“Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden/ Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak/ Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak” (Ahmet Haşim)
Sevgili dostum, sana bu satırlarım.. Ve sana benzeyen bana..
Mevsim sonbahar. Biz de yolun yarısını çoktan aştık. ”Ne zaman bu vakte geldik, nasıl geldik? Zaman ne çabuk ve acımasızca geçmiş” diyoruz ya acımasız olan aslında kendimiziz. Kendimizin kendimize ettiğini kimseler edemez. Nasıl mı? Bak anlatayım.
Merhamet, acıma, umarsız sevme duygularımız hep öndeydi. Yetiştirildiğimiz evlerde en çok “Yazık! Vah vah! Ne yapsak, nasıl yardım etsek?..” sözleri hep gündemde olurdu. Birisi “Ama“ diye başlayacak olsa “Olsun, biz insanlığımızı yapalım onların tavrı onlara kalsın!” diye sözü kesilirdi. Büyüdük, kuruş faydası olmayan insanların bizi sömürmesine, semirmesine izin verdik. Her başarımız yok sayılsa da çıkarlarına dokunanı alkışladılar. Çünkü bir gün bu yanımız işlerine yarayabilirdi.
Umarsız sevdik. Sevdiklerimiz için neler yapıp, nelerden vazgeçip, neleri raflara kaldırdığımıza gelince de geçen o yılların acımasızlığına yüklediğimiz tam da bu durum oldu. Yıllar değil, onlardı acımasız olan. Hep aldılar. Biz de gönüllü verdik.
İşimizi kutsal saydık. Amirlerimize yağdanlık misali musallat olanlar, koşa koşa çıktılar merdivenleri. Biz ise sindire sindire, dişimizle tırnağımızla başardık. Yukarıdan bakınca küçük görünen bizlerden ürktüler. Hak edilmiş sandıkları o mevkilerde, ne kadar boş olduklarını görüp kibir postuna sarıldılar. Hayatı acılar, yokluklar, yoksunluklar, bilgiyle, daha bir insan olma zırhıyla sarıp sarmalamış gelenler ürküttü onları. Çünkü var olmanın tüm gereklerini yerine getirmişlerdi. Bilerek, düşünerek ve isteyerek. Kimi düşman kimi dost olmayı tercih etti, çıkar ve konumlarına göre. Görmezden geldik. “İnsanız ya olur böyle şeyler, onlar da anlar bir gün değerimizi” söylemine sığındık. Çok inanmasak da. Bize değer biçen biz olmalıydık. Bu kadar yorulmaz, bu kadar üzülmezdik.
Sevgili dostum, bu coğrafyada iki insan türü var; biri alan, diğeri de veren. Birileri varlıklarını birilerinin insanlık ve sevgi zaafıyla sürdürürlerken biz de hizmet etmenin, bir şeyleri sonuçlandırmanın ve sorunlara çözüm bulmanın manevi hazzını tatmayı yeğledik. Kazancımız ne mi oldu? Tabi ki kimseye borçlu olmamanın engin huzuru.
Bak dostum, elimizde ne kalmış geriye bakınca? Sonbahar hüznüne sığınmayacağım ama gerçekte o yılların çoğunun boşa harcandığı hissimi silemiyorum. Sen de öylesin. Neden mi bu pişmanlık? Zamansızlık korkusundan. Sil baştan olamayacak hayatımızı birilerinin elinde oyuncak etmiş olmak cömertliğini hazmedemiyoruz. Ancak tek tesellimiz o hengâmede dinlendiğimiz, soluklandığımız kirlenmemiş ruhumuza minnettarım. Onun bize en büyük hediye olduğu bilinci belki bizi düşmekten korudu. En güçlü ve en özel sığınağımızdı o. Adı “vicdan”, adı “merhamet”…
Şair de belki o yıllarını sorgulamak arzusuyla “güneş rengi yapraklar” metaforunu dile getirdi. Eteklerinden dökülen yapraklar da yukarıdaki satırları hatırlattı bana. Yıllarca değersiz yüklenmelerin bedensel ve mental yorgunluğuydu kanımca onunki de.
Bana benzeyen sen, en büyük hediyesin. Bir göle atılan taş gibidir iyilik. Halka halka büyümesi kaçınılmazdır. Belki de bu kirli, acımasız, çıkarcı hasta insanlık şifasını “ağır ağır merdivenlerden çıkanlar” da bulacaktır. Çabamızın boşa gitmemesi “züğürt tesellisi” olsa bile..
.....
Yazarın tüm yazıları için tıklayınız
.....
Aytaç hanım kaleminize kuvvet yazılarınızı bir solukta okuyorum❤️