Kâfir, halk arasında genel anlamıyla, Allah’a ve Peygamberi Hz. Muhammed’e ve dolayısıyla İslam dinine inanmayan, inkâr eden anlamında kullanılan bir kavramdır. Bu tanımlamaya göre baktığımızda kâfir, Müslüman olmayan demektir ki biz Müslüman olduğumuzu iddia ettiğimize göre kafir değiliz! Lakin bu, kâfir kavramının dış yüzü olup bir de iç yüzü yani Müslümanım diyeni kapsayan iç anlamı vardır. İşte, biz Müslümanları, Müslüman olduğumuzu söylerken gerçekte kâfir olup olmadığımızı anlayabileceğimiz, asıl bizi ilgilendiren anlamı ise, “Gerçeği örten” demek olmasıdır.
Örtülen gerçeğin tevhidî ve insanî yönleri vardır. Eğer bir kişi “Ben Müslümanım” diyorsa ve gerçeği ya tevhidî ya insanî ya da her ikisini birden örtüyorsa bilmeliyiz ki o kişi kâfirdir. Gerçek, Cenab-ı Allah’ın ayetleri olup bu ayetlerle bizden Tevhidî ve insanî yönlerde yapmamızı istedikleridir. Örtmek ise, Allah’ın istediği gibi değil de işimize öyle geldiği için kendi canımızın istediği gibi yapıp, yaparken de yaptığımıza kılıf uydurup doğru göstererek kendi isteğimizle, Allah’ın isteğini gizlemektir. Bunun tevhidi yönü, Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet olurken, insanî yönü, rahmaniyet üzerine yaşamaktır. Eğer bizler kâfir olarak yaşamayı seçersek sonuçlarına da katlanmayı seçmişizdir. Cenab-ı Allah, Bakara suresi 161. Ayeti kerimede,
Ayetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak can vermiş olanlara gelince, işte Allah'ın laneti, meleklerin laneti ve insanların laneti hep onların üzerine olsun.
buyurarak yaptığımız kâfirlik seçiminin sonucunu göstermektedir. Kâfirler, imana ait olan değerleri ve bu değerler üzerine yaşamak gerekliliğini asla inkâr etmezler. Aksine onlar bu değerleri savunurlar ve kafirlikleri için kullanırlar. Onlar, bu değerlerin içini boşaltıp kendilerine göre değiştirip yeniden doldururlar. Onlar, tevhit derler ve tevhit üzerine olduklarını söylerler ama tevhidin anlamını gerçek anlamından uzak ve zıt olarak tanımlayıp kendi şirk içinde olan hallerine tevhit üzerine olmak budur derler. Namaz deyip namaz kılarlar ama kıldıkları namaz sadece tanımlanmış şekli yapmaktan ibarettir. Oruç tutarlar ama sadece aç kalmaktan ibarettir gibi imanî değerleri kendilerince değiştirmek sonucu gerçeği örterler. Bunu şöyle örnekleyebiliriz,
“Kuyumcu değerli olan altın madenini alan, işleyen, satan demektir. Bu örneğe göre Cenab-ı Allah, kuyumcu olun derken, altın alın, altın işleyin, altın satın ve bunu yaparken adil olun demektedir. Kafirler, işte bu beyanı alıp kuyumcu olduklarını ve dolayısıyla Allah’ın dediğini yaptıklarını söylerler ama onlar, altın yerine teneke alıp, işleyip, satarken, tenekeyi altın olarak göstererek sahtekârlık yapan, insanları aldatan, altını tenekeyle örtenlerdir”
Cenab-ı Allah, insanî değerler yönüyle, dürüst olun, adil olun, ahlaklı olun, doğru olun, çalmayın, öldürmeyin, makamınızı dürüstçe hizmet için kullanın, gücünüzü güçsüzleri koruyup kollamak, zenginliğinizi fakirleri gözetmek için kullanın derken, kafirler bunların tam tersini yaparlar. Yalan, dolan, hile, sahtekârlık, aldatma, çalma, öldürme, hak yeme, makamı kendi çıkarlarına kullanma, zenginliği ve gücü fakir ve güçsüzleri ezip zulmetme yönünde kullanırlar. Onlar, yalanla doğruyu, sahtekârlıkla dürüstlüğü, hileyle adaleti, zulümle merhameti, zenginlik, güç ve makamla kendi kafirliklerini örterler. Kâfirler, dünyada tek taraflı olarak sadece dünya menfaatleri için yaşarlar, kendilerini mümin olarak sunarlar. Her yaptıklarının arkasında çıkar ve menfaat vardır. Tövbe suresi 32. Ayeti kerimede,
Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar, Allah da razı olmuyor. Fakat kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlamayı diliyor.
denilerek kâfirlerin Allah’ın nurunu bu şekilde yaşayarak kendi yaptıklarıyla söndürmek, söndüremezlerse örtmek istediklerini beyan etmektedir. Kafir, batıla hak elbisesi giydirip batılı hak diye sunar ama batıl her zaman batıldır, hak her zaman haktır ve hak Allah’a ait kutsi değer olduğundan Allah ile birlikte daimidir. Kafir güneşi balçıkla sıvayıp örtmek ister ama güneş balçıkla sıvanmaz onlar ancak kendi gözlerini gerçeğe kör ederler.
Cenab-ı Allah, tevhidî yönüyle de Kendisinden başka ilah olmadığını, Kendisini şahit tutarak beyan ederken, bizden de Kendisinden başka ilah olmadığına, dünyada yaşarken kendimizden ve her yüzden şehadet etmemiz gerektiğini söylemektedir. Allah’tan başka ilah olmayışı, fiillerin, sıfatların ve tüm yaratılmışlığın Allah’ın yaratmasıyla mümkün oluşu ve bu mümkünlükte güç kudretin, hamdın Kendisine mahsus oluşudur. Bu gerçeklik ile kendimize ve tüm yaratılmışlığa baktığımızda tümünde Allah’ın iradesini, ilmini, kudretini, takdirini, küllî aklını, zanaatkârlığını, aşkın varlık oluşunu, evveli ve sonu olmayışını, varlığının kendiliğinden oluşunu ama her varlığın dayanağının Kendisi olduğunu idrak etmeliyiz. Tevhidî gerçeklik böyle olduğundan, bizlerin kendimize ilahlık anlamı yükleyerek, kendimizi ya da mevki makam, para, güç sahibi olanları ilah olarak görüşümüz cehalet, zan ve şirk anlayışla Allah’tan başka ilah olmadığı gerçeğini örtmemizdir. Kâfir, Allah’ı yaşamın dışına öteleyip, Allah’ın ilahlığını yani, varlığını, hayatiyetini, ilmini, iradesini, kudretini ve bunlarla yaptığı işleri sahiplenerek kendisine gayrılık anlamında müstakillik yükler de benliğini egosu içinde ilan ve ispat ederek tevhidi gerçeği şirkiyle, olması gereken şirk doğruymuş gibi gösterip, sunarak örter.
Bizler mümin de olsak, kâfir de olsak, kendi varlığımızı kendimiz var etmediğimiz için, varlığımızın var oluşunda herhangi bir katkımız olmadığı için, kendimize dirilik, ilim, akıl, irade, kudret, görme, işitme, kelam gibi sıfatları kendimiz vermediğimiz için bir gün yaratan Allah’ın yaratırken belirlediği ömür dolunca öleceğiz. İşte o zaman gerçeklikle inkâr edemeyeceğimiz şekilde başbaşa kalacağız. Cenab-ı Allah bu gerçeklik için, Rum suresi 14. Ayeti kerimede,
Kıyametin kopacağı gün, işte o gün müminler ve kâfirler birbirinden ayrılacaklardır.
demektedir. Kıyamet, bizlerin gerçek olan ölümle yüzleştiğimiz ve ölümden kaçamayacağımızı anladığımız andır. Kişi, ölüm vakti geldiğinde, gerçekte imanı kemâl bulmuş, Allah’ın kulu olmuş, Allah’ın rızasını kazanmış olmadığından, kâfirliğini saklayamayacaktır. Kıyamet kopma esnasında dünyanın içi dışına çıkacaktır. İşte bu, için dışa vurumudur. Kâfir, yıllarca kendisini mümin gibi gösterdi. Kâfirliğiyle Müminliği örttü. Zan ve yalanlarıyla doğruyu ve doğru olanları yalanlayarak insanları doğrulardan uzaklaştırdı. Kendi uydurmalarını Hak diye sattı. Tüm bunları kâfirliğini beslemek, kendisini yüceltmek, övdürmek ve dünyevî menfaati elde etmek için yaptı. Kâfir, Allah’a giden yolların üstünde oturup Allah’a varmak isteyenleri yoldan çıkartır ama ölümle yüzleşince gerçek yüzünü saklayamaz hale gelir. Onları, ölüm korkusu sarar çünkü Müslümanım, müminim diyen kâfir bilir ki, kâfirliğinin hesabını verecektir. Asıl korktuğu budur! Sadece dünya menfaatleri için, yasak olan her şeyi yaparak yaşamanın vebali herkesin boynunadır. Cenab-ı Allah, Ali İmran suresi 28. Ayeti kerimede,
Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin ve onu her kim yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur, ancak onlardan bir korunma yapmanız başkadır. Bununla beraber Allah sizi kendisinden korunmanız hususunda uyarır. Nihâyet gidiş Allah'adır.
buyurarak bizleri kâfirlere karşı uyarmaktadır. Allah’ın insanı yaratma gayesi bilinirliğinde bilmekliği olarak Kendisine kulluktur. Bu ise ancak, tüm yaratılmışlıkta Allah’tan başka ilah olmadığına şehadetle mümkündür. Şehadeti olan mümin, olmayan kâfirdir.