“İSTİKLAL-İ TAM”
Geçmişle hesaplaşma sadece Osmanlı hakanları ile değildir. Onların yarattığı zemin üzerinde büyüyen dış dünya güçlerine dönüktür. Ve o hesaplaşma 17 Şubat 1923'e kadar gelmektedir:
“Osmanlı fatihleri, hakanları, müstevlileri (istilacıları) unsur-u asli ile beraber 'sabanın önünde mağlup' olup ric'ata (geri çekilmeye) başladıktan sonra asıl felaketlerin büyüğü başladı. Atiye-i Şahane (padişahın ikramı) olarak ecnebilere bahşedilmiş olan ve memleket dahilindeki gayrı müslimlere verilen her şey hukuk-u müktesebe (kazanılmış hak) telakki olundu ( sayıldı). Ecnebiler bununla iktifa etmediler (yetinmediler), hergün bunu tevsi (genişletmek) için çareler aradılar ve buldular. ..
Ecnebiler bir taraftan anasır-ı dahiliyeyi (içerideki gayrı müslimleri) teşvik, diğer taraftan müdahale ile devlet ve Millet aleyhine 'yeni imtiyazlar' alıyorlardı. Bu tazyikat-ı mütemadiye (sürekli baskı) altında zaten fakir düşmüş olan anayurdu ve unsur-u aslî, devlete verebilecek parayı güç tedarik edebiliyordu. Fakat tacidarlar, saraylar, bab-ı aliler debdebeyi idame (gösterişli yönetimi sürdürmek) için paraya muhtaçtılar. O çareler de 'harici istikrazlar akdi' (dış borç sözleşmesi) oluyordu. Fakat istikraz şeraitini (borçlanma koşullarını) o kadar fena yapıyorlardı ki, bazılarını ödemek mümkün olmamağa başladı. Düyun-u Umumiye belasını başımıza çöktürdüler.
Bir devlet ki, tebaasına koyduğu vergiyi ecnebilere koyamaz; bir devlet ki gümrükleri için rüsum vb tanzimi hakkından menedilir; bir devlet ki, ecnebiler üzerindeki hakk-ı kazasını tatbikattan (yargılama hakkını uygulamaktan) mahrumdur. O devlete müstakil (bağımsız) denilemez. Devletin ve milletin hayatına yapılan müdahalat (dıştan karışmalar) bundan daha fazladır. Milletin ihtiyacat-ı iktisadiyesinden (ekonomik gereksiniminden) olan mesela şömendöfer (demiryolu) inşası, mesela fabrika yapmak için devlet serbest değildir! Böyle bir şeye teşebbüs olunursa (yapmaya girişirse) behemehal müdahale olunurdu (mutlaka dıştan karışarak durdururlardı). Hayatını teminden aciz olan bir devlet 'müstakil olabilir mi?' Osmanlı ülkesi ecnebilerin müstemlekesinden başka bir şey değildi. Osmanlı halkı, 'Türk milleti esir vaziyetine' getirilmişti ... İstiklal-i tam (tam bağımsızlık) için şu düstur vardır: 'Hakimiyet-i milliye, hakimiyet-i iktisadiye ile tarsin edilmelidir' (Ulusal egemenlik ekonomik egemenlikle taçlandırılmalıdır) ... Yegâne kuvvet, en kuvvetli temel iktisadiyattır. Siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun, iktisadi zaferle terviç edilemezse (süslenemezse) semere, netice payidar (kalıcı) olamaz[1].”
Mustafa Kemal yaklaşılan, fakat henüz erişilememiş noktanın tam bağımsızlık olduğunu vurguluyor. Yolun yarısına erişilmiş, belki yarı yol geçilmiştir. İki ilke ortakça benimsendiği için buraya erişilmiştir: Misak-ı Millî'nin özü ve Teşkilat-ı Esasiye ile benimsenen değişmez haklar. Bunları birilerine hatırlatmak istercesine konuşmasında yinelemektedir. Birileri, olsa olsa Kongreye katılanları, katılmayanlarıyla ilk birikimin sahipleridir. Önemli ağırlıkları vardır. 1919'da başlayıp 1922 sonbaharında bir zaman kesiti bitmiş ya da bitmekte gibidir. İlk birikim varlıkları korunmuştur. Ancak, tam güvence, tam bağımsızlıktadır. Oraya da "birlikte" ilerlemek gerekmektedir. Neler getireceği belli olmayan 1923 yılının ve Lozan sürecinin başında vurgulanan budur. Çünkü kazanılan askeri zaferden sonra yeni zaman, bazıları için yoldan dönme zamanı da olabilir. Askeri zaferi mutlaka ekonomik zaferle taçlandırmak şarttır. Unsur-u asliyi sabanın sahipliğine yerleştirmek gerekmektedir. Dış dünya ile hesaplaşmanın sonu yaklaşmıştır, az kalmıştır:
“Konferanstaki muhataplarımız (karşımızdakiler) bizimle üç dört senelik değil, üçyüz ve dört yüz senelik hesabatı rü'yet ediyorlar (hespları görüyorlar) ve hala muhataplarımız 'Osmanlı Devleti'nin tarihe karıştığını' ve 'bugün yeni Türkiye'nin' mevcudiyetini, bunu kuran milletin çok azimkar imanlı ve celadetli (yaman) olduğunu İstiklal-i tam ve hakimiyet-i milliyesinden zerre kadar fedakarlık yapamayacağını' hala anlayamamışlardır. Bu yüzden İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa ve müttefikleri) düçar-ı tereddüt oldu (tereddüte düştü). İstedikleri kadar tereddüt edebilirler. Bu millet artık kararını vermiştir. 'Bu millet için tereddüt devirleri çoktan geçmiştir'[2] ...
Biz kimseden fazla bir şey istemiyoruz. Her medeni milletin malik olduğu şeylerden mahrum edilmemeliyiz. Haklarımız meşrudur, bize lazımdır.
Görülüyor ki, bu kadar kat'i (kesin) ve yüksek bir zafer-i askeriden (askeri zaferden) sonra dahi bizi sulha kavuşmaktan meneden esbab (nedenler) doğrudan doğruya esbab-ı iktisadiyedir (ekonomik nedenlerdir), mülahazar-ı iktisadiyedir (ekonomik düşünce tarzlarıdır). Çünkü bu devlet bu millet 'hakimiyet-i iktisadiyesini' (ekonomik egemenliğini) temin ederse (sağlarsa) o kadar kuvvetli bir temel üzerinde yerlemiş ve teali etmeye (yükselmeye) başlamış olacaktır ve artık bunu yerinden kımıldatmak mümkün olmayacaktır[3]”
İzmir İktisat Kongresi'nde grupların istekleri hemen tümüyle somut önerilerdir. Geçmiş yıllarda yaşanan birikimin ürünleridir. İşçi, çiftçi, tüccar ve sanayici olarak Türklerin ekonomi ile tanışma döneminin izlenimleri ve dersleridir. Zengin bilgiler taşımaktadır.
İzmir İktisat Kongresine katılan 1300 delege, tüccar, işçi ve köylü sınıflarına mensuptular. Müzakerelerin sonunda Kongre bir -Ekonomi Po-litikası- tesbit edip, bunun ışığında hükümete bir rapor sunmuştur. Bu politikanın ana esasları şu şekilde özetlenebilir:
1°) Kredi müeseselerinin kurulması ve sanayiin teşviki için gerekli kanunların çıkarılması. Millî sanayiinin korunması için gümrük vergisinin artırılması.
2°) Millî ürünlerin ulaşımı için demir ve deniz yolları ulaştırma ücretlerinin azaltılması.
3°) Mühendis yetiştirmeyi hedef alan teknik eğitimin genişletilmesi[4].
Hükümet, kongrenin raporunu ana hatlarıyla kabul etti ve uygulamaya koydu. Hükümetin desteğiyle iş Bankası kuruldu. Bu banka özel sektör sanayii yatırımlarına yardım gayesi ile kurulmuştu. 1927'de hükümet, yeni teşebbüsler kurulmasında bazı mali engelleri kaldıran ve bürokratik işlemleri kolaylaştıran “Sanayii Teşvik Kanunu”nu çıkardı. Ziraat Bankası'na geniş kredi imkânı sağlandı. Devlet Yatırımlarını finanse ve idare etmek üzere Sanayi ve Yatırım Bankası kuruldu. Bilindiği gibi genel olarak özel teşebbüsün zayıf ve kararsız olduğu kalkınmakta olan memleketlerde, sanayii alanındaki yatırımlar, çoğu kere devletin görevi olarak kabul edilmektedir. Devlet yatırımları, böylece, millî ve içtimai bakımdan önemli, fakat normal pazar şartları içinde derhal gelir sağlamayan sınai projelerin gerçekleşmesi için elverişli bir araç olabilmektedir. Bu dönemde uygulamaya konan iktisadi politika, sanayileşme için başlangıç niteliğindeki yatırımları gerçekleştirmeyi kısmen başardı. Birkaç özel sanayi teşebbüsü kuruldu. Mesela: 1927'de Sanayii Teşvik Kanunu'ndan faydalanan şirketlerin sayısı 342 iken, 1932'de 1473'e ulaştı. Bu yıllarda işçi sayısı 17.000'den 62.000'e yükseldi. Üretimdeki artış da önemli sonuçlara ulaştı[5].
Gelişmeye rağmen, varılan sonuçlar öngörülen seviyelerin altında olup, yeterli değildi. Bu dönemde bazı yabancı firmalar Lozan Anlaşması hükümlerine göre prensip olarak, her türlü imtiyaz lağvedilmiş olmasına rağmen, bu konudaki farklı statülerinden faydalanmaya devam ediyorlardı. Beş yıl boyunca bu firmalar imtiyazlarını ellerinde tuttular. Bununla beraber bu yabancı firmalar ve içerdeki özel teşebbüs kuruluşları yetersiz olan teşvik politikaları içinde idi. Birkaç Türk sermayedarının ürkek teşebbüs tutumu ve yabancı yatırımcıların ilgisizliği karşısında hükümet büyük hayal kırıklığına uğradı. Beliren acı gerçek, 1930'dan itibaren özel teşebbüsün memleketin ihtiyacına cevap verecek yapıda olmadığıdır[6].
Bu başarısızlığın sebeplerini şöyle ifade edilebilir;
1) Sanayii desteklemekte yetersiz kalan gelişme imkânı vermeyen altyapı yatırımları ve bunların güçsüzlüğü,
2) Müteşebbislerin yatırım şevkini artıracak iç pazarın olmayışı,
3) Kapitülasyonların korkunç hatırasının tesiri ile işe yabancı sermayeyi millileştirmekle başlayan hükümetin, memlekete yabancı sermayeyi yeni şartlarla davetine engel olan tutum,
4) Büyük hacimde sermaye birikimi olmaması ve banka teşkilatının yetersiz kalması büyük projelerin gerçekleşmesine imkân vermediğinden, özel sermaye ancak küçük projeleri gerçekleştirebildi.
5) Özel sermaye kısa dönemde gelir sağlayacak sahalarda yatırım yaparak çok daha sonra kazanç getirecek projelerden sakındı.
6) İş adamlarının niteliği ve sayısındaki yetersizlik ile bunların teşkilatsızlığı özel sektörü güçsüz kılan bir diğer önemli unsuru oldu[7].
Yabancı güçlerin Türkiye'de iktisadi ve diğer sahalardaki imtiyazları Lozan Anlaşması ile lağvedilmişti. Ancak bu anlaşma yeni hükümete gümrük vergisi koyma hakkını vermemişti. Gümrük vergisi, yerli sanayii himaye edemiyecek kadar azdı. Bundan dolayı kalkınmış bir millet olma arzu ve iradesine, rağmen, bu devirde iktisadi kalkınma yolunda pek az şey yapılabildi.
Böylece hükümetin çabaları, bilhassa içtimai reform ve savaşın sebep olduğu yıkımın onarılmasına gayretleri üzerine yoğunlaştırıldı. Öğretimin yeniden düzenlenmesi ve yaygınlaştırılması için gayret sarf edildi.
1929 yılında Lozan anlaşmasının amir hükmüne dayanılarak gümrük himayesi sağlayan yeni bir kanun kabul edildi. Bununla birlikte özel sanayi kesimi için çeşitli teşvik tedbirleri getirildi: Kredi kolaylığı ve vergilerin indirilmesi en önemlileri idi. İthalat değer ve miktarının azalması sayesinde ödemeler bilançosu, Osmanlı borçlarının ödenmesine imkân verecek şekilde fazlalık gösterdi. 1929 buhranının Türk ekonomisi üzerinde önemli tesirleri oldu ve zorlukların atlatılması işin çeşitli tedbirler alındı[8].
1930’larda memlekette idarecilik sorumluluğunu taşıyanlar, artık, özel teşebbüsün, geri kalmışlığın üstesinden gelemeyeceği inancına varmışlardı. 1933'den itibaren devlet, yukarıda açıklanan sebeplerden dolayı, bilhassa müteşebbis sınıfın yani yatırım yapmayı arzulayan kimselerin hemen hiç olmayışı ve sermaye noksanlığı yüzünden iktisadi faaliyete enerjik bir şekilde müdahale etmiştir. Bu iktisat politikasına “Devletçilik” denmektedir. Devlet sermayedar açığını bizzat kapamak istemektedir. Diğer taraftan bu iktisat politikasında Devletçiliğin icabı olarak yetersiz tasarrufun yerini, mecburi tasarruf almıştır[9].
_______________________
[2] Bilsay Kuruç, a. g.e., s. 305.
[3] Bilsay Kuruç, a. g.e., s. 305-306.
[4] Agâh Oktay Güner, a.g.e., s.33-34.
[5] Agâh Oktay Güner, a.g.e., s.34.
[6] Agâh Oktay Güner, a.g.e., s.35.
[7] Agâh Oktay Güner, a.g.e., s.35-36.
[8] Agâh Oktay Güner, a.g.e., s.36.
[9] Agâh Oktay Güner, a.g.e., s.37.