"ALLAH YOLUNDA ŞEHİD OLANLARI ÖLÜ DEMEYİNİZ. ONLAR ALLAH KATINDA DİRİDİRLER. ALLAH’IN LÜTFUYLA KENDİLERİNE BAĞIŞLADIĞI ŞEHİTLİKTEN ÖVÜNÇ DUYARLAR VE ARKADA KALIP KENDİLERİNE KATILMAMIŞ OLAN KARDEŞLERİNE BİR KORKU VE ÜZÜNTÜ DUYMAYACAKLARINI MÜJDELERLER"
(Ali İmran/169-170).
ENVER PAŞA SUNUMUNUN YOL HARİTASI
-Enver Paşa’nın Askeri Hayatı’nın Seyri
-Askeri ve Siyasi Hayatındaki Önemli Hususlar
-Mücadelesinin Türk Tarihindeki Etkileri
-Suçlamalar
-Görüşlerinin Mustafa Kemal Paşa ile örtüştüğü veya çeliştiği noktalar
-Kafkasya-Türkistan ve İslam Dünyası’na Etkileri
-Şahadeti
-Kaynaklar
GAGAUZ GELENEKSEL ARMASI
Soğukçeşme Askeri Rüştiyesinde öğrenim gördü. Harp okulunu 1899'da piyade teğmeni olarak bitirdikten sonra, 1903'te kurmay yüzbaşı olarak HarpAkademisinden mezun oldu. Selânik'teki üçüncü ordunun emrine girdi.1906'da binbaşı oldu. Manastır’a tayin edildi ve Rum ve Bulgar çetelerle çarpıştı.56 çete harbinin hepsinde başarılı oldu. Bu dönemde Terakki ve İttihad Cemiyeti’ne katıldı ve devrin hükümdarı İkinci Abdülhamid’i Meşrutiyet’in yeniden ilanına zorlamak için 1908’in 24 Haziran gecesi Kolağası Resneli Niyazi ve arkadaşlarıyla beraber dağa çıktı.
İTC HEYETİNDEN:
“Osmanlı Terakki SELANİK MERKEZ ve İttihat Cemiyeti,Rumeli Müfettiş-i Umumusi” tayin edildiğini gösterir bir belge gelir.
Bu belgeyi getiren aynı cemiyetten Selanik- Üsküp Demir Yolları Müfettişi Kolağası Mustafa Kemaldir.
“Oğlum Enver başladığın işi bitirmeden dönersen sütümü helal etmem. Annen Ayşe. 1908..."
Dağa çıktıktan (1908) tam bir ay sonra, 24 Temmuz günü İkinci Meşrutiyet ilan edildi. Enver Bey ‘Hürriyet Kahramanı’ diye tanındı, Meşrutiyetin ilk hükümeti, Sait Paşa kabinesi çok kısa bir süre içinde istifa eder. Kâmil Paşa'nın üçüncü başbakanlığı 5 Ağustos 1908'de başlar. İttihat Terakki, bir bildiri yayımlayarak Kâmil Paşa hükümetine tam destek verdikleri, Kanun-ı Esasi’ye uygun bir idare kurulacağı, bütçenin düzeltileceği, Tanzimat'tan itibaren bir türlü uygulanamayan, Hristiyan vatandaşların da askere alınacağı, idarede ıslahat yapılacağı açıklanır. Hristiyanların askere alınacağı haberi Müslümanları da, gayrimüslimleri de rahatsız eder.
Osmanlının kayıpları da artmaya başlamıştır.
Meşrutiyetin gayrimüslimler için bir adım olmaktan öte anlam taşımadığı belki henüz anlaşılamamıştı; ama, Avusturya İmparatorluğu Bosna-Hersek'i 5 Eylül'de ilhak etmiş, Bulgaristan Prensliği ise 13 Eylül 1908'de bağımsızlığını ilan ederek Bulgar Krallığı olmuştur. Başbakan olan Kâmil Paşa, asker yolduğundan şikâyet eder:
"Eğer Ağustos ayında Rumeli'de hazır kuvvetli bir ordumuz olsaydı, ne Bulgaristan istiklalini ilan edebilir, ne Avusturya Bosna-Hersek'i kendi memleketine katabilirdi." (Z. Nur Aksun, a.g.e, c.5, s.117)
Çok geçmeden, 5-6 Ekim 1908'de, Osmanlıya bağlı bir eyalet-i mümtaze olan Girit adası, Osmanlıların aylarca süren, "Girit bizim canımız, feda olsun kanımız!.." haykırışlarından sonra, Yunanistan'a katıldığını ilan etmiştir.
Bu arada eski seçim usulüne uygun olarak iki dereceli seçimler yapılır ve İttihat Terakki Meclis-i Mebusan'a egemen olur; her şeye rağmen örgütlü tek güç odur. Ancak, birçok önemli asker İttihatçı Meclis'e giremez.
Meclisin aritmetiği şöyledir: 288 milletvekilinin 147'si Türk, 6O'ı Arap, 27'si Arnavut, 26'sı Rum, 14'ü Ermeni, 10'u Sırp ve Bulgar, 4'ü de Yahudi'dir. Bu durumu önceden gören Sultan II. Abdülhamit Han, Meşrutiyetin ilanına karar verirken, şunları söylüyordu: "Bir hükümdar için lazım olan şey memleketin menfaatidir; eğer bu menfaat Kanun-ı Esasî'nin ilanında ise, o da yapılıyor. Fakat iyi tatbik olunur mu, Türk'ün menfaati korunur mu, burasını kestiremiyorum. Çeşitli emel ve fikirler besleyen unsurların toplandıkları yerlerde, parti anlaşmazlıklarından memlekete daima zarar gelir; bizim ilk Meclis'te bunun acı tecrübeleri olmuştur." (Tahsin Paşa'dan nakleden Z. Nur Aksun, a.g.e., c.5, s.120)
Derken, Otuz Bir Mart Olayı denilen hareket başlar. Meşrutiyetin 3. Ordu'nun eseri olduğunu düşünen ve İstanbul'daki 1. Ordu'ya güvenmeyenler, 3. Ordu'dan üç Avcı taburu getirterek Taşkışla'ya yerleştirirler. Bu taburlar Saray çevresindeki kuvvetlere karşı, gerektiğinde Meşrutiyeti savunacaklardır. 13 Nisan 1909 günü, eski hesapla 31 Mart'ta Avcı taburları, subaylarının din-diyanet tanımadıkları, kendilerini aldattıkları gerekçesiyle ayaklanırlar. Olayın gerçek sebepleri hâlâ tartışılmakla beraber, alaylı subayların da içine karıştığı, rütbesiz askerlerin mektepli subaylara karşı duyduğu hoşnutsuzluğun bir patlamasıdır.
31 Mart Hareketinde, Sultan Abdülhamit Han'ın parmağını arayanlar olduğu gibi, İttihat Terakki'nin bir komplosu olduğunu düşünenler de vardır. Sultan Hamit, hatıralarında, olaya kesinlikle bir dahli olmadığını söyleyerek şöyle devam eder:
"Hatta kendiliğinden gelmiş bu fırsattan yararlanmaya da tenezzül etmedim. Olayla ilişkim olsaydı ve istifade etmek isteseydim, ben bugün Beylerbeyi'nde değil Yıldız Sarayı'nda bulunurdum." (Abdülhamid’in Hatıra Defteri, İstanbul 1960, s.134)
Sultan Hamit, dönemin siyasi ortamının pek karışık olduğunu söyleyerek, açık-kapalı siyasi çekişmeleri işaret eder, "Tedbir alındıkça ortalık karışıyordu. Ortada acz vardı. Gazeteler, cemiyetler;-kulüpler-körükleye körükleye 31 Mart yangınını ilan ettiler." (A.g.e., s.137)
27 Nisan 1909 günü, Ayasofya Meydanındaki binasında toplanan Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı Sultan Hamit'i tahttan indirmeye karar verir. Fetva almakta biraz zorlanırlarsa da sonunda hallederler: Verilen fetvada Sultan Hamit'in bazı dinî kitapları yaktırdığı, bir kısım önemli şer'î meseleleri kitaplardan çıkarttığı gibi gerekçeler yer almıştır.
Bir Ermeni, bir Yahudi ve bir Arnavut'un aralarında bulunduğu dört kişilik heyet, Sultan II. Abdülhamit Han'a, Osmanlı tahtından indirildiğini tebliğ eder. Heyetin teşkil tarzı çok ağırına gider; ama sesini çıkarmaz. Selanik'te oturmaya memur edilir.
Enver Bey, 1909’da Berlin’e askeri ataşe olarak gitti, Berlin’de askeri ataşe olarak çalışırken, Trablusgarb’a Mısır ve Tunus yoluyla 50 gönüllü ittihatçı subayla geçip(1911) Libya’yı işgal eden İtalyanlar’la çarpıştı. (1911-1913)
Enver için, Trablus işgal edilirken, durmak olamazdı. Notlarında şöyle yazar:
"Vazifem bu sefer beni, hiçbir maddî netice alamayacağım bir amaca doğru götürüyor. Trablus, zavallı memleket, şimdilik kaybettik -belki de ebediyen-. Peki, o zaman niye gidiyorum? İslam dünyasının bizden beklediği bir ahlakî görevi yerine getirmek için." (Hanioğlu, a.g.e-, m.36, 9 Ekim11)
"Ben ve arkadaşlarım sizler gibi düşünmüyoruz. Bir vatan parçası, ona bağlı olanlar hayatta nefes aldıkça, elleri silah tuttukça ve atacak kurşun da varsa, utanç içinde terk edilemez. Biz Trablusgarb'ı Türk ordusunun şeref ve haysiyet sahibi mensupları olarak sonuna kadar savunacağız. Sizden de hükümet olarak beklediğimiz, bize engel olmamanızdır.
İşte o kadar..."
Enver Beyin amcası Halil Bey anlatıyor:
"İki yıl süren bu savaşta, İtalyanlar bizim bulunduğumuz bölgedeki bu vadiden içeri akamadılar. Eldeki cephane her savaşçıya ancak yirmi fişek verebileceğimiz kadardı. Hiçbir taraftan cephane ikmali yapmak imkânı yoktu. Sonra bunun bir yolunu bulmakta gecikmedik. Kaçakçılar vasıtasıyla kara barut temin ediyorduk. Kapsülleri de Tunus üzerinden, dışarıdaki arkadaşlar taahhütlü mektuplarla gönderiyorlardı. İş, kurşunu temin ermeye kalıyordu. Mektupla kapsül getirebildiğimize göre, bunun da bir çaresine bakardık. Ve çareyi bulduk: Araplar sekizer onar kişilik gruplar halinde kum tepelerinin arkasından şöyle bir gözükünce, devamlı gözetlemede bulunan donanma yaylım ateşine başlıyordu. Araplar kafalarını kuma gömüp saklanıyor, sonra ateş kesilince de kumların arasından misketleri ayıklatıyordum. Sözün kısası, İtalyanlar vasıtasıyla kurşun temini yolu da bulundu. Bu garip düşmanların aklına, neden bu adamlar kafalarını kum tepeleri ardından uzatıp uzatıp çekerler diye bir şey gelmiş ve düşünüp durmuşlardır..." (Halil Paşa, Bitmeyen Savaş, s.82)
Tarihçi Ziya Nur Aksun, Trablusgarp'taki Enver Beyi değerlendirirken,
"Onun kaderi, 'hürriyet kahramanlığı'ndan, 'İslam kahramanlığı'na doğru hızlı bir seyir göstermiştir, denilebilir. Enver'i bu role iten, zannederiz ki çok mümin oluşu ile birlikte, vakıalar olmuştur. Herhalde Trablusgarp savaşları, bunlardan en mühimmi olarak görünmektedir." demektedir, (Z. Nur Aksun, Enver Paşa ve Sarıkamış Harekâtı, s.53)
22 Ekim 1912..
"Dün akşam İtalyan komutanı bana mektupla barış kararını bildirdi. Muhtevasını bildiğim için çok üzüldüm. Gece de Harbiye Nazırlığından düşmanlı ğa son vermemi emreden ve bana Sultanın anlaşmayı İmzaladığını bildiren bir telgraf geldi. Düşüncelerimi tahmin edersiniz"
Trablusgarb'ı savunan 'Fedai Zâbitân' grubu, burayı kolay kolay terketmeye niyetli değildir. Toplanır ve şu kararları alırlar:
"Bir kısım subaylarımız burada kalarak direniş hareketini yönetmeye devam edeceklerdir.."
Tedavi için gittiği Fransa'dan İstanbul'a dönmüş olan Mustafa Kemal Bey gelerek Enver Bey'in yerini alacaktır. (Hacı) Selim Sami (Eşref Bey'in kardeşi) Bingazi'ye giderek Eşref Bey'in yerini alacaktır. İstanbul desteğini çekerse, Seyyid Ahmet Sünusî'nin liderliğinde Afrika Devletler Grubu kurulacaktır..
Padişah ve Kabine üzerinde baskı kurmak üzere Fedai Zâbitân grubunun bütün üyeleri askerlikten istifa edecek ve Trablus ve Bingazi'nin bağım sızlığını ilan edeceklerdir. Bunları anlatan Eşref Bey'e, bağımsızlık ilanının hükümete ihanet olup olmadığı sorulduğunda şu cevabı verir:
"Tabii ki ihanetti! Ama, artık bizim mukavemet hareketimiz herhangi bir Osmanlı kabinesi adına değil, millî gurur ve haysiyetimiz adına, -Afrika'daki son Osmanlı toprağının savunulması uğruna yapılıyordu." (Philip H. Stoddard, a.g.e, s.88)
Balkan Savaşı’nın patlaması üzerine İstanbul’a döndü ve 23 Ocak 1913 te İttihat ve Terakki tarafından düzenlenen Babıali baskınına katıldı. Edirne’yi Bulgarlara vermeyi düşünen Sadrazam Kamil Paşanın istifasını sağladı. Böylece İttihat ve Terakki Cemiyetinin iktidarı ele geçirmesinden sonra, Edirne’nin kurtarılmasında önemli rol oynadı.
Sadrazamlığı Mahmud Şevket Paşa’ya verdirdi ve Mahmud Şevket Paşa’nın 12 Haziran 1913’te öldürülmesi üzerine yönetime el koyan İttihad ve Terakki’nin askeri kanadının lideri oldu.
Bu başarısından sonra albaylığa ardından da tuğgeneralliğe yükselen Enver Paşa, 1914 te de Sait Halim Paşa hükümetinde Harbiye Nazırı oldu.
3.Mart.1914'te Padişah Abdülmecit'in torunu Şehzade Süleymanın kızı Naciye Sultan'la evlenerek Osmanlı hanedanına damat olmuştur. Bu evlilikten Türkân Mayatepek ve Mahpeyker Ürgüp adlı kızları ve Ali Enver Akoğlu (1921-1971) adlı bir oğlu vardır.(Cörçil Ali Enver’i gördüğünde "Baban siyasi kariyerimi 20 yıl geciktirdi" demiştir.)
Balkan Savaşı ve Sonrası Sultan II. Abdülhamit, hatıralarında "Saltanatımın son devirlerinde bir Balkan ittifakı vücuda getirmeyi emel edinmiştim... Balkan devletleri iki tehlike karşısında idiler: Avusturya ve Rusya... Ben Balkanlıları bu iki ortak tehlike konusunda uyarmaya çalışıyordum." diye anlatır. Bunun gerçekleştirilmesi için, Paris sefirimiz Münif Paşa'yı görevlendirir. "Başlayan görüşmeler semerelerini vereceği zaman Temmuz inkılabı (10 Temmuz 1908, Meşrutiyetin ilanı) ortaya çıktı. .Benden sonra içerideki unsurları uyuşturmaya çalıştılar. Ve bu uyuşmayı sağlamadan dünyaya meydan okudular." Yeni hükümetler bu teşebbüsü devam ettiremezler. "İste benim o kadar arzu ettiğim ve çalıştığım ittifak, hiç istemediğim bir şekilde gerçekleşti. Ve günün birinde dört Balkan devleti birden üzerimize atıldılar." (Abdülhamid'in Hatıra Defteri, s.129)
8 Ekim 1912'de Karadağ'ın savaş ilan etmesiyle, Balkan Savaşı başlar. Diğer Balkan devletleri de yürürler.
"Kâbe-i hürriyet Selanik" kenti Yunan'ı davet eder ve Selanik komutanı Tahsin Paşa tek kurşun atmadan kolordusunu teslim eder. Sırplar 26 Ekim'de Üsküp'e girerler.
29 Kasım 1912'de, Osmanlı milletvekillerinden İsmail Kemal tarafından Avlonya'da, Arnavutluk'un bağımsızlığı ilan edilir; şenlikler başlar. Osmanlı ordusundaki Arnavutlar geri çağrılır. Edirne kuşatma altındadır. Çatalca hattında mevzilenmiş olan tarafların top sesleri Dersaadet'ten duyulmaktadır. Yabancı devletler gemi gönderip asker çıkartarak İstanbul'daki mensuplarını korumak talebinde bulunurlar; hükümet kabul eder.
Enver Bey Trablusgarp dönüşü, 2 Ocak 1913'te Hurşit Paşa komutasındaki X. Kolordu kurmay başkanlığına tayin edilmiştir. Savaşın ilk aylarında Enver Bey ümitlidir; Çatalca önlerinde Bulgar ordusunun yok edilebileceğini düşünmektedir. İçerdeki parti çekişmeleri ve düşmanlıklar cephelerdekinden daha şiddetlidir. "Burada kendimi tamamen düşman bir muhitte hissediyorum. Gizli bir düşmanlık bu. Hükümet de, Savaş Bakanı da kibar davranıyorlar ama, beni hafiyelere takip ettirdiklerini biliyorum." (Hanioğlu, a.g.e., m.143, 28 Aralık 1912)
"Eğer Hükümet, Edirne'yi hiçbir çaba göstermeden bırakırsa, orduyu terk edeceğim. Açıktan açığa savaş çağrısında bulunacağım. Ne yapacağımı bilmiyorum; daha ziyade söylemek istemiyorum. Tavsiyelerini düşüneceğim! Vatanı kurtarmak ya da şerefimle ölmek için her şeyi alt üst edeceğim. Daha iyisini kurmak için her şeyi yıkacağım. Ama, bu kadar uzağa gitmeye ihtiyacım olmayacağını Ümit ederim." (Hanioğlu, a.g.e, m.151, 12 Ocak 1913)
Edirne'nin Bulgarlara bırakılacağı haberinin İttihatçılar tarafından propaganda edildiği, hakikatte, Kâmil Paşa hükûmeti‘ne Edirne ve çevresinin tarafsız ve hür bir bölge olarak kabul edilmesinin teklif edildiği de ileri sürülmektedir. Ancak bu teklifin Balkan ve Avrupa devletleri tarafından reddedileceği kesin gibidir. Ziya Nur Bey, Kâmil Paşa'nın, Balkan devletlerinin paylaşmada kavgaya düşeceklerine inandığını ve bu teklifle zaman kazanarak o kavgadan yararlanmayı düşündüğünü söyleyen nakiller yapar ve Kâmil Paşa kabinesinin bunu yapabilmesinin şüpheli olduğunu yazar. (Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, İstanbul 1994, c.6, s.78 vd.)
23 Ocak 1913 Sabah saat: 07:00..
Saray'da toplanan memur ve âyân üyelerinden oluşan Danışma Meclisi, savaştan kaçınmak üzere karar alırlar. Buna göre Midye-Enez hattını hudut kabul eden ve Edirne'yi Bulgarlara bırakan Londra Konferansının kararları kabul edilecektir. (İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Sadrazamlar, İstanbul 1969, c.II, s, 1977) "Böylece kendi tedbirlerimi almaktan başka yapacak şeyim yok; yani hükümeti düşürmek ve fikrimi yeni bir hükümete kabul ettirmek. Her şey şimdiden hazır. Eğer bu, memleketi kurtaracaksa mutlu olurum. Ölürsem, vazifemi yapmış kabul ederim kendimi. Allah'a dua ediyorum; eğer projem Türkiye'ye mutluluk getirmezse, beni öldürmesi için dua ediyorum. Allah sizi korusun. -Ata binmem lazım, beni bekliyorlar..." (Hanioğlu, a.g.e., m.152, 23 Ocak Perşembe, 1913)
Bu at, Enver Bey'i Babıâli baskınına götürecektir. Sonunda, Babıâli baskını tamamlanır. "Darbe çeyrek saatte olup bitti. Sadece kan dökmenin benim programımda olmadığını sana söyleyebilirim. Kâmil'in yaverlerinden birinin ateş etmesi üzerine karşılıklı birkaç kurşun atıldı; iki yaver, bir sivil polis ve maalesef olay yerinde bulunan dostum Nazım (Paşa) yere düştü. Her şey bana rağmen ve arzum hilafına oldu; ama oldu. Ümit ederim bu, memleketime mutluluk getirir." (Hanioğlu, a.g.e., m.153, 25 Ocak 1913, akşam).
"Kâmil‘i devirip yerine biraz cesur Mahmut Şevket Paşa'yı geçirerek her şeyi kurtarabileceğimi zannediyordum. Ama, heyhat! Bu kadar saydığım kurmay başkanımız, her şeyi kendisiyle sürükleyebilecek bir ödlek çıktı.Kendimde bütün Bulgar ordusuna karşı koyacak gücü buluyorum." (Hanioğlu, a.g.e., 156. mek.)
3 Şubat 1913'te Bulgarlar yeniden Edirne'yi bombardımana başlar. Ertesi gün Çatalca mevzilerine saldıran Bulgar kuvvetleri püskürtülür.
ŞARKÖY RİCATI
Balkan Savaşının sonlarında İstanbul'a gelip görev alan Yarbay Enver Beyin, Şarköy çıkarmasıyla ilgili şu anlatılır: 10 Şubat 1913 günü, Başkomutanlığın kesin emri üzerine, karaya çıkmış olan X. Kolordu birlikleri yeniden gemilere bindirilerek geri çekileceklerdir. Bu sırada, eşine yazdığı mektupta sözünü ettiği Bulgar topçu atışları başlar. Bir yan dan da, sağ ve sol yönlerden Bulgar birlikleri yoğun ateşle ilerlememektedir.
Enver Bey kolordunun kurmay başkanıdır, ama artçı birliklerin genel komutanlığını da üstüne alır.
Topçu şarapnelleri çıkarma alanındaki sandallar ve mavnalar üzerinde patlamaktadır. "Bu geri döndürme sürecinde artçı genel komutanı görevini de üzerine almış olan ve bütün öldürücü topçu ateşleri altında dahi görev yerinden ayrılmamış bulunan X. Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Enver bütün tehlikeleri âdeta umursamadan ve hiçe sayarak iskele başında bulunuyordu. Ve en hassas olan bu bölgede gerekli düzenliliği sağlıyor ve artçı komutanlarına lüzumlu direktifleri veriyordu." (Hikmet Süer, ATASE, a.g.e, s. 239,242).. Eşine mektubunda sözünü ettiği, "Hepimiz ölecektik. Denize atılıp boğulmaktansa, düşmanla dövüşe dövüşe ölmeyi tercih ediyordum" dediği durumdur.
Sağ ve soldan gelen Bulgar kuvvetleriyle savaşırken, bir yandan da topçu ateşi altında askeri gemilere bindirmeye devam eder. En son nakliye kolları bindirilmiştir. "Üzerinde son kafileyi taşıyan 30 kadar hayvanın bulunduğu bu dubalar da bir römorkörle çekilerek Gelibolu'ya gönderildi. Şimdi kıyıda bir elin parmaklarıyla sayılabilecek kadar bir avuç insan kalmıştı... Başlarında yine Kurmay Yarbay Enver'in bulunduğu bu bir avuç insan" iskeleyi havaya uçurduktan sonra yerlerinden ayrılacaklardır. Fakat, çekilme sırasında elektrik telleri kesildiği için, düşündüklerini yapamazlar. "Saat 04 olmuştu. İşte bu sırada Kolordu istihkâm bölüğünden bir başçavuş ile er de son tombaza, son kafile olarak bindiler. Şimdi, şu anda karada bir kişi kalmıştı. Kolordu Kurmay Başkanı Enver, bu son kafileyi de salimen bindirdikten sonra, kendisini bekleyen ve en son vasıta olan istimbota bindi." (ATASE, a.g.e., s.442)
Doğrusu, askerliğin teorik gereklerini de, başka milletleri de bilmem; ama, Türk askeri bu komutanı sever. (N.Kösoğlu.ZN.Aksun)..
18-30 Mart arasında birkaç kere tekrarlanan Bulgar saldırıları püskürtülür; böylece İstanbul'un güvende olacağı anlaşılır. Ama, altı ay altı gündür kuşatma altındaki Edirne'de açlık ve hastalık Şükrü Paşa komutasındaki direnişi kırar; 26 Mart 1913'te Edirne düşer. Bu, tam bir millî yas olur. 22 Ekim 1912'den beri Erzurumlu Şükrü Paşa ve askerleri, Edirne'yi Bulgar saldırılarına karşı süpürge tohumları yiyerek ve eski günleri kıskandıracak bir iman ve tevekkülle savunmaktadır. Çatalca hattını yaramayan düşman, buradaki birliklerini de Edirne kuşatmasına kaydırmıştır. Ayrıca Sırp kuvvetlerinin yardımı gelmiştir ve kuşatma kuvvetleri yüz yirmi bini aşmıştır. Savunma, kırk bin civarında peksimetsiz asker ve aç kalan halktan ibarettir.
Öbür yanda, 6 Mart 1913'te, dört aylık bir savunmadan sonra, Esat Paşa atacak tek kurşunu ve yiyecek bir lokması kalmadığından, göz yaşları içinde Yanya kalesini Yunan'a teslim etmiştir. Orta Arnavutluk'ta, düşman ortasında bir ada gibi kalmış olarak dövüşen Cavit Paşa kuvvetleri de 25 Mart'ta teslim olmuştur. Rumeli'de direnen tek yer olarak, Hasan Rıza Paşa komutasındaki İşkodra kalesi kalmıştır. Ama, artık çözülen Osmanlıda ihanetlerin de düğümü çözülmüştür; İşkodra savunmacılarından, Sultan Hamit'e 'hal' fetvasını tebliğ eden heyetteki Draç milletvekili Jandarma paşası Esat Toptanı, Hasan Rıza Paşa'yı şehit ettirerek yerine geçer ve düşmanla görüşmeler yaparak 22 Nisan 1913 günü kaleyi Karadağlılara teslim eder.
30.Nisan.1913
“Tunca (Edirne) adasına yığılmış, ağaç kabuklarını yutan insanların resmi... Bulgarların gözlerinin önünde hiç şikâyet etmeden ölen askerlerimizi görüyordum. Yok, hakikaten bu kadarı fazla artık! Böyle manzaralar karşısında ben de soğukkanlılığımı kaybediyorum. Ve Avrupa milletleri! Ben Allah adına yemin ediyorum ki, bu zavallıların intikamını alacağım. Hey Allah'ım sadece onlar için değil, küçük çocuklar, kızlar, ihtiyarlar, kadınlar, hepsini boğazlıyorlar; hem de acımasızca. Yumruklarımı sıkıyor ve İntikam almaya yemin ediyorum. (Her ne kadar aynı şeyi yapmayı namuslu bir hareket olarak görmesem de) bize karşı yapılan her şeyin intikamını almaya. Peki ya bu Avrupa!." (Hanioğlu, a.g.e., m.164, 30 Nisan 1913)
Mehmet Akif, o günlerin Rumeli'sini şöyle anlatır:
İlahi altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı;
Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı!
Ne masum ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı!
Ne bikes hânümânlar işte, yangın verdiler, yandı!
Şu küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı!
Midye-Enez hattından kalkan Hurşit Paşa komutasındaki Osmanlı Kolordusu 21 Temmuz'da Bulgarların hemen hiçbir direnci ile karşılaşmadan Edirne'ye girer. Enver Bey Kaymakam rütbesiyle Kolordunun kurmay başkanıdır. İkinci Balkan Savaşı denilen bu hareketle Edirne yeniden vatan topraklarına katılmış olur. Enver Bey Edirne'de kısa bîr beyanat verir: "Buradayız ve burada kalacağız."
Naciye Sultan'a da şunları yazar: "İşte Allahın yardımıyla Edirne'ye dün sabah girdim. Süvari tugayıyla bir gün bir gece yürüyerek, tam on beş günlük yol aldıktan ve önceki gün hafif bir savaştan sonra Bulgarlar Edirne'de, toplarını ve pek çok erzak, silah, cephane vs. bırakarak kaçtılar, iki yüzden çok da esir aldık. Yalnız, Müşir Fuat Paşa'nın oğlu, en sevdiğim süvari yüzbaşısı Reşit Bey şehit oldu." (A.İnan, a.g.e., s.359)
Edirne'nin kurtarılışı Osmanlılar için yeni bir can üflenmesi gibi olur. Talat Paşa diyor ki, "Edirne'nin yeniden zaptı, ruhen ve manen ezilmiş olan milletin maneviyatını yükseltti. Yaşamak ve çalışmak ümidi yine canlandı. Tabii bu, Türkiye'nin ölümü ve mirasını bekleyen Rusya'yı hiç memnun etmedi." (Talat Paşa, a.g.e, s.17)
KIRCALİ..
Bu Türk Devletinin bayrağı 3 renkten oluşmakta olup;
Yeşil : İslamiyeti
Beyaz : Özgürlüğü
Siyah : Balkanlardaki zulmü
Ay-Yıldız: Türklüğü simgelemektedir
GÜMÜLCİNE..
Enver Paşa'nın baskısıyla Osmanlı Devleti, hükümete tabi olmayan gayri resmi bir Teşkilat-ı Mahsusa'nın Bulgar işgali altındaki Batı Trakya'da çete faaliyeti göstermesine göz yumdu. Teşkilat-ı Mahsusa gönüllülerden kurduğu çeteler ordusuyla Bulgarları Batı Trakya'dan tümüyle süpürüp attı.
Teşkilat-ı Mahsusa'nın ikinci görev alanı işgal altındaki Batı Trakya idi. Teşkilat, yüzde 85'i Müslüman ve Türk olan Batı Trakya'da da gayr-i resmi hareket edecekti. Enver Paşa, Libya'da devlete vergi vermemek için dağa çıkan eşkiyaları gönüllüler arasına katmıştı. Kuşcubaşı Eşref ve kardeşi Hacı Sami, çetecilikte epey tecrübe sahibi idiler. Aynı yöntem Batı Trakya'da uygulanabilirdi. İttihat-Terakki, Edirne yüzünden Hükümet darbesi yapmıştı. Edirne hâlâ Bulgar işgali altındaydı.
Batı Trakya'da yüz binlerle ifade edilen Pomak Türkü zorla vaftiz ediliyordu. İstanbul muhacir kaynıyordu. Yeni hükümet işleri ağırdan alıyor, sorunu diplomatik yollardan çözmek istiyordu. Bu arada Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesi işleri karıştırdı. Enver Paşa, Eşref Bey'i Trablusgarp'ten çağırdı. Görevini Aziz Ali El Mısri'ye bırakıp İstanbul'a dönen Eşref Bey'in ilk işi Şevket Paşa'nın katillerini yakalamaktı.
"ORDU YARDIMI İSTEMİYORUM"
Enver Paşa, Hükümeti ve Harbiye Nazırı'nı askeri harekâta ikna edemiyordu. Kuşçubaşı Eşref, Enver Paşa'yı tazyik ediyordu. Cemal Kutay'ın yayınladığı anılara göre, Eşref Bey, Enver Paşa'ya Trablusgarp'ta bir avuç insanla neler yaptıklarını hatırlatarak, benzer teşkilatla Bulgarları püskürtebileceklerini savunuyordu.
Enver Paşa, Kuşcubaşı Eşref'e sordu, "Ne kadarlık bir kuvvete ihtiyaç var?" Eşref Bey, "Ordudan resmi yardım istemiyorum" diyerek şöyle devam etti: "Sami bey kuvvetleri, Cihangiroğlu İbrahim Bey kuvvetleri, Erzurum, Kars, Uşak taburları kafidir. Neden endişe ediyoruz? Benim unvanım ne? Umum Çeteler Kumandanı!. Gayr-ı mesul bir makamın gayr-ı mesul şahsiyeti. Ben ilerlerim, düşman beni çevirirse eritir, yok eder, mesele de kalmaz. Er meydanında ölmek hassası baki kalmış ise, düşmanı önümüze katar, geldiği yere sürükleriz. O zaman da çıkacak siyasi meseleleri, sakalları yerleri sürüyen, omuzlarında yarım asrı geçmiş tecrübeler olan nazır paşalar düşünsün. Daha sıkıya geldiniz mi, bu herif asinin biridir, asılması gerektir der, beni, ulaşabildiğim yerde asarsınız."
Enver Paşa, Kuşçubaşı Eşref ile konuştuktan sonra Kolordu komutanı Hurşit Paşa'ya gitti. Döndüğünde vize çıkmıştı. Cemal Paşa anılarında Hükümetin, Ordunun Edirne'ye yürüyeceğini, ancak Meriç nehrini geçmeyeceğini taahhüt ettiğini, Enver Paşa ve arkadaşlarının ise hükümete tabi olmayan gayri resmi bir Teşkilat-ı Mahsusa'nın Meriç nehrinin öte tarafında istediği gibi hareket etmesini Hükümete kabul ettirdiklerini söylüyordu.
Teşkilat-ı Mahsusa hemen harekete geçti. Kuşcubaşı Sami, hapishanelerde yüz kızartıcı suçlar dışında kalan deneyimli silahşörlere af çıkartarak gönüllü müfrezelere dahil etti. Anadolu'nun her yerinden gönüllü geliyordu. Gönüllüler, Umum Milli Kuvvetler Kumandanı Eşref Bey'in etrafında toplanıyordu. Türkmen ve Gurmanç aşiret reisleri ve atlıları, bıyığı yeni terlemiş Anadolu delikanlılarının yanı sıra 80 yaşındaki dedeler bile gelmişti.
Eşref Bey'in çeteleri harekete geçti.
Enver Paşa, muzaffer bir komutan olarak Edirne'ye girmesini Kuşcubaşı Eşref ve Süleyman Askeri'nin çetelerine borçluydu. Edirne'nin işgalden kurtarılması Enver Paşa ve İttihat ve Terakki'nin itibarını artırdı.
Anadolu’nun çeşitli illerinden gelen gönüllüler (bunlar içinde Van gönüllüleri öğrenciler de vardı) ve Kuşcubaşı Eşref Bey‘in kuvvetiyle birleşti. Çeteler, Meriç Nehri'ni aşıp Batı Trakya'ya girdiler, kısa sürede Bulgarları bölgeden süpürdüler.
Özel Teşkilat Batı Trakya'da hükümet kurdu
Meriç nehri boylarını Bulgar'lardan temizleyen Teşkilat-ı Mahsusa, Ağustos 1913'te Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkataa-i İslamiyesi adıyla bir geçiçi hükümet kurdu. Parası, pulu, posta teşkilatı, haber ajansı ve küçük bir ordusu olan Hükümetin reisi Müderris Salih Hoca, başkenti Gümülcüne, Hükümetin icra ve genelkurmay başkanı "Süleyman Zeynel Abidin" takma ismini kullanan Süleyman Askeri idi. Bayrağı yeşil, siyah ve beyaz renkli, ay yıldızlıydı. Eşref Bey, Kuva-yı Milliye Umum Müfettişi ünvanı taşıyordu. Osmanlı Hükümeti'nin Bulgarlarla yaptığı bir anlaşma sonucunda Batı Trakya Hükümeti ömrü kısa sürdü. Eşref Bey ve Teşkilat'ın itirazı sonuç vermedi.
Balkan savaşları ve 1.Dünya Savaşları sonucunda 22 Mayıs 1920’ de Yunan Ordusu Batı Trakya’yı işgal ettiler. Türkler her bölgede Yunan Ordusuna karşı direndiler. Ancak batılıların desteğini alan Yunanlılar bütün bölgeleri teslim aldılar
Ancak bölgenin Yunan egemenliği altına girmesi, Türklerin direnişini kırmamış, Türklerin kurduğu Batı Trakya Milli Hükümeti 24 Temmuz 1923 tarihine kadar varlığını sürdürmüştür. (Yunanlılar 6 tümenini Batı Trakya’da bulundurmuş Anadolu’ya gönderememiştir).
1. CİHAN SAVAŞI
Hiçbir devlet, "Oklanmış avımızdır." diye gördüğü Osmanlıyı ittifakına almayacaktır. Kimisi taleplere cevap bile vermeyecek, Rusya ise alay edecektir. Hikmet Bayur, sömürgeci devletlerin paylaşma sürecini şöyle maddeleştirir:
a- Bir büyük devlet bir yerde bir şey kaparsa, öbürlerinin eli boş kalmamak "hak"kı vardır.
b- Herkesin payı arasında aşağı yukarı bir denklik olması bu "hak"kının gereğidir.
c- Devletlerin her biri "hak"kını, coğrafya bakımından kendisine en elverişli yerlerde aramalıdır.
ç- Büyük devletlerin bu paylaşma işinde birbirlerine karşı baskın biçiminde davranmayarak önceden anlaşma yapmaları ve böylelikle barış için tehlikeli gerginlikler doğmasını önlemeleri faydalıdır.
d- Bu devletler aralarındaki paylaşma anlaşmalarını, elden geldiği kadar örtülü biçimde, kendisinden pay koparılan devlete -yani şimdiki konumuz Osmanlı devletine- kabul ettirmiş olmaları ve bu payı oluşturan yerlerde imkân dairesinde yalnız kendilerinin demir yolu, maden vesaire İmtiyazı almaları az çok usuldendir. Bu usullerin XIX. yüzyıl sonu ve XX. yüzyıl başlarında olgunlaştırıldığını söyleyen Bayur şöyle devam eder:
"Paylaşma İşi bu suretle büyük devletler arasında varılan anlaşmalarla olgun bir duruma geldikten sonra, İlgililerden biri harekete geçer ve keyfiyet, beklenilen sonuca ulaştırılır; yani, herkes payını alır. Bosna-Hersek, Mısır, Trablusgarp; Fas ve İran işleri, türlü derecelerde bu kabil bîr diplomatik faaliyetten sonra bilinen biçimlerini almıştır." (Yusuf Hikmet Bayur, Türki İnkilabı Tarihi, Ankara 1983, c.II, Kısım.3, s.3)
Osmanlının Roma büyükelçisi Nail Bey, İngiltere, Rusya ve Fransa'nın 9 Ocak 1913'te Osmanlı topraklarını paylaşmak üzere görüşmelere başladıklarını bildirir. "1914'te, ilk Genel Savaş patladığında, bu iş bitmiş yani paylaşma anlaşmaları yapılmıştır." (Bayur, a.g.e., d, kıs.3, s.16)
Rus Dışişleri Bakanlığı, daha savaşın başlarında, savaş sonunda uygulanacak taksim planını gazetelerde yayımlatmıştı. Bu yayının Osmanlıya ait önemli noktaları şunlardır:
"Rusya Galiçya'yı ve Anadolu'yu zaptedecektir."
"İngiltere Türkiye'ye ait olan bilcümle Arap vilayetlerini ve Alman müstemlekelerini kendisine ilhak edecektir."
"İtalya, Avusturya'ya ait olan İtalya memleketlerini ve Avlonya'yı kandisine katacak, buna karşılık Libya ve Esna aşeri Yunanistan'a bırakacaktır." (Fahri Belen, Birinci Cihan Harbinde Türk Harbi, Ankara 1964, s.226)
Maliye Bakanı Cavit Bey'in İngiliz Bahriye Bakanı Çörçil'e yazdığı mektuba anında ret cevabı gelir. Cavit Bey‘in daha önce İngiltere'ye yapmış olduğu bir başka teklif, Dışişleri Bakanı Grey tarafından reddedilmişti. Denizcilik Bakanı Cemal Paşa Paris'te, uzun süre muhatap aradıktan ve kabul edilmek için bekledikten sonra Fransız Başbakanı ve Dışişleri Bakanına ittifak teklif eder.
Aldığı cevap şudur: Böyle bir ittifak İçin Rusya'nın rızası alınmalıdır. Halbuki Osmanlı, zaten Rusya korkusuyla bu ittifakı istemektedir. Rusya'nın da böyle bir anlaşmaya muvafakat etmesi mümkün değildir; yani ret..
Rus Çarı 1915'te şöyle diyordu: "İstanbul şehri, Boğaziçi'nin sol kıyısı, Marmara Denizi ve Çanakkale ile Midye-Enez çizgisine kadar Güney Trakya, Rus İmparatorluğuna aît olmadıkça, her türlü çözüm şekli yetersiz ve süreksizdir." 1918'de açıklanan, İtilaf devletlerinin gizli anlaşmasındaki harita da aynen böyledir; Doğu Anadolu da bunun içindedir.
İngiltere, Fransa ve Rusya'nın tutumları kesin olarak bilindikten sonra, Osmanlı için Almanya-Avusturya safına katılmaktan gayrı yol yoktur. Hamidiye kahramanı olarak anılan Rauf Orbay da, gereksiz harbe girmek ithamının haksız olduğunu yazar:
"Şuracıkta şimdilik kısaca söyleyeyim ki, Enver Paşa fevkalade dürüst, efendi, namuslu bir adamdı. Hele her şeyin üstündeki vatanperverliğine toz kondurmak imkânı yoktur. Onun hakkındaki tek ittiham da memleketi Umumî Harbe sokmasıdır. Bence bu ittiham da varit değildir. Zira biz Umumî Harbe girmemiş olsaydık, o zaman İngilizlerin müttefiki olan Ruslar Türkiye'ye girerlerdi. Biz eğer harbe girmemiş olsaydık Rusya'da Bolşevik İhtilali olmaz, Çarlık idaresi devam eder ve bu idare hele bir büyük harbin galibi olunca, öteden beri göz diktiği Boğazlar ve İstanbul'u mutlaka ele geçirmek yolunu tutardı. Öte yandan müttefikimiz olan Almanlar da, para veriyorlar, top veriyorlar ve harbe girmemizi istiyorlardı. Pek sıkışmış bir durumdakilerin bu istekleri idare edilemezdi. Zira o zaman Almanlar bizi bırakmış olsalardı, bittik demekti. Kısaca, bizim 1914'te Birinci Cihan Harbine girmemiz bence, kesinlikle zorunlu İdi../.." (Rauf Orbay'ın Hatıraları, 1914-1945, İstanbul 2005, s.ll)
(Devamına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz)
https://www.bursaarena.com.tr/belgesel-sehid-i-muhterem-enver-pasa-1881-2-makale,9012.html