“Aman bir kenarda dursun” duygusuyla yaşar bazı insanlar. Biriktirmekten hoşlanırlar.
Koleksiyon yapmak, onlar için bir hayat biçimi olmuştur. Pul biriktirirler, peçete biriktirirler, taş plak, kaset, cd, kitap biriktirirler. İşin ilginç ve aslında acı tarafı, çoğu nadide olan bu koleksiyonların sefasını genellikle asıl sahiplerinin sürmemiş olmalarıdır.
Bu insanlar için her şey ileridedir. Bu kendine has ve ne zaman geleceği meçhul zaman dilimi, asla gelmez. Gelse de kişi fark etmese dahi artık zaman hayli geçtir birçok şey için…
Bunun psikolojik, sosyolojik ve hatta varsa patolojik açıklamasını elbette uzmanlar yapabilir. Bu konudaki naçizane gözlemim insanın var olan ve kendini baskılayan, mutsuz eden, umutsuzluğa ve geleceksizliğe sevk eden “gerçek” çevre ve dünyaya bilinçli ya da bilinçsiz bir tepki olarak “kendi dünyasını” yaratma gayretine giriyor olması şeklinde. Katlanmak için… Ya da “o gün” geldiğinde “tedarikli olma arzusu”, bilemiyorum.
Geçen gün bir arkadaşımın sosyal medya hesabında Ahmet Ümit imzalı bir söz gördüm, kendisine mi ait bilmiyorum ama güzeldi.
«
İnsan her şeye alışır diyorlar ya, öyle değil aslında. Başka çaren olmadığı için katlanıyorsun ama alışmıyorsun.
»
Gerçekten de öyle! İnsan, dayanma gücü oranında katlanır ama asla alışmaz! Halen insan kalabilmişse tabi…
Şunu iyi biliyorum ki en kötüsü “yaşanmamışlık biriktirmek” aslında... İlerde yaşanılır umuduyla durup beklemek, beklemek, beklemek...
Bir saat sonrasının bile garanti olmadığı bir varlık havuzunda ne kadar “iyimser” bir tutum! O zaman gelecekteki “biz”, bugünkü “bize”, “senin yaşaman gerekip de yaşamayıp bana gönderdiklerinin kalabalığından kendi yaşamam gerekenleri göremiyorum” diye kafa tutmaz mı? Kanamaz mı yüreğimiz? Duygularımızın aşırı sürtünmesinden içimiz acımaz mı? Bu, umutlu değil, aksine içten içe tüketen, umutsuz bir bekleyiştir.
Sonunda ortaya çıkan ve kimsenin doğal olarak sahiplenmediği “olmamışlık” durumuna bu antiempatik dünyada herkes kendi açısından bakıp birbirini suçlasa da varılan nokta gayet açıktır.
“Artık, suçlu aramak için bile çok geç!”
Beri yandan, bir kişisel kanaat olarak, hayatta birçok bakımdan görece olarak “daha iyi” hatta “kazançlı” tarafta olan insanların, birkaç “yenilgiden” sonra “oynamaktan” vazgeçenleri yaftalamalarını da doğru bulmuyorum. Tıpkı, “kaybedenlerin” kendi kayıplarına sebep olarak kendileri dışında unsurları öne çıkarmalarını doğru bulmadığım gibi…
Aslına bakarsanız bu “olmamışlık” konusunda hem herkes haklı hem de herkes haksızdır. Çünkü bütün problem, o ilk yanlış iliklenen düğmede ve hatta kişinin karşılaştığı ilk engele gösterdiği ya da gösteremediği tepkidedir. Çevresel faktörler de cabası… Ah keşke azıcık empati yapabilsek!
İlk defa lisede okurken seyrettiğim bir filmdir “Ölü Ozanlar Derneği”, bilen bilir. O filmde duymuştum yine ilk kez Latince “Carpe Diem” lafını.
Carpe Diem... Yani, “ânı yaşa!” Bu sözün anlamını ve bir dakikanın dahi önemini çalışma hayatına huzurevinde başlamamın ardından çok genç sayılabilecek bir yaşta fark ettim. Ha, kendi çabasıyla ancak belli bir noktaya kadar engelleri aşabilen bir birey olarak bu farkındalıkla ne yapabildim o da ayrı bir konu!
Hayat böyle! “Emeksiz yemek olmaz” ama “emek verdikten sonra önüne çıkacak yemeğin” garantisi yok bu alemde! Bir “avuntu” yaklaşımı olarak “nasip, kader, kısmet” meselesi, bu adaletsiz dünyaya bir katlanma aracı insan evladı için sadece. Bütün dinî inanç ve ritüeller gibi… İnanç, ideoloji ve öğreti dediğin şeylerin varlıkları da bu gerçeğe dayanmıyor mu?
Zamanın ve yaşanmışlığın kıymetli olduğunu yıllar öncesinden fark etmek hem iyi hem de bilinçli bir hayatın malum getirisiyle acılı. Çünkü insanın kendine çizilen sınırları aşması her zaman kolay hatta mümkün olmuyor ne yazık ki! Üzerinize gelen tırdan, önce korkmak, sonra kaçmaya çalışmak, çabalarınızın yetmediğini fark edip kaçamayacağınızı anlayınca da istemeyerek de olsa bir “katlanma refleksi” olarak “nerede doksan dokuz, orada yüz” deyip kollarını açmak gibi bir şey!
Yıllar önce yazmışım.
«
Sandım ki gelecek‚ erilen nokta.
Gidilir gidilir, menzil uzakta.
Zamanın ritmini duymaz da insan‚
Yaşamak ister hep‚ bekler anbean.
Hayatın içinde koşuşturmaca‚
Bir dakika nefes‚ bilmem ki kaça?
İlerde ilerde‚ yıllar ilerde!
Gün gelip bitecek; acaba nerde?
Sızladı yüreğim‚ geçmişi andım.
Geriye dönülmez; demek aldandım.
Aralık/1992
»
Galiba hepimize “geleceğe dünden başlanmış bir bugün” lazım!
Çünkü zaman dediğin, bir kırık testiden sızan, içsen de içmesen de tükenmeye mahkûm, miktarı belirsiz sudan ibaret.
Acaba bunun için çok geç mi kaldık?