Ülkenin gündemi malum. Hukuksuzlukla mücadele etmesi gereken kurumlar, işin ehline verilmemesi neticesinde birbirine girmiş durumda. İmam cemaat meselesini düşününce az bile ya... “Mülkün temel kurumlarının” cemaatlere “parsel parsel” nasıl dağıtıldığına ve bu yolla hedefin “mülk” olduğuna ibretle şahit oluyoruz.
Filistin yetmeyince hem krizi fırsata çevirmek hem ekonomik durum görülmesin diye baktıracak bir başka cambaz icat etmek amacıyla açılan anayasa tartışmaları…
Olan ne yazık ki kurumlara oluyor. Oluyor ve ömürler de geçiyor bir yandan.
Ömürler geçiyor dedim de…
İki gün sonra yarım asrı deviriyorum.
İnsan ister istemez böylesi yıldönümlerinde muhasebeye yöneliyor. Ülkeye, hayata, insana, varlığına dair… Ülkenin muhasebesi beni aşar aşmasına da… En azından şahit olduğum yakın tarih için şu kelimeden başkası düşemiyor dilimden: “Keşke…”
Ama işte keşkelerle de çözüme ulaşılamıyor.
Biz iyiden iyiye “Arap saçına” dönmüş, yüklemini, fiilini karşı devrime kaptırmış ülke cümlesinden, insan öznesine dönelim.
Genel anlamda bitirmek üzere olduğum kırklı yaşların çoğu insan için “oturmuş bir dönemi” temsil etmesi gerektiği varsayılsa da hepimiz her şeyi aynı yoğunluk ve aynı düzeyde yaşayamadığımız için, bu, herkes için geçerli olmuyor.
Yirmili yaşlarda evlilik yapanlar için 10 yıl ve üzeri evlilikler ya sürüyor ya da çoktan resmî ya da gayrı resmî olarak bitirilmiş, yanı sıra annelik babalık süreci de en az bir kere yaşanmış oluyor bu yaş döneminde. Tabi bu süreçlerin hazmedilip hazmedilmediği, hakkı verilip verilmediği ayrı bir tartışma konusu.
Kişiler, hayata bakışına, karakterine ve yaşanmışlığına göre ya bu dönemin kendilerini “en mutlu eden” kısımlarını bir şekilde “yeniden” yaşamaya çalışıyor, ya da doymuşlukla başka türlü “lezzetlerin-deneyimlerin” peşine takılıyorlar.
Bununla beraber, her iki grupta da “ben daha ölmedim” düşüncesiyle en az yirmi yıl gençmiş gibi yaşama gayretinde olanlar da az değil. Oysa zaman bir kuştur ve çoktan uçmuştur.
Aslında farkında olarak ya da olmadan bütün bu davranış biçimlerinin tek bir sebebi vardır:
Yıllar hem anın hem insanın üstünden geçer!
Birçoğunuzun bildiği malum hikâyedeki gibi, “en güzel gülü” bulamadan yolu tüketenler de çok, bulduğunun farkına varamayan da… Aslında hikâyenin de hayatın da ana fikri gayet açıktır:
“Ömrünce en iyiyi (iş, eş, hayat) aramak yerine herhangi birini seç ve kısıtlı zamanını, aranmak yerine, seçtiğinle (hatta belki seni seçenle) en verimli şekilde geçirip tadını çıkarmaya gayret et.”
Çünkü aslı soru “kiminle” ya da “neyle” değil, “nasıl/ne kalitede yaşadın/yaşıyorsun?” şeklindedir. Yani, “seçtiğinle gönlünce yaşayabiliyorsan” çoktan “en güzel gülü” bulmuşsun demektir.
Çünkü o gül hatta sen bile, amaç değil araçsınız hayat ve tekâmül için.
Kaldı ki yapılan seçim, ille bir kişi değil, bazen bir hayat tarzı olabilir. “Hayat kırkında başlar” ya da “kırt-tırt” uç tespitlerinin aksine, çoğu zaman kırklı yaşlar, insan için yaptığı seçimlerin “hasat zamanını” ifade eder. Bu hasadın verimliliğinin bağlı olduğu çok unsur var. Bu da başka bir konu.
Bakış açınız da değişir zamanla. Açıyı belirleyen, o yaşa kadar yaşadıklarınızın sizi eriştirdiği/eriştiremediği yükseltidir. Herkes, kendi ve kendisi gibilerin bulunduğu noktadan bakar “gelecek manzarasına”. Tam da bu yüzden eşitlik önemlidir.
Hayatın karmaşıklığından dem vurulsa da “yaşamak” yani “mutlu olup- mutlu etmek” kişinin kendini tanıması ve bu tanıma doğrultusunda seçimler yapması ile mümkündür temel noktada. Gerisi tevekkül, ama önce illaki fiil! Kader deyip Allah’ı suçlamak da fena, 80 yaşında geçmişe ağlamak ta… Hayat dengedir. Tesellinin de zamanı var.
“Ömür sürmek”, bir üçgene tırmanıp diğer taraftan inmek gibi. İdeal şartlar altında 25-40 yaş arası “zirveyi” temsil eder. Kariyer, sağlık, sosyal ilişkiler başta olmak üzere hayatın “en verimli” zamanlarıdır. Ayrıca sonrasında hayatının nasıl olacağının büyük ölçüde belirlendiği dönemdir. Sonrasında ise fark edilmeyecek ölçüde de olsa ufak ufak inişler başlar.
Üçgenin tabanı ne kadar geniş yani “sağlıkla yaşanmışlık” ne kadar çok ise iniş o kadar yumuşak ve keyifli olur.
Büyük resme baktığımızda ömrün yolu bellidir. Ya yalnız başına ya evlenip çoluk çocuğa karışarak ya da bu iki yolun dönemsel varyasyonları.
Önemli olan, insanın, kendine en uygun olan yolu, yine kendine en uygun şekilde seçmesi, ya da kendi seçmediyse bile yolu yürünür kılmasıdır. Yoksa mutsuz olup mutsuz eder. Bir insan bulunduğu konumdan çokça şikâyetçiyse ya henüz seçim yapamamıştır ya kendisi için yanlış olan yolu seçmiştir ya da bulunduğu noktaya geleceğini hiç hesaba katmamıştır.
Kırk ve üzeri yaşlarda her üç durum da hem kendine hem çevresine “acı veren” bir durumdur.
Hem ülkem hem insanım için “acısız” ve “adil” bir gelecek diliyorum.