“Millî (Türk Milletinin varlığı üzerine kurulu ulus) devlet; laik, sosyal, hukuk devleti” olmaya çalıştığımız süreç iyi kötü devam ederken 2002 yılından itibaren memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar, geminin yönünü “tarikat ve cemaatlerin” kılavuzluğunda, Türk doğan, devşirme yaşayan, Arap olarak ölen “Osmanlıyı diriltmek(!)” hedefi ile “emperyal devlet” olmaya çevirdi. Öncelikli hedefleri “ulus devleti bertaraf etmek” olan bu “ümmetçi” kimseler, “hamaset” sosuyla süsledikleri artık kokuşmuş olan “dünyaya nizam verme” yemeğini halka yedirip kendileri ülke kaynaklarına, cumhuriyetin 80 yıllık varlıklarına yöneldiler. Halen de aynı “rant” kafasındalar…
Meğer “dünya görüşleri”, hedef kitlelerindeki “safları sıklaştıracakları”, “demokrasi” ise vakti zamanı gelince inecekleri “araçlarmış” yalnızca. Bu arada “saflar sıklaşmaya” devam ediyor. Her anlamda! Son seçimler malumunuz. Senelerdir iktidarın yanında olanlar belliydi de… “Kurt postunda kuzu” başkaları da varmış meğer.
Muktedirin durumu ise “savaşta hile caizdir” hükmünden tutun da Türkiye Cumhuriyeti’ni “kafir” olarak görüp yağmalayarak yok edip saf dışı bırakmayı “sevap” sayan fetvalar vermeye kadar uzanan derin hastalıkları taşıyor.
Aslında çok daha basit ve yaygın algı düzeyinden ifade edersek, Fenerbahçe’nin başına Galatasaraylı bir yönetim; ya da Galatasaray’ın başına Fenerli bir yönetim gelirse (örnekler çoğaltılabilir) nelerin olabileceği öngörülürse o oluyor Türkiye’de uzunca bir süredir…
Bu küçük parantezden sonra biz yine konuya dönelim.
“Emperyal devletler”, bazen askeri bazen ideolojik araçlarla başka ülkeleri kendi milleti için, kendi halkını rahat yaşatmak için sömürmüşlerdir.
İktidarın soyunduğu “emperyal yapı” ise kendi milletini sömürüp güç sahiplerini, iktidar yandaşlarını, liyakatsiz bürokrasiyi, hurafe satıcılarını, hatta sığınmacıları yaşatmaya yönelik oldu çeyrek yüzyıla yakın zamanda. Son asırlarında Osmanlı da bundan farklı değildi ya... Kaldı ki bunu iyi niyetli, hatta romantik bir hayal olarak görsek bile “ayranı yok içmeye” ile başlayan sözü hepimiz biliyoruz.
Ha, 2002 öncesinde seçilmişleri kutsayıp atanmışlara lanet ederken getirdikleri ucube sistemde “atanmış bakanlarla” yola devam etmenin elbette mantığı yok! Neyin var ki?
“İtibardan tasarruf olmaz” mı, “yaşat ki yaşayasın” mı, karar verseydik keşke! Bir de ülkeyi kendi tapulu mülkü, vatandaşı ise tebaası olarak görme meseleleri var ki, tadından(!) yenmez! Yiyen çok, o başka tabi.
Mevcut laik, sosyal, hukuk devletinin çözemediği düşünülen sorunları çözme vaadi ile halkı kandırmakla başlayıp onu yok ederek asırlar öncesinde kalmış bir anlayışı 21.yüzyılda hayata geçirme ihtirasıyla devam etmenin farkı… Gündüzle gece gibi… Sosyal devletin güçlenmesi, zenginlik, özgürlük, hatta AB standardında hayat, “sopanın ucundaki havuç” imiş meğer. O havucu da yediler yemesine de sopa bir tehdit unsuru olmasaydı bari…
Bu arada biz AB’ye girecektik, Ortadoğu bize girdi.. Sahi ne oldu şu BOP eş başkanlığı? Ah, ah! 2017’den beri “Şimdi biz yeni bir devlet kuruyoruz, beğenin beğenmeyin!” diyerek ağızlarındaki baklayı çıkaranların kastettikleri devlet nasıl bir devlettir? “Balık hafızalı” olmanın da bir sınırı olmalı değil mi?
Türkiye Cumhuriyeti’ni hazmedememiş Osmanlıcılara, ümmetçilere ve hatta orta çağın da gerisinde kafa yapısıyla meclise sokulan parti ve terör örgütüne neler vadedildiğini, “şahsi menfaatlerin” bu saydıklarımın Türkiye’ye dair hangi emelleriyle “tevhit edildiğini” bilmiyoruz.
Bu tevhit, en hafif ifadeyle vatana ve Türk Milletine ihanettir! Bu ihanete, “soğuk savaş döneminde donup kalmış” kimi sözde Türk milliyetçileri ve vatanseverler eliyle kapı açılması daha da acıdır.
Sentezciler bilmelidir ki Türklük, hiçbir dinî kalıba sığmayacak bir değerdir. Ayrıca, Osmanlı hamaseti ambalajında pazarlanan ümmetçiliğin yok ettiği sadece Türkiye Cumhuriyeti devleti olmayacaktır.
Bu konuda da çok şey söylenebilir ama biz Atatürk’ün şu sözünü hatırlatmayla yetinelim şimdilik.
"Bilelim ki millî benliğini bilmeyen milletler başka milletlere yem olurlar."
Bilmem, anlatabildim mi?
Neyse sevgili okur!
Sen düşünürken ben yazıyı ekonomi ile bağlayayım. Sonuçta yine Atatürk’ün “İstiklalin tamamiyeti ancak istiklal-i mali (ekonomik bağımsızlık) ile mümkündür.” dediği gibi her yol oraya çıkıyor.
Satıp savmaya, vatanı arazi olarak görmeye, betona, dolayısıyla ranta yani aslında üretmemeye dayandırılan ve emirle istenen noktaya geleceği sanılan ekonomi çöktüğü halde bu “yerli ve millî” zokayı yine çoğunluk oranında yuttuk.
Başta da dediğim gibi 100 yıllık cumhuriyetimizin 80 yıllık kurumları bir bir yabancılara satıldı. Tam bir “mirasyedi ekonomisi.” Sırada Türk Hava Yolları, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demir Yolları ve Botaş var deniyor. Taşıma suyla nereye kadar? En fazla yerel seçime kadar… Ya sonra?
Ne demişti Atatürk:
"Çalışmadan, yorulmadan, üretmeden rahat yaşamak isteyen toplumlar önce haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybetmeye mahkûmdur."
Osmanlıcılık, padişahım çok yaşacılık, vatandaş değil tebaa olmak, “tebaayı” kulu saymak, millî kimliğini unutmak ve hatta devekuşu hamaseti falan tamam da “kapitülasyonlardan” başlamasaydık keşke!