Atatürk Döneminde Türk Ekonomisinin durumu genelde iki aşamada incelenmektedir:
- 1923-1932: Özel sektöre dayalı kalkınma dönemi,
- 1933-1938: Devletçilik dönemidir.
Atatürk'ün Ilımlı Devletçilik, Karma Ekonomi, Planlı Devletçilik ve Devletçilik gibi adlarla anılan Kemalist Ekonomi Modeli'nin özellikle İktisat Bakanı Celal Bayar dönemindeki başarılı uygulamaları sonunda genç Türkiye Cumhuriyeti çok önemli bir ekonomik kalkınma hamlesi yapmıştır. 1923-1930 arasındaki kısmi kalkınma döneminin ardından, 1929 Dünya Ekonomik Krizi'ne rağmen, 1932-1938 arasında tam anlamda bir ekonomi mucizesi gerçekleşmiştir[1].
1) 1923 - 1932 DÖNEMİ:
Bu dönemde Cumhuriyet Hükümetlerinin iktisat politikası, özel sektöre dayalı tedbirlere dayanır. Devlet eli ile doğrudan doğruya yatırım yapmak istemeyişleri bu devrin temel özelliğidir. Devletin iktisat politikası, özel sektörü ve özel yatırımları hukuki ve ekonomik tedbirlerle teşvik etmeyi ana hedef olarak seçmiştir. 1923'de hükümet İzmir'de bir iktisat kongresi toplamıştır[2].
Ekonomide Mustafa Kemal dönemi 17 Şubat 1923'te İzmir'de başlar. Bu tarihin başlangıç olması, İzmir İktisat Kongresi'nin o gün açılmasından değil, Mustafa Kemal'in orada yaptığı açılı konuşmasının çarpıcı özelliklerindendir. Kongre, Cumhuriyetin kuruluş dönemi için ilk Türk iktisat Kongresi olmuştur. Kongre gruplara göre düzenlenmiştir: Çiftçi Grubu, Tüccar Grubu, Sanayi Grubu ve İşçi Grubu benimsedikleri ekonomik esasları ortaya koymuşlar ve bunlar teker teker oylanmıştır. İstanbul'un ticaret (ve sermaye) çevreleri, “Ekonomi bizden sorulacaktır!” sözünü henüz Milli Mücadele 1922'de Ankara'nın amaçladığı seyir içinde sonuçlanmadan söylemeye başlamışlardır. Dış temaslarını, İstanbul'da, savaş sonrası dönem için dışa açık bir İktisat Kongresi toplamak üzere sürdürmüşlerdir, Ankara yönetimi, Lozan görüşmelerinin ilk aşaması sırasında öne geçmiştir. İstanbul'un bu girişimini İzmir İktisat Kongresi'ne çevirerek, yaşanan sürecin özünde siyasal olduğunu ve ekonominin siyasetten koparılamayacağını göstermiştir. Kongre bir başarıdır. Ama ekonomik olmaktan önce siyasal başarıdır. Çünkü Lozan görüşmelerinin özellikle ilk döneminde, neler getireceği belli olmayan 1923 yılında bir tür iktidar boşluğu havası yaygındır. Rejimin ve iktidarın henüz adı konulmamıştır. Kongrenin başarısı, yani siyasal başarı Mustafa Kemal'e aittir. Kongreye riyasetle değil hitabetle ve siyasetle egemen olmuş ve damgasını vurmuştur. Uzun açılış konuşmasında önce Osmanlı'nın tüm geçmişi ile hesaplaşmış (yani, “geri dönüş yok!” demiş) ve “Yeni iktidar bizleriz!” diye bitirmiştir[3]. “Bizler"in kimler olduğu henüz kesin değildir. Ama Mustafa Kemal Kongrede yeni iktidar biziz” demektedir. İzmir, Mustafa Kemal için kongrelerin sonuncusudur. 1923 yılında süren iktidar boşluğu havası ise, 29 Teşrin-i evvel'de (Ekim) son bulacaktır.
“Uzun gafletlerle ve derin lâkaydi (umursamazlık) ile geçen asırlar bünye-i iktisadiyemizde (ekonomik yapımızda) derin yaralar" açmıştır. "Bir milletin doğrudan doğruya hayatı ile alakadar olan, o milletin iktisadiyatıdır. Türk tarihi tetkik olunursa inhitat esbabının (gerileme nedenlerinin) iktisadi mesailden (ekonomik sorunlardan) başka bir şey olmadığı derhal anlaşılır. .. Şimdiye kadar hakiki manasiyle millî bir devir yaşamadık, binaenaleyh millî bir tarihe malik olamadık.”Mustafa Kemal, geçmişle ilk kez çok berrak ve geçmişin askeri başarılarında herhangi bir sığınma noktası olmayacağını vurgulayarak hesaplaşırken kesin bir çizgi çeker. Bütün bu askeri seferlerin günümüze herhangi bir ulusal kazanç ve birikim getirmezken, bizi iktisadiyatla (ekonomi dünyası ve düşüncesiyle) ilgilenmekten alıkoyan niteliğini kuvvetle vurgular[4]:
“Mesela, Fatih İstanbul'u zaptettikten sonra, yani Selçuki saltanatıyla Şarkı Roma imparatorluğuna tevarüs eyledikten (miras yoluyla sahip olduktan) sonra Garbi Roma İmparatorluğu'na da konmak istedi. Bunun için de bütün milleti bu hedefe doğru sevketti. Mesela, Yavuz Selim, Fatih'in açtığı garp (batı) cephesini tesbit ile beraber (kımıldatmaksızın) Asya İmparatorluğu'nu birleştirerek büyük bir İslam İttihadı (birliği) meydana getirmek istedi. Kanuni Süleyman her iki cepheyi tevsi etmek (genişletmek) bütün Bahr-ı Sefidi (Akdeniz'i) bir Osmanlı havzası haline getirmek, Hindistan üzerinde nüfuz tesisi (kurmak) gibi şahane bir siyaset takip etmek (izlemek) istedi ve bunun için de unsur-u asliyi, milleti kullandı. Osmanlı Hakanları asıl olan ( ... ) noktayı unuttular. Bütün ef'al (eylem) ve harekatlarını hayaller ve emeller üzerine bina ettiler. Teşkilat-ı dahiliyeyi (iç düzeni) siyaset-i hariciyeye (dış siyasete) uydurmak mecburiyeti hasıl olunca zaptettikleri mahaldeki anasırı (yerlerdeki unsurları, yerel halkı) olduğu gibi muhafaza mecburiyetinde (tutma zorunluluğunda) kaldıktan başka, onlara 'istisnalar' (ayrıcalıklar), imtiyazlar (öncelikli haklar) bahşettiler. Diğer taraftan, 'unsur-u asliyi' uzun seferlerde, fütühat (fetihler) meydanlarında dolaştırdılar ( ... ) bu suretle kendi kendini tahrib etmiş (yakmış) oluyorlardı.[5]”
Mustafa Kemal için, her şeyin can alıcı noktası burasıdır. Sadece Kongrenin değil, gelecek yıllarda geçmişi değerlendirecek olanların da atlamaması gereken nokta buradadır:
“Bu itibarla 'millet', yani 'unsur-u aslı' kendi evinde, kendi yurdunda esbab-ı hayatiyesini istihsal (yaşamının asıl nedenini elde edebilmek) için çalışmaktan mahrum (yoksun) bir halde bulunuyordu ... Bu tacidarlar (yönetici beyler) milleti böyle diyar diyar dolaştırmakla iktifa etmiyorlar (yerinmiyorlar), ( ... ) ecnebileri memnun etmek için 'unsur-u aslinin hukukundan, menabi-i iktisadiyesinden' (aslı unsurun haklarından, ekonomik kaynaklarından) birçok şeyleri 'atiyye' (ödül) olarak onlara bahşediyorlardı...
Millet eviyle ve esbab-ı hayatiyesiyle iştigalden memnu (yaşamının asıl nedeniyle uğraşmaktan alıkonmuş) olarak diyar diyar dolaştırılıyorken, bu diyarlar halkı birçok imtiyaza malik olarak çalışıyor, yani Fatihler 'unsur-u asliyi peşine takarak kılıçla fütühat yaparken, zaptolunan memalik (ülkeler) ahalisi kazandıkları imtiyazlarla, muhtariyetlerle (özerkliklerle) sabanlarına yapışıyorlar ve toprak üzerinde çalışıyorlardı.
Fakat efendiler, 'alelacele fütühat yapanlar sabanla fütühat yapanlara' binnetice (sonuçta) terk-i mevki etmeye (yerlerini bırakmaya) mahkümdur!”
Mustafa Kemal'in 'unsur-u asli'si halk sınıflarıdır. Üretici kitledir. Mustafa Kemal'in ağzından, "unsur-u asli" yüzyıllarca kendini esas işinden, yani, üreticilikten yoksun bırakanlarla hesaplaşmaktadır. Fethedilecek şey topraktır; ama kılıçla değil sabanla fethedilecek topraktır. “Saban tutan el, kılıç tutan eli mutlaka yener[6].”
(Devamına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz)
https://www.bursaarena.com.tr/ataturk-doneminde-turkiye-ekonomisi-2-makale,9391.html
_______________________
[1] Sinan Meydan, Akl-ı Kemal, Atatürk’ün Akıllı Projeleri, 3. Cilt, İnkilâp Yayınevi, 2015, İstanbul, s. 153.
[2] Agâh Oktay Güner, Türkiye’nin Kalkınması ve İktisadî Devlet Teşekkülleri, Damla Yayınevi, 1978, İstanbul, s.33.
[3] Bilsay Kuruç, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, Büyük Devletler ve Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2018, İstanbul, s.302-303.
[4] Bilsay Kuruç, a. g.e., s. 303.
[5] Bilsay Kuruç, a. g.e., s. 303.
[6] Bilsay Kuruç, a. g.e., s. 304.