gömlek giyebilmesini sağlamak olmalıdır.
Dahası, orada bile ziyaret ettiğimiz kimi bakımevlerinde engellinin kapasitesine göre dışarıdan alınan fason işlerin kendilerine yaptırılarak onları üretken kılma çabası olduğunu da gördüm.
Yani olaya “yapamaz” şeklinde diye başlamak yerine “neyi, nasıl yapabilir” diye başlamak anlayışı hâkim.
Ama bu güzel noktadan itibaren iş çetrefilleşiyor.
Şiir gecelerimden birine tekerlekli sandalye kullanıcısı, Claudia adında o zamanlar kırklı yaşlarının sonlarında olduğunu tahmin ettiğim Alman bir hanım eşiyle birlikte gelmişti. Kendisiyle kamudaki memuriyeti ve yaşadığı süreçler üzerine sohbet etmiştik. Herkesi “etkin” kılmaya çalışan sistemlerinin aksayan yönlerini Claudia’dan dinlediklerime hem şaşırmış hem de “insan haklarının” algılanış şeklini yadırgamıştım.
Mesela bir engelli işe girdiğinde maaşının çok az bir bölümünü işverenin, geri kalan kısmını da sosyal kurumun verdiğini öğrenmiştim kendisinden.
Engelli olmayanla aynı işi yap, daha az ücret al ve hak ettiğin ücretin asıl büyük kısmını Sosyal Daire’den almanın peşine düş. Ki o hak ettiği parayı almanın da türlü şartları olduğunu, yıllarca çalıştığı kurumda aynı işi yapan engelsiz mesai arkadaşlarından düşük ücret aldığını, sistemin engelliyi 10 yılda emekliliğe zorladığını da anlattı ve “Birçok sorun çözülmüş olsa da mücadeleye devam.” dedi en son Claudia.
Yani…
Hiç kimse, mücadele tepkisiz kalarak bir şey elde edememiştir. Hele hele “ben bir şey yapmayayım; özgürlüğümü başkası bana versin.” anlayışına sahip insanların, bir şeyler elde etmesi mümkün değildir.
Bizde de her türlü yanlışa, sararan STK’lara, vatandaşlık bilincinden uzak oluşumuza rağmen mücadele devam ediyor.
Yeter ki, engelli vatandaşlarımız “haklarını talep ederek” hayatın yaşandığı her yere girip toplumun içinde olsunlar. Bu konuda engellilerin başta kendileri olmak üzere aileleri ve çevrelerine büyük iş düşmektedir.
Bu ilk adımı attıktan sonra faaliyet gösteren her türlü engelli derneğine önemli ve etkili bir “ifade bilinci” yerleştirilmelidir.
Dernek kurmak ya da derneğe üye olmak şüphesiz güzel ve önemli bir adımdır, fakat dernekçilik anlayışı engellilerin bir araya gelip topluca “havanda su dövdükleri” bir anlayıştan çıkarılmalı, karşılaşılan problemleri ilgili makamlara ileten hak temelli yaklaşıma sahip bir platform işlevi kazandırılmalıdır.
Bunu yaparken de engelli olmayanların da dernek faaliyetlerinde etkili rol oynamaları sağlanmalı elbette. Elde edilen ya da edilecek olan hakların uzun yıllara dayanan mücadelenin sonucu olduğu akıldan çıkarılmamalı, en berbat yönetimlerin dahi toplumdan gelen baskı ve taleplere karşı kayıtsız kalamayacağı bilinmelidir. Geçtiğimiz yıllar bunun sayısız örnekleri mevcuttur.
Bununla beraber, hakkın verilmediği, aksine, "mücadele ile alındığı" gerçeğini asla unutmayarak, siyasetçiler ve bilhassa iktidarlar kutsanmamalı, onlara payeler verilmemelidir.
O meşhur söylemdeki gibi “hak verilmez alınır.”
Engelli vatandaşlarımız ve aileleri, hayattan yana tavırlarını çoktan koymuşlardır ortaya…
Eğitim, iş, sağlık ve sosyal hizmetler yönündeki artan talepler bunun en önemli göstergesidir.
Yani artık “cennet” vadederek -en azından engellileri- kandıramazsınız.
Ben, yarım asrı devirmiş bir engelli vatandaş olarak şahsım adına 22 sene önce Nürnberg’de gözlemlediğim gibi bir “çerçeveli özgürlükten” yana değilim. Bizdeki, siyasetçileri ve iktidarları kutsayan "sadaka" anlayışından hiç değilim.
Sadece “herkes gibi, herkesle beraber” bir hayat istiyorum; ya siz?
Haftanın Notu:
Okullarda temizlik yok. Çünkü personel sıkıntısı var deniliyor. Bu arada velilerden tasarruf tedbirleri bahane edilerek erişilebilir, tekerlekli sandalyelere uygun okul servislerinin iptal edildiğini öğrendik.
İstanbul’daki özel bir bakımevinde, %95 otizmli 17 yaşındaki bir gencin vefatı gündeme geldi. Adli Tıp raporuna göre, vücudunda ciddi yaralar ve darp izleri bulunduğu ifade edildi. Medyaya düşen görüntüler dehşet verici olmasına rağmen savcılığın "kovuşturmaya yer olmadığı" yönündeki kararı daha da korkunç.