Gabriel Garcia “Yüzyıllık Yalnızlık” kitabında “Dostlarım, dostluk diye bir şey yoktur” demişti. Bu deyişe “Hayır!” diyorum dostum.
O zaman önce karar verelim; dost muyuz?
Hadi birlikte bir öykü yazalım dostluk üzerine, evrensel bir öykü olsun!
“Bu sabah uyandığımda tırtıl olmaktan vazgeçtim. Bilirsin hep sürünmektir kaderi. Yavaş yavaş çıkmak istedim sıkıştığım bedenden. Uyuyordum nicedir. Savunma diyorlar uykuya bazen de sığınma. Öyleydim işte. Seni bekliyormuşum uyanmak için. Donmuş, kadid olmuş duygularımın bir yerlerinde birkaç hücre kalmış canlı. Yürek çarpıntılarını taşımış olmalı onlara içimden geçen rüzgarın. Tetiklemiş, hatırlatmış olmalı canlı olduklarını. “Hadi çoğalın” demiş olmalı. El ele verin son kırıntı sizsiniz toprak olmadan.
Bedenin doyma noktası asgari -azami belliymiş. Ruhunsa, sözcüklere onlarca hatta yüzlerce sözcüklere ihtiyacı varmış doymak için; varmış ki asırlardır onca yazar, onca şair hala o boşlukları doldurmanın gayretindeler. Ben de öyleydim. Açtım, boşluktaydım, ruhumu sürükleyen boş bir bedendim. Kenar köşe sakladığın, bazen silah gibi kullandığın bazen nakış gibi işlediğin içimde güller çiçekler açtıran toprak gibi sözlerine, rüzgarına ihtiyacım varmış. Bak uyanışta içim. Yediveren güllere gebe. Ya uyanacağım capcanlı ya da yarı canlı yarı ölü yaşamaya devam edeceğim.
Bizi maddenin kıyısından geçmeden sahile taşıdı iç sesimiz, o engin mana denizine. Balıklar bile mutlu kirletmediğimiz için. Onlar bilir, bilmese Halik bilir. Binbir çeşit canlının mekanı doğa, verilen görevi eksiksiz tamamlıyor her gün bıkmadan usanmadan.
İkimiz tırtıldık. Sen söylemiştin bunu, ben uyanmanın savaşındayken. Yine uykulara dalmaksa amacın elimden bir şey gelmez. O canlanmak için çırpınan hücrelerime ihanet edemem. Çok yoruldu onlar çok. Geri dönemem uyandım artık.
Bak kanatlanıyorum. Korkmuyorum, korkmayacağım bedeli ne olursa olsun!
Bilirsin ben incitmeyen bir varlığım, neşeyim, rengim. Albenisine aldanırım bazen gülün. Bilemem iyiyi kötüyü, konarsam gül dalına o zaman incinirim. Konmama izin verme dostum! Ama sen de gül dalı olma! Dikenleri bülbülü kül etmişti bilirsin. Gerçi o gönüllüydü sınava. Sonsuz aşkı gül, davet etmişti “Hele bir kon dalıma, göreyim benim için candan tenden geçecek misin?” diye. Konan maşukunun da dikenleriyle bağrını delmiş yakmış kül etmişti. Asırlardır kül rengidir bülbül. Sen diken olma dostum!
Yaşamak için ben sana mecburum.
Sana doğru yol alışım ürkütmesin seni, korkma! Yük olmam. En fazla istemesem de tırtıl olurum. Düşündüm de tırtıl olmak çok kötü değil! Kimse beni görmeden öylece ağacımın dalında beslenir, kozama girince de ben kimseyi görmem. Bazen de hemcinslerimin ardına takılır güzelim ağaçları yok edişlerini üzüntüyle izlerim. Sesim de gücüm de yetmez o hainlere.
Bazılarımız çok şanslıdır, sonları acı olsa da kıymetlidirler; bir dünya güzelinin kuğu boynunu sararlar ya da ipek saçlarına dolanırlar. Yeni doğuşlara gebedir onlar. Tırtıl, koza ve ipek olurlar. Bedenleri kaynar sularda yakılmak pahasına.
Kelebek olmak varken, birlikte el ele uçmak varken enginlere, sürünmek neden? Çaresizlik değil mi bizi tırtıl olup sürüklenmeye mahkum eden? İşte yine senden güç alarak vazgeçiyorum.
Bir sabah uyandığımda görmüştüm kelebeği. Çok telaşlıydı. Vakti yoktu oyalanmaya, zamanı dar, işi çoktu. Topladığı polenleri çiçekten çiçeğe taşıması gerekiyordu, doğanın eşsiz güzelliklerinin nektarlarının çoğalması ona bağlıydı. Görevi bitince uyanmamak üzere uyuyacaktı.
Bak! Tırtıl, kelebek ya da koza ne fark eder ki? Kısacık zamanımız uzamıyor öyleyse biz öykümüzü neden yazmıyoruz?
Uyumak aynı zamanda uyutmaktır her şeyi. Bilemezsin, göremezsin, duyamazsın, var olan vardır, var olacaktır. Sen ben görmesek de.
Aç gözlerini dostum! Yanlışıyla, doğrusuyla, eğrisiyle, çirkinlikleri ve güzellikleriyle var olan bu dünyayı kelebek olarak tamamlayalım. Bir gün gerçekten dönmemek üzere uçacağız.
Varlığın uyanmam için hediyeydi, al öyleyse KALBİMİ VARLIĞIMI AVUÇLARINA BIRAKIYORUM DOSTUM!...
anlamlı ve bir o kadar sorgu yüklü bir yazı. kutluyorum...