"Askerler ölmek için vardır; …bir milyon adamın hayatına zerre kadar değer vermem" Napolyon Bonaparte..
Tarihçiler, 5.560 yıllık tarihte, 14.531 savaş saymışlardır. Hakkında bilgiye erişilemeyen savaşlar dolayısıyla bu sayı gerçekte daha çok olabilir. Bir kuşağın ortalama ömrünü 30 yıl kabul eden uzmanlar, bu tarih dilimi zarfında 185 kuşağın gelip geçtiğini kabul ediyorlar. Yine aynı araştırmanın ortaya çıkardığı sonuca göre, söz konusu kuşaklardan sadece 10’u savaş görmeden hayat sürmüştür. Çünkü savaşsız geçen yılların toplamı sadece 300 yıldır ki toplam sürenin sadece yüzde 5’i kadar süren bir barış dönemi söz konusu olmaktadır. Eğer barış içinde geçen 300 yılı düşersek ve geri kalan 5.260 yılda 14.531 savaş yapıldığını düşünürsek, ortalama olarak her yıl 2,80 savaş söz konusu olmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki 20 yılda 40 savaş meydana geldiğinin de altını çizmeden geçmemiş olalım. Ortalama olarak her yıl 2 savaş! Bu savaşlar arasında yıllarca süren ve büyük can kayıplarına neden olan savaşlar olduğu gibi (Vietnam Savaşı), henüz sona ermiş sayılmayan savaşlar da vardır (Arap-İsrail Savaşları). Söz konusu 40 savaşta sivil kayıplar çok fazladır.
Eski çağlarda savaşların, farklı kavimlerin birbiriyle savaşı olabildiği gibi (Türklerle Çinlilerin savaşları gibi), aynı dili konuşan, aynı dine mensup, aynı kültürü paylaşan kavimler arasındaki hanedan savaşları da olurdu (Doğu Göktürkleriyle Batı Göktürklerinin savaşları). Bazı hanedan savaşlarında, komutanların ya da bizzat hükümdarların, haksız savaş başlatmak suçlamasından çekindiklerine, düşmanının zayıf anında saldırarak ya da arkadan vurarak geleceğe kötü örnek olmaktan, tarihe kötü sıfatla geçmekten sakındıklarına dair bazı örnekler biliyoruz.
Savaşları yargılarken, saldırganlık ve nefsi müdafaa durumları üzerinde öncelikle ve ciddiyetle durmak gerekir. Aksi halde nedensellik noktasında, değerlendirmeler büyük ölçüde eksik kalır. Savaşlar, kazara çıkan yangınlar gibi kendi kendine başlamaz; ancak kundaklama ile çıkan yangınlara benzetilebilirler. Bu düşünceye bağlı olarak, savaş, taraflardan biri için haklı gerekçeye dayanırken, diğeri için haksız gerekçeye dayanır. Bunun yanında haklı bir savaşın, gayri adil (haksız) bir şekilde yürütülmesi durumuyla karşılaşabileceğimiz gibi, haksız bir saldırının adil bir şekilde yürütüldüğü durumla da karşılaşabiliriz. Saldırganlık haksızlıktır, saldırganlığa direnmek ise bir haktır. Ancak haklı savaşta da ahlaki kısıtlamalar olduğunu dikkate almak gerekir.
Örnek olarak, önce Çin’de 2640 yıl önce cereyan etmiş bir hanedan savaşını inceleyelim. Sözünü ettiğimiz savaş Çu hanedanı ile Song hanedanı arasında MÖ 638 yılında meydana gelen Hung Irmağı Çarpışması’dır. Bu savaşta olan bitenlerle ilgili eleştirileri içeren yazılı metinler mevcuttur.
Çin tarihinin Bahar ve Güz Çağı olarak anılan döneminde, Sung ve Çu adlı iki feodal devlet, Çin’in orta bölgelerindeki Hung ırmağı kıyısında savaştılar. Sung ordusu, Hsiang adlı bir komutan tarafından yönetiliyordu. Hsiang, önce davranarak ordusunu ırmağın kuzey tarafında savaş düzeninde yerleştirmeyi başarmıştı. Diğer ordunun savaşa başlayabilmesi için ırmağı geçmesi gerekiyordu. Irmağı askerlerin henüz yarısı geçmişken Hsiang’ın subaylarından biri yanına geldi ve yarısı henüz ırmağı geçmemişken saldırmalıyız, dedi; Çuların kalabalık olduğunu, kendilerinin düşmana göre azınlıkta olduğunu öne sürerek, hepsi ırmağı geçmeden saldırmamız için emir verin, diye ısrar etti. Komutan bunu şerefsizce bir davranış olarak gördüğünü söyleyerek teklifi reddetti. Düşman ırmağı geçti, savaş için hazırlığa başladı ve henüz hatlarını oluşturamadan aynı subay yine geldi ve derhal saldırma emrinin verilmesini istedi. Komutan yine reddetti. Hücum emrini, hatlarını istediği gibi oluşturduktan sonra Çuların kumandanı verdi. Bu savaşta Song ordusu dağıldı ve kumandan Hsiang yaralandı. Halkı, bu ağır yenilgi yüzünden Hsiang’ı suçladı.
O ise kendini şöyle savundu :
“Seçkin kişi rakibinde ikinci bir yara açmaz ve saçları kırlaşmış hiç kimseyi tutsak almaz. Atalarımız ordularını savaş alanında topladıklarında, dar yerden geçen bir düşmana saldırmazdı; çökmüş bir hanedanın zayıf bir temsilcisi olsam bile, davullarımı düzene girmemiş bir düşmana saldırmak için vurdurmam.”
Kumandan Hsiang, herhalde her iki orduda savaşan askerlerin kendi halkı olduğunu, eğer ahlâk değerlerine uygun bir saldırı gerçekleştirmezse, hem kendisinin hem de temsil ettiği hanedanın tarih önünde mahkûm olacağını düşünmüş olmalı.
Benzer özelliklere sahip bir çatışma da, 19. yüzyılda, Mısır’da, Osmanlı’ya isyan eden Mehmet Ali Paşa’nın evlatlığı İbrahim Paşa komutasındaki kuvvetlerle, Osmanlı kuvvetleri arasında cereyan eden Nizip Savaşı sırasında meydana geldi (1839).. Çin’le ilgili olan olayı Mao Zedung’un gerilla taktikleri üzerinde yaptığı değerlendirmelerden, Osmanlı ile ilgili olan olayın içyüzünü ise Alman mareşali Moltke’nin Osmanlı ordusunda görevliyken ülkesine gönderdiği mektuplardan öğreniyoruz.
Osmanlı ordusu Nizip’te İbrahim Paşa kuvvetlerine yenildi ve bu yenilgi yüzünden Osmanlı devleti Rusya, İngiltere ve Fransa arasında oyuncak haline geldi, Büyük Güçler karşısında zayıflığı kat kat arttı. Moltke, söz konusu yenilgiyle ilgili, konumuzu ilgilendiren üç önemli neden öne sürer. Osmanlı ordusunun daha güçlü ve moral bakımından da üstün konumda olmasına rağmen yenilgiyi hazırlayan söz konusu nedenler Moltke’nin mektuplarında şöyle sıralanmıştır:
Birinci olarak, Osmanlı ordusu eline iyi bir fırsat geçtiği halde, cuma günü saldırmanın şer’an caiz olmadığı gerekçesiyle büyük bir fırsatı tepmiştir. İkinci olarak, birkaç gün sonra yanlış konuşlanan Mısır kuvvetlerine gece baskını yaparak sonuç alma fırsatı doğmuş iken, ulema, haydut gibi gece baskını yapılmasının halifenin ordusuna yakışmayacağına dair fetva vermiş ve böylece ikinci bir fırsat da kaçmıştır. Üçüncü olarak, Osmanlı ordusu arazi yapısı dolayısıyla geri çekilmesi gereken bir yerde, ulema yine, geri çekilmenin padişahın ordusuna yakışmayacak bir davranış olduğunu öne sürerek yine karşı çıkmış ve fırsat yine kaçmıştır. Moltke, bu üç olayı, savaşın yetersiz kimseler tarafından sevk ve idare edildiğini vurgulayarak yenilginin başlıca nedenleri arasında saymıştır. Diğer nedenler burada konumuzu ilgilendirmemektedir. Ancak şu kadarını ifade edelim ki, Avrupalı bir subayın gözünde Osmanlı ordusuyla ilgili diğer eleştiriler, karşıdaki Mısır kuvvetlerinde mukayeseli olarak daha fazla geçerlidir. Bu husus da Moltke’nin mektuplarında yer alan bir görüştür.
Moltke’nin anlattıklarından, Osmanlı ordusunun, karşısındaki orduya saldırı başlatmak için meşruiyet arayışında olduğu anlaşılmaktadır. Moltke’nin bilmediği ve bilmemekte mazur olduğu etkenler söz konusudur. Bu olayı, 2640 yıl önce Çin’de cereyan eden savaşta olan bitenlere paralel bulmaktayız. Kararların doğruluğu ya da yanlışlığı burada konumuz değildir. Karşısındaki ordunun Müslümanlardan ve özellikle de halife-padişahın tebaası durumundaki askerlerden meydana gelmiş olması, ordu yönetimi üzerinde ağır bir baskı oluşturmuş ve sonunda ortaya çıkan ağır fatura Sung ordusunun başına gelenler kadar kötü olmuştur.
Müslümanlar arasındaki savaşı adil yürütmek kaygısıyla benzer bir durum, Hz. Ali ile Muaviye arasında da yaşanmıştır. Bu olay da tarihte aşamaları iyi bilinen bir örnektir.
Hz. Ali halife seçilince, Suriye valisi Muaviye’ nin yerine başka birini atadı. Ancak Muaviye, yeni valinin Suriye’ye girişini engelledi. Ardından, Hz. Ali’nin kendisine itaate davet etmek üzere gönderdiği elçiyi cevapsız geri gönderdi. İkinci bir elçiyi de dört ay oyaladıktan sonra yine cevapsız gönderdi. Savaşın kaçınılmaz olduğunu düşünen Hz. Ali, Mısır, Kûfe ve Basra valilerine haber göndererek savaşa hazırlanmalarını istedi. Daha sonra ordusunun başına geçti ve Suriye’ye doğru yola çıktı. Öncü birliklerinin kumandanına “çatışmayı başlatan taraf olmamasını” tembihlemişti. 657 yılında, iki taraf arasında ilk çatışma çıktı ve Hz. Ali taraftarlarının üstünlüğüyle sona erdi. Buna rağmen, Hz. Ali geri çekilen ve dağılmaya yüz tutan Muaviye kuvvetlerinin üstüne gitmedi, kovalamadı. Onları yeniden, kendisine biat etmeye çağırdı. Teklif yine reddedilince Sıffin ovasında ikinci çatışma çıktı. Çatışmalar aylarca sürdü ve ara ara barış teklifleri ısrarla yenilendi. Hz. Ali askerlerine çatışmaları başlatan taraf olmamaları, yaralıları öldürmemeleri, kaçanları kovalamamaları ve kadınlara dokunmamaları konularında talimatını vermişti. Barış teklifi son kez tekrarlandığında teklif reddedilince çatışmalar yeniden başladı ve 6 gün sürdü. Sonunda, Hz. Ali’nin ordusu isyancılara karşı kesin bir üstünlük sağladı, hatta Muaviye’nin çadırına bile yaklaşıldı. Muaviye kaçmaya hazırlanırken, danışmanı Amr bin As, anlaşmazlığın Kur’an hükümleri ışığında çözülmesi için teklif götürülmesini tavsiye etti. Bunun üzerine Muaviye’nin askerleri, mızraklarının ucuna Kur’an sayfaları asarak savaş alanına çıktılar ve “Ey Iraklılar! Artık savaşı bırakalım, Allah’ın kitabı aramızda hakem olsun” diye bağırmaya başladılar. Bunun üzerine, kendi birliklerinin muhalefetine rağmen Hz. Ali, Muaviye’nin teklifini kabul etti. Hz. Ali ve Muaviye, kendilerini temsil edecek birer hakem tayin ederek askerlerini çektiler. Hz. Ali’nin birlikleri Kûfe’ye geri döndü; diğerleri de Şam’a gittiler. Ancak hakemler, olayı daha da karmaşık hale getirdiler. Sonuçta Müslümanlar fırkalara bölündü. İslam tarihinin o günlerinde cereyan eden olayların etkileri, bugün dahi İslam dünyasında sürmektedir.
Bu noktaya geldikten sonra, İslam inanışında savaş konusuyla ilgili bir parantez açmak istiyoruz. Çünkü dünya kamuoyunda “İslamcı terör” den söz edilmeyen gün neredeyse yok. Afganistan’dan Nijerya’ya kadar yayılan alanda cereyan eden masum insanlara yönelik katliamlar yüzünden, dünya kamuoyunda İslam dinine ve Müslümanlığa yönelik şiddetli bir karşı propaganda yürütülmektedir.
Devam edecek