Çocukken Kur’an kurslarına gönderiliriz. Orada okuma değil ezberleme ‘hafız’ eğitimi verilir. Ülkemizde Kur'an, "Oku" emriyle başlamasına rağmen gerçekte okunmuyor. Oku kelimesi ezberlemeye çevrilince okuduğumuzu anlamayız. Bizden neler istendiğini tefsirler ve din adamları söyler. Onlar da her toplumda görülebileceği gibi, dini yorumları toplumsal birliği sağlama ve düzeni koruma aracı olarak kullanabilirler. Bu işleyiş tarihsel süreçte yönetimlerin otoritesini güçlendirmede hep bir etken olmuştur.
Elbette, Kur'an'ın Arapça metninin kendine özgü bir ahengi ve manevi etkisi vardır ve isteyenler orijinal dilinde okuyabilir. Ancak, ilahi mesajların temel amacının anlaşılmak olduğu da açıktır, değil mi? Eğer Kur'an'ın dili sadece "Rab'ca" ise ve anlaşılması mümkün değilse, bu durum onu anlayamayan milyarlarca insan için bir haksızlık sayılmaz mı? İlahi bir mesajın, tüm insanlık tarafından okunup anlaşılabilir olması gerekmez mi? Çok şükür günümüzde internet aracılığıyla bir ayetin kırktan fazla çevirisine yorumsuz aynı sitede ulaşabiliyoruz. Ve böyle birçok site var üstelik. Meal farklılıkları olsa da genel anlamı kavramak bizler için mümkün. https:www.kuranmeali.com
Kur’an hem maddi hem de manevi dünyaya dair bilgileri içerir. Maddi dünyaya ilişkin düzenlemeler genellikle "şeriat kuralları" olarak adlandırılır. Bu kuralların günümüz koşullarına uygun olup olmadığı ise önemli bir tartışma konusudur. O dönemin toplumsal şartları ve ihtiyaçları ile günümüzün şartları ne kadar örtüşür acaba? Kadının erkekten önemsiz sayılması, alınıp satılması da kabul edilecek bir işleyiş değildir.
Birkaç örnek paylaşalım: Nisa Suresi 34. Ayet, ‘Kadınlarınızın yöneticisiniz, onlar sizi dinlemez ise nasihat et, yatakta yalnız bırak, devam ederse dövünüz.’ Nisa Suresi 3.Ayet, ‘Eğer adaleti sağlayacaksan, size helal olan cariyelerden başka kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikahlayın, eğer sağlayamayacaksan bir eş ve sağ elinin uzandığı cariyelerle yetinin.’ Ahzap Suresi 55. Ayeti ise burada hiç değinemiyorum.
Giyim tarzı gibi konuların maneviyattan çok, toplumsal alışkanlıklar ve cinsiyet kimliği ile ilgili olduğunu sanıyorum. Değerlendirme, ne derseniz deyin, dış görünüşümüze göre değil, içsel gelişimimiz ve olgunlaşmamıza göre yapılacaktır. Sezgiler ve vicdan, kişisel rehberimiz olmalıdır. Nefis terbiyesi olmadan manevi derinliğe ulaşmak mümkün değildir. İbadetlerin ilk amacı nefsi terbiye etmektir. Nefis terbiye edilmeye başlandığında, dünyaya harcanan aşırı enerji giderek manevi alana yönelir ve bu da olgunlaşma yolunda ilerlememizi sağlar. Böylece kadın ya da erkek kimliğimizden önce 'insan' olmayı önemseriz.
Devlet işlerinin din işlerinden ayrılması prensibi olan 'laiklik' ise bir idare önerimizdir. Laiklik, devletin şeriat değil ortak hukuk kurallarına göre yönetilmesi ve din özgürlüğünün de güvence altına alınması anlamına gelir. Ayrıca uluslararası ilişkilerde ve diğer ülkelerle anlaşmalarımızda temel alınması gereken ilkeler ve ortak adalet anlayışını kapsar. Tüm insanların hukuk önünde eşit, inanç alanında özgür olması toplumu huzurlu ve yenileyici yapmaz mı? Ayrıca, kendilerini 'Müslüman ülke' olarak tanımlayan devletlerin halkı gerçekten huzurlu mu? Eğer öyleyse, neden onlardan birçok insan yaşamak için cumhuriyetle yönetilen ülkemizi tercih ediyor? Doğrusunu söylemek gerekirse, gezdiğim otuz kadar ülke içinde, iki Müslüman ülkeden ödüm koptu!
Kur'an'daki manevi mesajların derinliği, okuyanın bilinç düzeyine göre farklılık gösterebilir. Zaten inanç, özünde bireysel bir kavrayıştır ve her insanın Tanrı hayali kendi bilinç seviyesine göre şekillenir.
Maneviyatta, Allah'ın bize "şah damarımızdan daha yakın" olduğu (Kaf Suresi, 16. Ayet) bildirilir. Bu durumda, Allah'tan korkmak yerine, O'nunla bir olduğumuzu kavramanın, O'na güvenmenin, bu birlik içinde olgunlaşmanın ve sorumluluk almanın daha uygun olduğunu düşünüyorum. Varoluşu anlamaya çalışmak ve ona saygı duymak temel görevimizdir. Bize verilen yetenekleri ve nimetleri hakkıyla kullanmadan sürekli yeni şeyler istemekten biraz çekinmeliyiz.
Mesela bizlere düşünce, hayal, sezgi, duru görü, şifa verme gücü gibi çeşitli potansiyeller verilmiştir. Önemli olan, bu özelliklerden hangilerine sahip olduğumuzu fark etmek ve bunları herkesin yararına nasıl kullanabileceğimize odaklanmaktır. Bu sezgisel yetenekler, çağımızda yapılan kuantum deneyleri ile öyle güzel yerine oturuyor ki, sormayın.
İnsanda "kafa aklı" ve "kalp aklı" diyebileceğimiz iki farklı kavrayış sistemi mevcuttur. Bu yaşamda önce sezmek ve sezileni algılamak sonrasında bilinçlenmek geçilen basamaklardır. Sezgileri ve vicdanımızın sesini, O’ndan gelen mesajlar olarak değerlendirilebiliriz.
Başımızdaki aklın, her şeyi tam olarak algılayamadığını, genellikle geçmiş deneyimlere dayanarak ve parçalara ayırarak çalıştığını biliriz. Hatta akıl, sezgilerin mesajını, ortaya çıktıkları anda tam olarak kavrayamayabilir. İşte bu yüzden "kalp ile akletmek", yani sezgisel bilgeliği kullanmak, bilmeden bilmek maneviyatın, tekamülün veya bilinçlenmenin önemli bir göstergesidir. Nitekim Kur'an'da "...onların akledecek kalpleri, işitecek kulakları yok mu? Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; fakat göğüslerdeki kalpler kör olur." (Hac Suresi, 46.Ayet) buyurulur. Kalpten gelen her kavrayış, bizde yeni bir bilinç düzeyinin kapısını aralar. Eğer aklımızı ve kalbimizi (sezgilerimizi) beraber kullanamazsak, cehalet, yoksunluk ve çatışma gibi olumsuzluklar içinde kaybolabiliriz. Ayette de belirtildiği gibi, "Allah, aklını kullanmayanların üzerine pislik (kötülük, sıkıntı, cehalet) yığar." (Yunus Suresi, 100).
Varoluş amacımız; tüm bu açıklamalardan anlaşıldığı gibi okuyarak, idrak ederek, nefsimizi eğiterek ve sürekli yenilenerek tekamül etmek, yani bilinçlenmektir. Çünkü O, "her an yeni bir iş ve oluş halindedir." (Rahman Suresi, 29). Tüm evren, daima yenilenen canlı bir varlıktır. Aslında yaşayan, sadece her şeyin özünde olan o bütünsel güçtür. Ancak bizler, o Yüce Güc'ü tam olarak kavrayıp tanımlayabilecek bir algı düzeyinde henüz değiliz. Büyük İslam düşünürü Muhyiddin Arabi'nin de dediği gibi: "Siz ne düşünüyorsanız, Allah o değildir."
Hakikat'e (O'na) ulaşmada iki temel yol öne çıkar: Sanat ve Bilim. Bu nedenle yaptığımız her davranış ve çalışmada hem sanatsal (estetik ve sezgisel) bir boyut hem de bilimsel (akılcı ve deneysel) bir yaklaşım bulunmalıdır. Çünkü bu iki yol da O’ndan gelir, O’na gider!
Tüm inanan ve inanmayanlara sevgiler.