Dünyanın hiçbir katili, öldürmenin “güzel(!)” bir şey olduğunu anlatarak savunmaz kendisini… En pespaye şiddet eyleminin bile “kendince aklî(!) ve ulvî(!) bir sebebi ve buna dayandırdığı bir savunması” vardır.
Bu tespit burada dursun ve biz devam edelim.
Kaynağı ne olursa olsun, bütün ideoloji ve inançların hedefi tektir -en azından kâğıt üstünde-: Sonsuz Barış ve Adalet!
Bu da en temel noktada adaletli bir gelir dağılımı ile mümkündür aslında. Yani, en dipteki ile en tepedeki arasındaki mesafe belirler her şeyi… Biri yer, biri bakarsa, orada illaki kıyamet kopar. Kopmadığı/kopamadığı noktada zaten sorun başlar.
Farklı kılıflara sokulsa da temel kavga, “çoğa” sahip olanların, doymamasından kaynaklanır. En güncel örneği ile mesela sömürerek semirmiş feodal güçler, ellerindeki gücün devamı için etnik ve dinî paradigmaları kullanmaktan asla vazgeçmeyeceklerdir. Çünkü kanser hücresi, kanser hücresi olmaktan vaz geçmez. Doğası odur.
İşin özü şu ki, tek yaşanılası yer olan dünyanın insan denen varlığın doymak bilmez arzularına bırakılmaması gereği de ortadadır. İnsanı insandan korumak gerek!
İşte bu noktada “kapitalizm ne ister, inancın hedefi nedir?” sorularına cevap arayalım…
En basit anlamda “üretim araçlarının özel mülkiyetine ve kâr amacıyla işletilmesine dayanan ekonomik bir sistem” gibi masumane sayılabilecek bir tanıma sahip olan kapitalizm, dünyaya sömürgecilik belasını yayan ve bu yolla zenginleşenlerin elinde “av silahı” haline gelmiştir.
Bu bakımdan kapitalizmi “emperyal güçlerin yörüngesinde, değer yargıları, vatanı, milleti, dini özetle en ufak bir aidiyeti olmayan sermayecilik” olarak tanımlarsak pek de yanlış olmaz kanaatindeyim.
Paranın dini, imanı, milliyeti olmaz ama dini, imanı, milliyeti para olan insan çoktur.
Bu yüzden her kesimden insanı ve onların her türlü kutsalını çıkarları doğrultusunda kullanmakta sakınca görmez.
Gelelim “din” olgusuna…
Son otuz-otuz beş senede yoğunlukla olmak üzere “Müslüman Olma” kavramı, kadınların örtünmesine, erkeğin sakalına, sayısal olarak hangi ibadetin ne kadar yapıldığına indirgenmiş, radikal-uç gruplar devleti yönetme ihtirasına kapılmıştır. Bununla beraber samimi inananlar açısından “Müslüman olmanın”, adalet (hakkaniyet) duygusu ve bu duyguyla eşitliği sağlama iradesine dayandığını düşünmek isterim.
“Allah yolunda infak (kendinden vererek bir kimsenin geçimini sağlama) edin ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever.” (Bakara Suresi, 195), “sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla iyiliğe eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” (Ali İmran Suresi, 92) diyen Allah’ın mümin kulları, “komşusu açken tok yatan bizden değildir” ya da “işçinizin hakkını alnındaki ter kurumadan veriniz” diyen bir peygamberin ümmeti, liberalizm kılıfına gizlenmiş, emperyal güçlerin av silahı olan keskin kapitalizmle anlaşabilir mi, demeyin!
Gayet iyi anlaşmadılar mı?
O yüzden şaşırmamak gerek açlık sınırında yaşayan insanların hızla çoğaltıldığı bir ülkede debdebeyle yaşayan “Müslüman” değil, “Müslümanlıktan” geçinip “kendine Müslüman” olanlara…
Onların ve destekçilerinin çoğu tuttukları yolda -en iyiniyetli yorumla- inançlarına hizmet ettiklerini düşünüp kendilerini rahatlatıyorlar.
Gerçekte öyle mi?
Başta da söylemeye çalıştığım gibi, insan nefsi yaptığı kötülüklere, hatta işlediği cinayetlere bile uygun bir kılıf bulacak akla sahip…
İyi de kardeşim! Allah bize bu aklı bunun için mi vermişti?
Haftanın Notu:
Feodal güçlerle çıkılan demokrasi yolculuğunda varılacak yer, hırsızlarla çıkılan ahlak yolculuğunda varılan yer neresiyse orasıdır. Evine giren hırsıza “tapuyu da al” denmez. Bununla birlikte demokrasi gibi, barış gibi, inanç gibi, milliyetçilik gibi kavramların en çok ta onlardan yana görülenlerce istismar edildiği acı bir gerçek…