Prof. Dr. HİLMİ ÖZDEN yazdı: "Üçüncü Kılıç, İzmir’in Kurtuluşu Ve Yüzbaşı Şerafettin” -3-"

26 Ağustos günü Süvari kolordusu, önce Türk topçusunun hatları dövüşü ve piyadenin hareketle geçtiği anlarda, planda öngörüldüğü gibi cephenin yarılmasını beklemeye başladı.  Süvari kolordusu bir süre bekledikten sonra, artık süvarilerin harekete geçmesinin ve seri biçimde hareket etmesinin zamanının geldiği anlaşıldı. Genel karargâhtan gerekli emirler verildi (Fahrettin Altay, İstiklal Harbimizde Süvari Kolordusu, İnsel Yayınları, 1949,s. 44). Süvarilere yürüyüş emri verildiğinde zamanlar zaten Sandıklı yönünde Sinan Paşa'ya doğru yürüyüş halindedir halindeydiler (88). Yüzbaşı Şerafettin'in görev yaptığı Miralay Zeki Bey komutasındaki ikinci tümen öteki tümenle birlikte görevini tamamlamış Fahrettin Paşa'ya katılmaya çabalıyorlardı (96). 

TRİKOPİS’İN ZOR ANI VE SÜVARİLER

O günlerde Yunan başkomutanlığı Trikopis Yaşamının en zor günlerinden birini yaşıyordu. Diyenis  en güvendiği yardımcılarından biriydi ve Yunan destek gruplarına komuta ediyordu. Türk süvarileri Trikopis kuvvetleriyle Diyenis grupları arasına sızmış aralarındaki bağlantıyı kesmeye çalışıyorlardı. Bu bir anlamda Trikopis’in nefes almasını önlemek demekti. Türk süvarileri Diyenis’e bağlı ihtiyat gruplarını yıpratmayı  amaçlamıştı. Türk süvarileri Diyenis’in kuvvetlerine olabildiğince büyük darbeler vuruyor sonra da seri bir hareketle çekiliyorlardı. Bunun sonucunda düşman “İhtiyat Kuvvetleri” daha fazla direnemediler ve bozguna uğradılar. Bu ani baskınlar o kadar etkiliydi ki sonradan esir olan bir Yunan subayının anlattığına göre Diyenis’in yattığı çadır bile dedik deşik olmuştu (Fahrettin Altay a. g.e.,s. 90).  Yunan yedek güçleri tam bir yenilgi içindeydi. Türk akıncıları Diyenis’in iİhtiyat kollarına saldırıyorlardı. Bu ani baskınlar karşısında ne yapacağını bilemeyen yüzlerce otomobil ve diğer motorlu taşıtlar, karayolundan çıkarak dağlara kaçmaya çalışıyorlardı (97). 

Yunanlılar telaş içindeydiler. “Kemal'in askerlerinin” geleceğini söylüyorlar korku ve telaş içinde bulunuyorlardı. O kadar ki Yunan Karargah askerleri ertesi sabah kaçarken kumandanlarının gecelediği köyü yakmak ve zavallı köy halkını öldürmek gibi zalim ve utanç verici hareketlerden bile geri kalmamışlardı (Fahrettin Altay, a. g.e., s. 91). Bütün bunlar, yüreklerden uzak değildi. Olan biten belki ayrıntılarıyla bilmiyordu ama genel durumdan artık Yunan ordusunun tükenişe geçtiği anlaşılıyordu. Mustafa Kemal Paşa durumdan olabildiğince an ve an haberdar olmaktaydı. Bu anı anlatırken şu cümleleri kullanmaktaydı: “Arkadaşlar, saatler ilerledikçe gözlerimin önünde gelişen manzara şu idi: düşman başkumandanın şu karşı ki tepede son gayreti ile çırpındığını görüyordum. Bütün düşman mevzilerinde büyük bir heyecan ve helecan vardı. Artık toplarının, tüfeklerinin, mitralyözlerinin ateşlerinde sanki öldürücü hassa kalmamıştı. Bu ovadan kuzeyden ve güneyden birbirini izleyen avcı hatlarımızın gruba yaklaşan güneşin son ışıkları ile parlayan süngüleri her an daha ileride görülüyordu. Bataryalarımızın aralıksız ve amansız ateşleri düşman mevziini içinde barınılmaz bir cehennem haline getiriyordu. Güneş mağribe/ batıya yaklaştıkça, ateşli, kanlı ve ölümlü  kıyametin kopmak üzere olduğu bütün ruhlarda his olunuyordu. Bir an sonra cihanda büyük bir yıkım olacaktı ve beklediğimiz Kurtuluş güneşinin doğabilmesi için bu yıkım lazımdı. Hakikaten semanın karardığı bir dakikada Türk süngüleri düşmana doğru o sırtlara hücum ettiler. Artık karşımızda bir Ordu bir kuvvet kalmamıştı” (Mahmut Esat Bozkurt, a. g.e., s.136). (101-102). 

Süvari kolordusu büyük bir ümit olmuştu. Süvari kolordusu komutanı Fahrettin Paşa en önemli noktalarda riskler alıyor, savaşın yazısını değiştirecek hareketlere girişmekten geri kalmıyordu. Garp cephesi komutanı İsmet Paşa idi. O Süvari kolordusu komutanı Fahrettin Paşa'nın yeteneklerini özverisini ve azmini biliyordu. Fahrettin Paşa'nın süvarileriyle düşmanın arkasında cirit attığını daha karargahında kendisine ulaşan raporlardan görmüştü. Bunu Trikopis’in esir olduktan sonraki anlattıklarından da biliyordu. Yunan karargahının Türk süvarisini aniden arkalarında görünce herhangi bir önlem almaya bile girişemediğini, hatta Yunanlı komutanın çevresindekilere böyle bir şeyin olamayacağını ileri sürerek inanmakta güçlük çektiğini öğrenmişlerdi. (İsmet İnönü, Hatıralar, I,  Bilgi Yayınları, İstanbul 1985, 293). Öyle ki Trikopis bizzat Paşa'ya daha ilk karşılaşmalarında “ süvarileriniz arkamıza düştü. telaş ettik” derken de telaşını üzerinden atamamıştı (İsmet İnönü, a.g.e., 293) (102).

İşte Yüzbaşı Şerafettin'in Tümeni Trikopis’inin karargahını kurduğu Ulucak köyüne ilk yönelen Süvari birliklerinden biriydi. O gün yani Trikopis o büyük endişe ve kaygıyı yaşarken onlar atlarının üzerlerinde ellerinde  mavzerleri ve kılıçları Ulucak köyünü geçiyorlardı (103). Bu arada Türk saldırısı gittikçe gelişiyordu. Düşman Dumlupınar'da sıkışmış ve kanlı boğuşmalar sonunda önce Türk topçusunun ateşi, ardından piyadelerin süngü hareketiyle imha edilmişti. Kaçmak isteyenler de Türk süvarilerinin hedefi oluyorlardı. 30 Ağustos 1922 günü Mustafa Kemal'in deyişiyle düşmanın kuvve-i asliyesi büyük ölçüde yok edildi (Atatürk'ün Söyle ve Demeçleri, I,  İstanbul 1945, sayfa 252). (104). 

Artık, Türk ordusu muzafferdi. Büyük bir zafer elde etmişti. Türk süngüsü bağımsızlığın yolunu açmıştı. Gözler, ufukların ötesinde kendilerini bekleyen Akdeniz'di.  Düşman geçtiği yerleri yakıyor ve yıkıyordu. Bundan sonra ne olursa olsun, bir an önce  oralara ulaşmak, işgalin yıkımlarını daha aza indirmek, hatta çok yere düşmandan daha önce buralara ulaşarak, yıkımın önüne geçmek gerekiyordu.
Bunu yapacak öncelikli olarak süvarilerdi…..
Paşa derhal kararını verdi. Batı Cephesi Kurmay Başkanı Asım Paşa'nın (Gündüz) elinde tuttuğu bir çanta üzerinde savaş meydanında meşhur emrini yayınladı: “ Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!” Akdeniz; yani İzmir
…. (105).

Süvari kolordusunun görevi düşmanın kaçış yollarını tıkamak ve geçiş yollarında gereken önlemleri alarak yerleşim yerlerinin yakılıp yıkılmasını önlemeye çalışmaktı. Bunu sağlamak için olağanüstü bir çaba gösteriyorlardı. Düşmanın daha fazla yıkım yapmasının önüne geçmek için seri hareket etmek lazımdı. Düşmanın hedefi İzmir'e varmak; Türk süvarilerinin de hedefi İzmir'in mavi denizini kucaklamaktı. Yunan kıtaları kaçıyor, Türk ordusu takip ediyordu(107).  Yunan Ordusu geçtiği yerleri yakıp yıkıyor, Türk süvarileri onlardan daha önce bu yörelere ulaşıp yakıp yıkmanın önüne geçmeye çalışıyorlardı. Yunan kıtaları, Türk süvarilerinin atlarının soluklarını enselerinde hissediyorlardı. Artık amansız bir takip harekatı başlamıştı. Bu nefes nefese bir yarıştı. Yunan kaçkınları Türk süvarilerinin nefeslerini ve at kişnemelerini enselerinde ha duydu ha duyacaklar korkusu ve endişesini yaşıyor; süvariler ise hedefe bir an önce ulaşmak için atlarını mahmuzluyor ve kıyıya dağ, geçit demeden akıyorlardı. Kimi zaman gruplar halinde kimi zaman da toplu halde Yunan askerleri firar ediyorlardı. Çekilen Yunan kıtaları sürekli olarak enselerinde Türk atlılarının soluklarını sırtlarında Türk mızraklarının ucunu başlarında ise Türk kılıçlarının parıltısını görüyor ve duyuyorlardı (108).

İZMİR: UFUKTA BİR KIZIL ELMA

Anadolu bozkırı, hızla ısınmış; savaşın ateşi, bozkırın soğuğuna üstün gelmişti… Artık Süvari kolordusunun hedefi İzmir'di.  Kolordu'nun diğer tümenleri gibi Yüzbaşı Şerafettin Beyin Tümeni de İzmir'e doğru nefes nefese atlarına sürüyordu. Arka arkaya muharebelere giriliyor; süvariler mavzer ateşliyor, kılıç sallıyor, kim anlarda göğüs göğüse çarpışıyorlardı. 3 Eylül günü 2 tümen rastladığı bir düşman müfrezesine saldırdı ve müfrezeyi yok etti. 4 Eylül günüydü süvariler Kula'ya girdiler. Fahrettin Altay adı geçen eserde (s.53- 56):  “Kula Akdeniz'in kendine özgü havasının hissedildiği bir iç kasabaydı burada zayıf bir düşman kuvvetinin olduğu görülüyordu. Düşman zayıf da olsa verebileceği acılar büyük olabilir bu güzel kasabayı yakıp yıkabilirdi. Müslümanlara hedef alan toplu katliamlar yapabilirdi. Kuşkuların bir süre sonra doğru olduğu anlaşıldı. Düşman Türk süvarilerinin gelmesi durumunda kenti yakmaya hazırlanıyordu. Süvariler bu kötü olasılığın önüne geçmek için acele davrandı; Yunanlıların olası katliamına yer bırakmadan hızla Kula'ya girdiler. Türk süvarilerin hızla gelişleri ve değişik yerlerden Kula’ya girmeleri ile düşman askerleri baskına uğramış oluyorlardı. Çatışmalar meydana geldi. süvariler açılan ateşe karşılık verdi. Sonunda galip geldiler ve yüz kadar Yunan askere esir alındı” (110-111). Kurtulan kasabada sevinç çığlıkları ve bağırışları duyuluyordu bağırıp çağırarak ve ağlayarak evlerinden saklandıkları kuytu yerlerden dışarı fırlayanlar kendilerini süvarilerin atlarının altına atıyorlardı. O öyle bir duygu ortamı yaratmıştı ki görenler bu havadan etkilenen süvarilerin de sevinçten ağlaşan halkla birlikte gözyaşı döktüklerini dile getiriyorlardı. Kanlı gözyaşları diyor ki kendi askerine minnet duygularıyla sarılan İnsanların bu coşkusu karşısında savaşarak kaçkın firarileri kovalayarak oralara kadar aç susuz uykusuz gelmiş olan süvariler uykusuzluğu yorgunluğu unutmuşlardı. Hiçbir emir verilmemesine karşın yorgunluklarını unutan süvari kıtaları kendiliklerinden Yunan askerlerini izlemeyi sürdürüyorlardı.  Türk süvarilerinin “Kılıç artığı” dedikleri çatışmadan kurtulup kaçabilenlerin atlarla izlenmesine başlandı. Süvariler de bitkin ve yorgundu hayvanları da.. Onlar bu zorlu ilerleyiş sırasında sayısız tehlikelere karşı inadına ilerliyorlardı. Giderlerken de çoğu zaman atlarının eğerleri üzerinde uyuyorlardı. Gıda depolarından uzaklaştıkları ve hareket anında da yiyecek bulmakta zorlandıkları için açlığa karşı da direnmek zorundaydılar. Günler boyunca hiçbir şey yememiş olan süvariler vardı. Ancak yanan ve yakılan kendi yurtları, öldürülenler de kendi İnsanları olduğu için gözlerinin açlığı falan gördüğü yoktu. Girdikleri yanıp yakılmış kentlerde kuyulardan insan cesetleri çıkarıyorlardı (111-112). Bir köye ya da kente girdiklerinde süvarilerin ellerinde al sancağı gören Türklerin, ürkek, bezgin, önce korkan, sonra coşkulu gözlerle, dağlardan saklandıkları mağaralardan, ağaç kovuklarından kendilerini karşılamak için indiklerine tanık oluyorlardı (112). 

Yüzbaşı Şerafettin'in bağlı olduğu ikinci tümene 45 kilometrelik yürüyüş emri verilmişti. Tümen Dereköy istasyonuna doğru ilerliyordu. Dereköy'de Yunan askerleri vardı. Kasabada toplu halde bulunuyorlardı. Türk birlikleri ile Yunan askerleri arasında kanlı bir muharebe olmuştu. Yunan askerleri Ödemiş yönünde dağlara kaçmaya başladılar. Kaçarken oldukça önemli oranda silah ve mühimmatlarıyla toplarının bir kısmını Dereköy'de Türk süvarilerine terk etmek zorunda kalmışlardı. Yüzbaşı Şerafettin arkadaşlarının gözlerinin önünde vurulup ölen ve yaralanan arkadaşlarına elbette içleri yandı; ancak yürümek ve İzmir'e ulaşmak her Türk süvarisinin, özellikle böyle zor anlarda en büyük dileğiydi (113). Düşman Alaşehir'i yakıp yıkmıştı. Kasabada büyük bir katliam işlenmişti. Ova köyleri de yakılıp yıkılmış kadın ve çocuk ayırt edilmeden pek çok kişi Bağında bahçesinde vurulmuş öldürülmüş ya da yaralanmıştı. Süvariler Alaşehir'in içinden geçerken dağlarda saklanmış olan köylüler de kasabaya doğru iniyorlardı. Günlerce dağlarda saklanmış olan bu insanlar Perişan ve açtı. Dağlarda düşmanın üzerlerine gelmesi durumunda ona karşı koymak için kendi aralarında silahlı müfrezeler oluşturmuşlardı. Bir direniş olduğunu hisseden Yunanlılar da çoğu zaman üzerlerine pek gidememişti; Çünkü zaman yitirmek istemiyorlardı. Köylülerden bu şekilde yaşamlarını kurtarabilen insanlar bulunuyordu (Türk İstiklal Harbi II, ( Batı Cephesi) sayfa 133). Süvariler Salihli'ye yaklaştıklarında Yunan askerlerinin direnişiyle karşılaştılar. Türk süvarilerin artık öncelikli işi Yunan birliklerini izlemek değildi. Salihli yanıyordu; süvariler düşmanı bırakmış yanan Kasabanın derdine düşmüşlerdi. Halkın perişan görüntüsü ve savaşın dehşeti en canlı biçimde gözlerinin önündeydi. Derhal Salihli’yi yangından kurtarmak için harekete geçtiler. Yangına müdahale edip kurtarmak için çabaladılar ancak büyük ölçüde bu çabalar yetersiz oldu. Salihli sanki bir kül yığını haline gelmişti (Fahrettin Altay, a. g. e., s. 60- 61) (119). 

Düşmanı kovalamak başka yanıp yakılan yerleri gördükçe hınçlaşmak ve İzmir'e hırsla yürümek daha başkaydı. Yüzbaşı Şerafettin ve Arkadaşları anlatılmaz bir hızla mesafeleri aşıyor, İzmir'e Doğru uçuyorlardı. Adım adım İzmir'e doğru ilerliyorlar düşmanı kovalıyorlardı. Şerafettin ve diğer süvari arkadaşlara özellikle buralardan geçerlerken, kaçan  düşman askerlerinin köyleri kasabaları yakmaya devam ettiklerini intikamını sivil halktan, kadınlardan, kızlardan, çocuklardan aldıklarını görüyorlardı. Adım başı rastladıkları yürekler acısı manzara hızlarını büsbütün artırmalarına neden oluyordu (120). Derken Türk süvarileri Sart’a girdi. Burada da yuvalanmış Yunan askerleri süvarilerin müdahalesi ile dağıtıldı. Sart hızla düşman askerlerinden temizlendi. Yunan askeri geçtiği yerlerde yiyecek olarak kullanılabilecek her şeyi Türkler ulaşamasın diye yakmıştı. Yiyecek bulunabilecek ambarlar yok edilmişti. Allah'tan mevsim yazdı süvariler geçtikleri yerlerde yiyecek olarak çoğu zaman kuru üzüm ve kimi yemişler meyveler bulabiliyorlardı.  7 Eylül Akşamı iyice  kıyıya yaklaşmışlardı. Köylüler düşmanın Menemen'e doğru çekildiğini ve oralarda yani Menemen yakınlarında yığınak yaptıklarını söylüyorlardı. Menemen, Manisa, Nif ( Kemalpaşa) boğazlarında düşmanın direnmesi ve İzmir'i kolay kolay bırakmak istemeyişi anlaşılıyordu (120-121). 

Yüzbaşı Şerafettin Beyin kolordusu Eylül ayının sekizinci günü sabahleyin saat 11 sıralarında Manisa önlerine gelebilmişti. Yüzbaşı Şerafettin Bey öncü kollar arasındaydı. O gün gördüklerini notlarında şöyle anlatmıştı “ burada gördüğümüz manzara cidden feci idi. Yollar sokaklar Şehit edilmiş Müslüman cesetleri, şuraya buraya atılmış her nevi eşya ile dolu idi. Dehşet içinde kalan ahaliden, düşman zulmünden kurtulabilenler bağlara, derelere iltica etmişlerdi. Bu esnada bizi gören perakende düşman efradı da ateş etmeye başladı. Bu efrad tümenin muhtelif kıtaları tarafından kuşatılarak esir edildiler. Bundan sonra kıtalar tekrar İzmir üzerine seri yürüyüş halindeki düşmanla teması koruyordu ( İzmir'e  İlk Gelen Süvariler, Ordu Zafer ve Fuar, 1965 sayfa 14) (122-123). 

Yüzbaşı Şerafettin'in Tümeni 8 Eylül günü tam 60 kilometre yol yürümüştü. Hava karardıktan 2 saat kadar sonra hafif bir alacakaranlıkta Mütevelli köyüne girildi. Bütün askerler yorgunluk, açlık susuzluk gibi nedenlerden dolayı bitkin durumdaydılar; ancak İzmir'e ha girildi ha girilecek bir noktada olmanın heyecanıyla yorgun bedenler, o işten gelen dürtüyle daha bir başka  diriliyordu (125)

Bu sırada tümenlerin Manisa'ya doğru arkadaki ağırlıklarının akışı devam ediyordu. Kolordu karargahı da  Manisa'ya gelmişti. Yangından dağlara kaçan halk gruplar halinde geri dönüyorlardı. Manisa ise gerçekten perişandı. Koca kent yakılıp yıkılmış bir harabeye dönmüştü. Karargah Manisa'ya gelince Fahrettin Paşa genel durum hakkında bilgi aldı. Ardından da kararını verdi artık İzmir'e girmek mümkündü. Bir süre sonra süvarilere Horozköy evlerinden ve bahçelerinden ateş açıldı. Bu köyde önceleri Rumlar otururdu burada bir direniş noktası oluşturulduğu anlaşıldı. Ayrıca Manisa yöresinden bazı firari Yunan kafileleri alaya hücum ettiler. Bu saldırganlar püskürtüldü. Püskürtme hareketi devam ederken Horozköydeki Rumlar etkisiz hale getirildi bir süre sonra süvarilere tuzak kuran 300 kişilik düşman gücünden çok sayıda saldırgan öldürüldü. Tümene bağlı güçlere tuzak kuranların Ermenilerden oluşan çeteler olduğu sonradan anlaşıldı. Bu kişilerden bazılarının Manisa'daki yangını genişletmek için düşman tarafından Manisa'da bırakılan çeteler olduğu belirtildi. Şimdi kaçabilenler Sabuncu Gediği olarak bilinen yöreye kaçmaya başlamışlardı. Bunların da direnişe geçip geçmeyeceği bilinmiyordu (126-127). 

Fahrettin Paşa İzmir yönünde hareket emrini verdiğinde Türk süvarileri zaten İzmir'e açılan dağları bayırları tutmuşlar, neredeyse Sabuncubeli’ne çıkmışlardı (130).  Yüzbaşı Şerafettin Türk süvarilerinin İzmir'e doğru hareket eden ve yürüyüş halinde bulunan düşmanla teması koruduğunu not ediyordu. Sabuncu boğazına girdikten sonra Bornova'nın Doğu sırtında yerleşmiş düşman Kuvvetleri ile çatışmaya girmişlerdi. O günkü çarpışmalarda ikinci tümenden bir subay ve 3 Nefer yaralanmış 3 hayvan ölmüş 3 hayvan da yaralanmıştı, düşmandan ise 200'den fazla kişi öldürülmüştü 80 kadar esir alınmış ve birçok eşya ele geçirilmişti (133). Artık Türk süvarileri İzmir kapılarına dayanmışlardı. Ancak o güne kadar yaşananlar akıllardan asla gidecek gibi değildi. Onca sıkıntılı günlerden sonra büyük taarruzla birlikte gelişmeler son derece hızlı olmuş; işte Bornova ufuklarında görülmüşlerdi. 

Büyük Taarruz başladığında bu önemli gelişme bir süre İzmir'de halk arasında duyulmadı. Yunanlı yetkililer bile bundan pek haberdar görünmüyorlardı. Yunanlı yöneticiler ve askeri yetkililer cephedeki yığınaklardan ve bu yığınak karşısında Türklerin bir şey yapamayacağından o denli emindiler ki;  Başkomutanlık görevini tam da saldırı günlerinde almış olan Hacıanesti, tenezzül edip İzmir körfezine demirlenmiş yatından çıkıp Anadolu'ya ordularının başına bile gitmiyordu. Üstelik bu kişi kimi tuhaf hareketleriyle sanki bir akıl hastası gibiydi. Yatını karargah haline getirmişti. Gündelik işlerini görmek için bir şekilde İzmir rıhtımına ayak bastıktan sonra yeniden apar topar yatına dönüyordu. Saldırı başladığında hala Trikopis fiilen görevdeydi. Bu görev değişiminden onun bile uzunca bir zaman için haberi olmadı. Yunan İdaresi İzmir'de sıkı bir sansür uyguluyordu. Sansür nedeniyle halkın haber alma imkânı büyük ölçüde ortadan kalkmıştı. Örneğin İzmir'deki İngilizce diplomatlarının aradan iki tam gün geçmiş, 3 gün yani 28 Ağustos'ta bile büyük taarruz'un başladığına ilişkin bilgileri yoktu (137-138).

Devam edecek

.....

Yazarın tüm yazıları için tıklayınız

.....

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.