Takvimler 25 Mayıs 1919’u gösteriyordu. Mustafa Kemal Samsun’a çıkmış oradan da kırık dökük bir otomobille Havza’ya doğru yol alıyordu. Hava dumanlıydı ve yağmur da çiselemeye başlamıştı. Hemen ötede, yaşlı bir köylü çift sürüyordu. Paşa selam verip, hal hatır sorduktan sonra köylüye “Hemşerim düşman gelmiş Samsun’a dayanmış sen de burada toprağını sürüyorsun” diye takılır. Çiftçi de “Paşa, paşa, sen ne diyorsun. Biz üç kardeştik, iki de oğul vardı. Yemen’de, Kafkasya’da ve Çanakkale’de hepsi şehit oldu. Sadece ben kaldım, evde sekiz öksüz ve üç dul kalmış kadın var. Hepsi de şu sabanın ucuna bakıyor. Benim vatanım da işte bu tarla. Düşman bu tarlanın ucuna gelene kadar benden kimseye hayır yok” diye sitem eder. Durumun vahameti ortadaydı. Köylü diyeceğini demişti.
Ümitler tükenmiş, üstelik fakirlik ve fukaralık da diz boyuydu. Paşa ve arkadaşları hiç yılgınlığa kapılmadan külüstür arabaya binip yollarına devam ettiler. Fakat araba sürekli arıza yapıyordu. İte kaka biraz gittikten sonra tamamen durdu. Yol yokuştu, yürümekte zordu. Ama tek çare, yarım saat ileride olan Karageçmiş köyüne kadar yürümekti. Belki orada bir araç bulabilirlerdi. Mustafa Kemal, arkadaşlarına hep beraber “Dağ başını duman almış” marşını söyleyelim. Bu bize güç verir, yorulmayız dedi. Hep birlikte, bütün güçleriyle bu marşı defalarca söyleyerek köye ulaştılar.
"Dağ başını duman almış,
Gümüş dere durmaz akar.
Güneş ufuktan şimdi doğar
Yürüyelim arkadaşlar.
Sesimizi yer, gök, su dinlesin.
Sert adımlarla her yer inlesin!..."
Bu marş mücadelenin, umudun ve her koşulda ileriye bakmanın ruhunu taşıyordu. Milli Mücadele bu ruhla kazanılmıştı.
Bu günlerde milli servetimiz olan ormanlarımız yanıyor.
Ne yazık ki, bu konuda bir öngörüsüzlüğün olduğu, yeteri kadar tedbir alınmadığı, hatta yangınla mücadele için gerekli ve yeterli araç gereç donanımının oluşturulamadığı noktasında toplumda bir izlenim oluştu. Bu çok acı bir durum. Bir taraftan talan edilen dağlar, taşlar, dereler, ırmaklar yetmezmiş gibi günlerdir de ciğerlerimiz yanıyor. İmece usulüyle çalışarak, canı pahasına yangınla müdahale eden insanımızın çabası takdire şayandır. Bu yurtsever insanlarımıza selam olsun. Kahraman insanlarımıza minnet duygularımızı bir kez daha iletelim.
Orman demek vatan ve yaşam demektir. Orman yoksa yaşam da, vatan da yoktur. Atatürk ve arkadaşları bunun bilincindeydi. Büyük Aydınlanmacı bir doğa aşığıydı. Bu öyle bir sevgiydi ki; 1930 yazında, Yalova’daki köşkünde çalışanlar yandaki çınar ağacının köşke zarar verdiğini ve dallarının kesilmesi gerektiğini söylerler. Çınar ağacının dalının kesilmesine gönlü razı olmayan bu Büyük İnsan ne yapar, ne eder köşkün raylar üzerinde kaydırılarak yerinin değiştirilmesini sağlar. Baş Öğretmen Cumhuriyet kurulduktan sonra, Ankara’da 52.000 dekarlık bataklık ve sazlık yeri yemyeşil bir alan yapmıştı. Kendi adıyla bilinen “Atatürk Orman Çiftliği” bozkır ortasında bir doğa harikası haline gelmişti. Şimdiki durumu ise içler acısı. Paramparça olmuş bir yer.
Cumhuriyetin bütün kazanımları böyle bir ruhla ve azimle kazanılmıştı. Aynı ruhla, aynı azimle hiç vakit kaybetmeden derelerimize, ırmaklarımıza, dağlarımıza, göllerimize, denizlerimize ve ormanlarımıza sahip çıkmak bir vatandaşlık görevidir. Ülkenin her karış toprağı bizim geleceğimizdir. Hiç kimsenin toprağımızı, suyumuzu, havamızı kirletmeye ve yok etmeye hakkı yoktur. Bu değerlerimize sahip çıkmak demek geleceğimize sahip çıkmak demektir. Aynı zamanda insan onurunu, ülkemizin kardeşliğini, yaşamı ve geleceğimizi korumak demektir. Bu bir insanlık ve bir yurttaşlık görevidir.
Hep bir ağızla, kaldığımız yerden….
“Bu gök, deniz nerede var
Nerede bu dağlar, taşlar
Bu ağaçlar, güzel kuşlar
Yürüyelim arkadaşlar!
Sesimizi yer, gök, su dinlesin,
Sert adımlarla her yer inlesin.”
...
Yararlanılan Kaynak:
Mütercimler, E. (2019). Fikrimizin Rehberi Gazi Mustafa Kemal. İstanbul: Melisa Matbaacılık. (s.452, 453).