"Onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilir de sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse bu durumda Allah size, onların aleyhine bir yola girme hakkı vermemiştir." Nisa Suresi 90. Ayet  [i].

"Kötü insanlar kumpas kurarken, iyi insanlar plan yapmalıdır." Martin Luther King [ii].

İslamiyet’e göre, savaş ancak haklı nedenlerle yapılabilir. Borçtan dolayı köle durumuna düşmek, Tevrat’ta bildirilen sözde nedenlerden ötürü zencilerin köle olarak doğması gibi gerekçelerin hiçbiri İslamiyet’te geçerli neden değildir. İslam hukukunda, Allah önünde bütün insanlar eşittir. Ayrıca hür insanların savaş dışında yakalanıp köleleştirilmesi meşru değildir. Eğer savaş esirleri, savaştan önce Müslüman olmuşlarsa ve Müslüman ordusuna bizzat kılıç çekmemişlerse onlarında da köle edilmesi mümkün değildir. Enfâl Suresi’nin 67. ayetinde esir almak maksadı ile savaş yapılması da yasaklanmıştır [iii].

“Yeryüzünde ağır basıncaya [küfrün belini kırıncaya] kadar, hiçbir peygambere esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malı istiyorsunuz, hâlbuki Allah, [sizin için] ahireti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.”

İslam öncesi çağlarda, savaşlara keyfilik egemendi. Galip taraf, asker, sivil, kadın, erkek, büyük, küçük demeden düşmanını imha etmeyi meşru görüyor, esirler çok ağır muameleye maruz bırakılıyordu.

Mesela bir Sami kavmi olan Asurlular, ele geçirdikleri düşmanının derisini yüzüp istila ettikleri kentin kapısına asmayı dini bir görev biliyordu. Acemler, esirlerini fillere çiğnetirlerdi. Eski Yunanlılar ve Romalılar ise vücutlarını parçalıyor, kadın ve çocuk ayırmadan hep birlikte öldürüyorlardı. Yahudi inancında da, sadece muharip esirlerin değil, hamile kadınların, kundaktaki bebeklerin ve çocukların, hatta ele geçirilen hayvanların öldürülmesi bile Muharref Tevrat’ın hükümlerindendi. İslam öncesinde Arapların, ele geçirdikleri düşmanlarını, –Hire hükümdarı böyle yapmıştı mesela–, toplu halde yaktıkları bile oluyordu. Bazen de organlarını sıra ile keserek işkence ile öldürüyorlardı.

Hz. Muhammed, savaşı olabildiğince insanileştirmiştir. Daha sonra birçok kez bozulduğunun görülmesine karşılık, Hz. Muhammed ve Dört Halife devrinde görülen uygulamalar, İslamiyet’in doğru uygulamasına örnek teşkil eder.

Hz. Muhammed devrinde alınan ilk esirler, Hicret’in 17. yılında ele geçirilen iki Mekkelidir. Mekkeliler, bu iki esir karşılığında fidye gönderdilerse de, Hz. Muhammed esirleri, Mekkelilerin elinde esir bulunan iki Müslüman’ın serbest bırakılmasından sonra serbest bırakacağını duyurdu. Bir süre sonra, esir düştüğü sanılan iki Müslüman kendiliklerinden çıkıp gelince esir düşmedikleri anlaşılmış ve fidyeler alınarak Mekkeliler serbest bırakılmıştır. Müslümanların çok sayıda esir elde ettiği ikinci savaş Bedir Savaşı’dır (624). Bu savaşta Müslümanlar 70 esir almıştı. Bu esirlere ne yapılacağı konusunda müzakere yapılmış, Hz. Ömer, bunların küfrün önde gelen temsilcileri olduğu için öldürülmesini, Hz. Ebubekir ise, bunların Müslüman akrabaları olduğu için salıverilmelerini istemiş, Hz. Muhammed de onun tarafını tutunca fidye karşılığı serbest bırakılmaları kararlaştırılmıştır. Ancak, bu esirlerden ikisinin öldürülmesine, maddi imkânı olmayan 7 esirin ise, Müslümanlarla bir daha karşı karşıya gelmemeye söz vermesi karşılığında serbest bırakılmasına karar verilmiştir. Bu esirlerden okuma yazma bilenlerine on Müslüman’a okuma yazma öğretmesi şart koşulmuştu.

İlk Müslümanların toplu olarak ele geçirdiği ikinci esir gurubu, Beni Kaynuka Yahudileri’dir. Bunlar Hz. Muhammed ile yaptıkları antlaşmayı bozmuşlar, bunun üzerine kendileri ile on gün süren bir savaş yapılmış ve ele geçirilmişlerdir. Bunlar, Medine’yi terk etmek üzere serbest bırakılmış, onlar da Şam tarafına göç etmiştir. Müslümanlar, Uhud Savaşı’nda (625) sadece bir esir ele geçirmişti. Bu esir, beş kız çocuğu olduğunu ve salıverilmediği takdirde, çocuklarının kimsesiz kalacağını söyleyince, bir daha Müslümanlara karşı savaşmamak şartıyla serbest bırakmıştır. Aynı kişi, bir başka savaşta tekrar esir edilince, Hz. Muhammed, öldürülmesini emretmiştir.

İlk Müslümanların eline geçen bir başka esir gurubu ise, Beni Kurayza Yahudileri’dir. Bunlar, yaptıkları bir antlaşmayı bozmuşlar, Müslümanların sıkışık durumundan istifadeye kalkmışlardır. Bu Yahudi kabilesi, İslam öncesinde Evs kabilesinin müttefiki idi. Hz. Muhammed, bu olayı çözmesi için Evslilerin ileri gelenlerinden birini hakem tayin etti. Hakem, yetişkin erkeklerin öldürülmesine, kadın ve çocukların mallarla birlikte ganimet olarak paylaşılmasına karar verdi. İslam uleması, bu hükmün, antlaşmayı bozmak ve Müslüman düşmanlarına yardım etmek yüzünden bu şekilde verildiğinde fikir birliği yapmıştır.

Mekke’nin fethi sırasında (630) Hz. Muhammed, kaçanların takip edilmemesini, yaralı ve esirlerin öldürülmemesini emretmiştir. Daha sonra da, geçmişte Müslümanlara ve kendisine zulüm yapan Mekkelilerin hepsini affetmiştir. Bunun bilinen birkaç istisnası yok değildir.

Esirlerle ilgili ilginç uygulamaya sahne olan bir başka savaş Huneyn Savaşı’dır. Savaş bitince, esirler, gaziler tarafından paylaşıldıktan sonra, söz konusu kabileden bir elçi heyeti gelerek İslamiyet’i benimsediklerini açıklamıştır. Bunun üzerine, Hz. Muhammed, kendi payına düşen ve Abdulmuttaliboğulları’na verilmiş olan esirlerin hepsini serbest bırakmışlardır. Bunu gören diğer Müslümanlar da kendi esirlerini serbest bırakmıştır. Ancak bazı kişiler, esirleri bedelsiz bırakmayacağını söyleyince, Hz. Muhammed, elde edilecek ilk ganimetten her esir başına altı pay verileceği vaadinde bulunarak bu esirleri de serbest bıraktırmıştır. Bu şekilde 6 bin çocuk ve kadın, 24 bin deve, 40 bin koyun, 475 kilo gümüş iade edilmiştir.

Hz. Muhammed’in kölelerle ilgili uygulamaları, daha sonra kölelere iyi davranılmasının yolunu açmıştır. Hz. Muhammed, azat ettiği kölesini, halasının kızıyla evlendirmişti. Bu evlilikten doğan Usame ise daha sonra ordu kumandanı yapılmıştı.

Dört Halife devrinde, fetihlerin çoğu barış yoluyla gerçekleşmişti. Bu dönemde, Müslümanlarla barış içinde yaşamayı bir antlaşmaya dayanarak kabul eden milletlerle savaş yapılmamış, antlaşmaya uydukları sürece esir ve köle muamelesine tabi tutulmayacakları hususu hükme bağlanmıştı. Buna karşılık, barışa yanaşmayanlarla savaşılmış, ele geçen muharip esirlerin bazılarının öldürüldüğü de görülmüştür. Irak’ın fethinde, halka dokunulmamış, “zimmî” statüsüne geçirilmiş, toprakları vergi karşılığında kendilerine bırakılmıştır.

Hz. Ömer, Kudüs’ü savaşmadan antlaşarak teslim almıştı. Kente girerken yanında tek devesi vardı. Devesini kölesiyle paylaşarak kâh deve üstünde kâh yerde yürüyerek ilerliyordu. Kente girerken deveye binme sırası kölesindeydi. Hz. Ömer kölesi deve üstündeyken devenin yularından tutar vaziyette yürüyerek kente girmişti.

İslam hukukunda “Esir Alma ve Esirlere Yapılacak Muamele” konusu, bu dönemdeki uygulamalardan ortaya çıkarılmıştır. Buna göre, düşman milletlere mensup oldukları halde bilfiil savaşmamış olanların öldürülmeyeceği hükme bağlanmıştı. Fakat şu hususu da belirtmemiz gerekir ki, bu konuda çeşitli mezheplerde görüş ayrılığı vardır. Şafii mezhebine göre, kadın ve çocuklar dışında kalanlar, bilfiil savaşmasalar da öldürülebilir. Hanefilere göre, görüş ve düşünceleriyle düşmana yardım edebilecek durumda olmayanlar, öldürülemeyeceği gibi esir de alınmazlar.

Esirlere yapılacak muamele konusunda da hükümler vardır. Sözgelimi, aç ve susuz bırakmak yasaktır. İnsan haysiyetine yakışmayan muamele yapılamaz. Ne öldürüldükten sonra ne de öldürülmeden önce uzuv kesilemez. Hz. Muhammed, kendisinden bilgi almak için bile esire işkence yapılmasına izin vermezdi. Bir esirin kaçmaya teşebbüs etmesi, savaşın devamı kabul edilirdi. Kaçma sırasında esir silah kullanmaya teşebbüs ederse öldürülebilirdi. Silah kullanmadan kaçmaya çalışırsa öldürülemezdi. Yakalanmadan kendi ordusuna veya ülkesine varmayı başarırsa esareti sona ererdi. Yeniden esir düşmesi halinde önceki kaçışından dolayı cezalandırılmazdı. Fakat esir kaçarken veya kaçmadan önce suç işlemişse, bu suçundan dolayı cezalandırılabilirdi.

Esir alınan kadınla cinsi münasebette bulunmak haramdır. İslam hukukunun 1500 yıllık tek yanlı uygulamaları, Avrupa hukukuna 1907 Lahey Sözleşmesi ile girmiştir. Aile şerefi ve haklarına saygı gösterilmesi, savaşta sivillerin korunması ise ilk kez 1949 tarihli Cenevre Sözleşmesi’ ne girmiştir. Girmiştir ama “öteki” söz konusu olduğunda uygulanmış değildir. Kıbrıs, Vietnam, Filistin, Suriye, Afganistan, Ruanda ve Bosna’da sivillere yönelik katliamlar buna örnektir.

Kadınlara tecavüz, Avrupalıların, savaşta bir hakmış gibi yaygın olarak işledikleri bir insanlık suçu idi. Başka milletlerde de böyle uygulamaların görüldüğü öne sürülerek işin bu yönünün kapatılması mümkün değildir. Sözgelimi, 2. Dünya Savaşı’nda çeşitli milletlere mensup 1,9 milyon kadın, Rus askerleri tarafından tecavüze uğramıştır. Almanların da, işgal ettikleri yerlerde üç milyon kadına tecavüz ettiği, hatta bu suçun işlenmesinden dolayı 1,5 milyon çocuk dünyaya geldiği bile bilinmektedir [iv]. 

İslam’a göre meşru savaş, yayılmacılık güdüsüyle, çıkar sağlama ve sömürme amacıyla değil, dine ve inananlara yönelik düşmanca girişimleri bertaraf etmek, barışı bozanlara engel olmak, barış için gerekli ortamı hazırlamak, sonuçta temel hak ve özgürlükleri güvence altına almak amacına hizmet edebilir. İslam’a göre savaş, ancak meşru savunma hakkının bir gereğidir. Bakara suresinin 190. ayetinde şöyle buyrulur  [v].

“Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. Fakat haksız saldırıda bulunmayın. Çünkü Allah haksız saldırıda bulunanları sevmez.”

İslam geleneğinde savaş hukuku, Avrupa’dakinden çok farklı bir zeminde oturmaktadır. İslam anlayışına göre savaş, “son dinin yayılmasını engelleyen güçlere karşı başvurulacak son çaredir" [vi]; adaleti sağlamak ve haksızlığı gidermek için yapılır. İslam dini, inancın baskı altına alınmasını doğru bulmaz; bu yüzden savaşı dini yaymanın bir aracı olarak görmez. Bakara suresinin 256. ayetinde dinde zorlama yoktur”, hükmü yer alır. Ancak savaşın temel gerekçeleri arasında, inanç özgürlüğünün tanınmaması gelir. Benzer şekilde, karşı tarafın İslam’ı benimsememesi, meşru savaş nedeni olamaz. Şu durumlar savaşın meşru gerekçeleridir:

1-Eğer ilk başta meşru nedenle başlamışsa, bir antlaşmayla sonuçlanmadan kesintiye uğrayan savaşın devamı niteliğinde olan savaş, meşru savaştır.

2-Barış antlaşmasının, düşman tarafından bozulması durumunda, savaş meşruiyet kazanır.

3-Haksızlığa uğrayan Müslümanlara yardım amacıyla savaşa girişilebilir.

4-Uluslararası antlaşmalardan doğan yükümlülükler dolayısıyla savaşa girişilebilir.

Bunların dışındaki savaşlar, İslam hukukunda, yeryüzünde bozgunculuk çıkarma girişimi olarak görülen ve bizzat Kur’an’da kınanmış olan savaşlardır. İslam’a göre, düşmanın İslam ülkesine saldırması veya böyle bir yakın tehlikenin belirmesi durumunda genel seferberliğe katılmak farzı ayn’dır [v]. Bunun dışındaki savaşlara katılmak farzı kifayedir [vi]. Farzı kifaye durumunda, görev üstlenecek Müslüman’ın, ergen, hür ve erkek olması, vadesi gelmiş bir borcunun bulunmaması, fiziki ve ekonomik gücünün yeterli olması, anne babasından da izin alması gerekir.

İslam’a göre, savaşın başlangıcını belirlemek çok önemlidir. Enfal suresi 58. ayetinde, eğer bir kavmin sözleşmeye aykırı bir hainlik yapmasından korkarsan, savaştan önce anlaşmayı bozduğunu kendilerine bildir, şeklinde bir buyruk yer alır. Yine Enfal suresinin 61. ayetinde, “eğer onlar barıştan yana olurlarsa, sen de barıştan yana ol”, buyrulmaktadır. İslam’da insanın aslen masum olduğu ve kanının akıtılmasının haram olduğu anlayışı vardır.

İslam’a göre savaşta nasıl davranılacağı konusunda ise kısaca şunları söyleyebiliriz:

  1. Savaşın hedefi yok etmek değildir, düşmanı zararsız hale getirmekle sınırlıdır.

  2. Savaş hilelerine başvurmak meşrudur.

  3. Savaşta, kadınları, çocukları, hastaları, akıl hastalarını, özürlüleri, yaşlıları, inzivaya çekilmiş din adamlarını, işiyle meşgul çiftçileri, işçileri, esnafı, tüccarı, zanaatkârı öldürmek yasaktır.

  4. Düşman askerlerini yakmak veya cesetler üzerinde tahribat yapmak yasaktır.

  5. Ele geçen düşman kadınlarına tecavüz etmek, namusuna zarar vermek yasaktır.

  6. Karşı taraf rehineleri öldürse bile, suçun kişisel olması dolayısıyla düşman rehinelerini öldürmek yasaktır.

Yirminci yüzyıl Avrupa’sından bir örnek: Almanlar, 2. Dünya Savaşı sırasında, işgal ettiği topraklarda direnişçiler tarafından      öldürülen her Alman askerine karşılık 10 rehineyi öldürmüşlerdir [vii].

  1. Stratejik yapıları (kaleleri, su kanalları vs) tahrip etmek, ateşe vermek, su altında bırakmak, savaş sırasında gerekli görülüyorsa serbesttir.

  2. Yağma yapmak yasaktır. Bir hadiste, “yağma yapan bizden değildir”; bir başkasında “yağma tıpkı murdar hayvan eti yemek gibi haramdır”, buyrulmaktadır.

  3. Zaruret bulunmadıkça, bitki örtüsünü ve diğer canlı varlıkları yok etmek yasaktır.

  4. Düşman kendi çocuk ve kadınlarını kalkan olarak kullanırsa, savaşı mümkün olan en düşük yoğunlukta sürdürmek gerekir.

  5. Savaş sonunda Müslüman olmayanlar cinsiyetlerine ve yaşına bakılmaksızın esir alınabilir. Ancak esirlere kötü muamele yapılamaz, barınmalarına ve beslenmelerine özen gösterilir.

Yirminci yüzyıl Avrupa’sından bir örnek: Almanlar 2. Dünya Savaşı’nda 2 milyon Sovyet esirinin erzağına el koyarak, açlıktan göz göre göre ölmelerine neden olmuştu. Söz konusu esirlerin çok büyük bir kısmı cepheye zorla sürülmüş, kışlık ayakkabı bile verilmemiş yarı aç yarı tok Türklerdi.

  1. Esir düşen ailelerin fertleri birbirinden koparılarak, başka başka yerlere gönderilemez.

Görüşümüze göre, bütün bunlardan dolayı, İslam dünyasında tarih boyunca savaş teknolojileri üzerinde, savaşın şiddetini artıracak yeni silahlar düşünmeye fazla önem verilmemiştir. Bu konu zihinlerde ön planda tutulmamış da denilebilir. Mesela, düşmanla karşı karşıya gelmeksizin tüfek kullanarak düşmanı saf dışı bırakmak şerefsizlik olarak nitelenmiştir. Oysa okçular bu işi zaten yapıyordu. Ama her iki tarafta da okçular olduğu için savaş adil olarak niteleniyordu. Buna karşılık, taraflardan biri düşmanın karşısına tüfekle çıkınca savaş adil sayılmadı. Yavuz Sultan Selim, Memluk ordusu karşısına tüfeklerle çıkınca ulema bunu hoş karşılamadı.

İslam dünyasında savaş her zaman için tehlikeyi ortadan kaldırmak amacıyla girişilen, amacı sınırlı bir faaliyet olarak görülmüştür. İslam’a göre savaşta, meşruiyet temelinden uzaklaşılamaz. Savaş eylemi, hukuk çerçevesinden taşamaz. Tahribat, olabildiğince sınırlı tutulur ve sivillerin haklarına özen gösterilmesi istenirdi.

İslam tarihinde sıraladığımız bütün bu hükümlere uymayan pek çok savaş olduğunu biliyoruz. İslam dünyası Muaviye egemenliğine geçtikten sonra ve Emevileri izleyen Abbasiler döneminde sözde İslam adına girişilmiş tersine birçok savaş örneği verilebilir. Taberi Tarihi’nde birçok örnek yer almaktadır mesela. Konunun burada ele aldığımız yönü, İslam hukuku çerçevesinde ilkeleri tespit etmek ve dinin esasları açısından ölçüyü ortaya koymaktır.

Bu hükümlere göre, İslam tarihinde meşru olan ve olmayan savaşları birbirinden ayırabiliriz. İslamiyet için hareket ettiklerini öne süren terör örgütlerinin, adına hareket ettikleri din karşısındaki durumlarını anlamak bakımından da konu önemlidir. Bunun yanında, Müslüman olmayan kavimlerin giriştiği savaşların meşruiyeti de aynı hükümlerle yargılanabilir.

Devam edecek

...

Farzı ayn: Her Müslümanın bizzat yapması gereken farzdır.

Farzı kifaye: Lüzumu kadar Müslüman tarafından yapılınca diğerlerinin sorumluluktan kurtulduğu farzdır. (cenaze namazı kılmak gibi)

_________________________________________

   [i] Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Diyanet Vakfı Yayınları, 1993, sayfa 91

  [ii] Lawrence Freeman, Strateji, Alfa Yayınları, 2015, sayfa 603

 [iii] Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Diyanet, sayfa 184

 [iv] İslam Ansiklopedisi, 11. cilt, sayfa 385

  [v] http://www.kuranikerim.com/melmalili/bakara.htm

 [vi] İslam Ansiklopedisi, 36. Cilt, sayfa 190

[vii] Michael Walker, Haklı Savaş/Haksız Savaş, paragraf 285

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner5

banner1