(Online Konferans. ADD Almanya Hildesheim, 27 Mayıs 2020, saat 22.30, Konuşma metninin çözülmüş şekli, soru-yanıt)
1- 27 Mayıs 1960 için kimileri darbe, kimileri ihtilal, kimileri devrim tanımını yapıyor. Bu konu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Batı ülkelerinde asker, bizde olduğu gibi kurtuluş savaşı vermemiş ve devrimlere öncülük işlevini üstlenmemiştir. Üstelik sömürgecilik ve emperyalizmin uygulayıcısı olmuştur. Ülkemizde ise, demokratik ve laik cumhuriyet, askerin öncülük ettiği, asker ve sivil aydınların başında bulunduğu bir Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan sonra kurulmuştur. Türk ordusu, Türk ulusu adına cumhuriyetin kurulmasına öncülük ederek, 1923 Aydınlanma Devriminin yaratıcısı olmuştur. Türk Ordusu, kurucu düşünce olan Atatürkçülüğü korumak ve kollamak görevinin bir ifadesi olarak da, Türk ulusu adına 27 Mayıs 1960 tarihinde bir müdahale gerçekleştirmiştir.
27 Mayıs 1960 sabahı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin aşağıdan yukarıya doğru gerçekleştirdiği, Atatürk devrimlerine sahip çıkmak ve demokrasiyi korumak için giriştiği bu hareketi, tartışmasız bir “ihtilal” olarak tanımlamak gerekir. Bu işe soyunanlar eğer başarısız olsalardı, bunu hayatlarıyla öderlerdi. Koşullar tamam olduğu zaman ihtilal kaçınılmaz olur. Her ihtilalin, onu yapanlar kadar onun koşullarını hazırlayanların da eseri olduğunu unutmamak gerekir.
Askeri harekatlar ki buna darbe, ihtilal, devrim de denebilir, topluma olumlu getirileri ya da olumsuz götürüleriyle önem kazanırlar. Devrim ya da darbe oldukları da ancak bu şekilde belirlenir. Buna yurt dışından da örnek verebiliriz: 1974 yılında gerçekleştirilen “Portekiz Karanfil Devrimi” ile faşist diktatörlüğe son verilmiş, sömürgeler özgürleştirilmiş, siyasi af çıkarılmış, işkenceciler tutuklanmış ve parlamenter demokratik bir rejim kurulmuştur. Halkın büyük çoğunluğunun desteklediği genç subaylar tarafından gerçekleştirilen bu olayı da, bir askeri harekat, darbe olarak adlandırmak olasıdır. Ancak bugünkü Portekiz demokrasisini darbe denilen 1974 Karanfil Devrimi kurmuştur. 25 Nisan her yıl Portekizliler tarafından “Özgürlük Günü” olarak coşkuyla kutlanmaktadır.
23 Haziran 1952 günü başında bulunduğu Hür Subaylar Örgütü ile kraliyet rejimine karşı bir darbe gerçekleştirerek, İngiliz egemenliğine son veren ve bağımsız cumhuriyetin yolunu açan Cemal Abdülnâsır, Mısır toplumu tarafından bir “devrimci” olarak benimsenmiştir. 1943 yılında Albay Juan Peron tarafından Arjantin’de gerçekleştirilen ve geniş halk kitlelerinin desteğini kazanan darbe de, “devrim” olarak benimsenmiştir. Üç yıl sonra yapılan seçimlerden Juan Peron, İşçi Partisi lideri olarak zaferle çıkmıştır.
27 Mayıs 1960 ihtilali, seçimle gelen sivil iktidarın demokrasi dışı tutum ve davranışlarıyla diktatörlüğe giden yönetimine karşı bir tepki sonucu gerçekleştirilmiştir. Atatürk’ün yok sayıldığı ve ortaçağ karanlığına doğru yol aldığımız bu günlerde, 27 Mayıs 1960 ihtilali, oluşumu ile siyasilerin belleklerinde bulunmalı ve gereken derslerin çıkartılmasına çalışılmalıdır.
Bugün kimilerinin darbe kapsamına sokmaya çalıştığı, kimilerinin ise utandığı 27 Mayıs 1960 İhtilali’nin 60. yılındayız. 27 Mayıs 1960 İhtilali’nin amacı şöyle açıklanmıştır: “insan hak ve özgürlüklerini, ulusal dayanışmayı, toplumsal adaleti, bireyin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve güvence altına almayı olanaklı kılacak demokratik hukuk devletini bütün hukuksal ve sosyal temelleriyle kurmak ve Atatürk Devrimleri’ni yeniden yaşama geçirmek.” Darbe kapsamına sokulacak ya da utanılacak bir harekatın böyle bir amacı olduğu nerede görülmüştür? İhtilal sonucunda oluşan devrim, topluma aydınlık ve özgürlük sunarken, darbeler topluma zulüm, baskı ve işkence vermektedir.
27 Mayıs 1960 ihtilali, tartışmasız bir devrimdir. İhtilal, toplum yapısında biriken çelişkilerin bir gün patlayışı sonucunda ortaya çıkan ve bir grubun yönetime el koymasıyla, devletin siyasal ve sosyal yapısında oluşan ani ve şiddetli değişikliklerdir.
Devrim, özünde toplumsal gelişmenin önünü açan bir güç taşır ve bir toplumdaki siyasal ve ekonomik kazanımların toplumun geniş kesimleri yararına hızla değişmesidir. 1961 Anayasası’yla getirilen yeni ve çağdaş kurumlarla, sosyal hukuk devletiyle, özgür seçimlere gidilmesiyle ve bütün bunların on yedi ay gibi çok kısa bir zaman içinde başarılmasıyla, 27 Mayıs tartışmasız bir devrim niteliğini kazanmıştır.
27 Mayıs 1960 öncesinde, Demokrat Parti iktidarında demokrasinin, hukukun ve özgürlüğün olmadığını herkes bilmektedir. Buna karşılık demokrasiye darbe olarak adlandırılan 27 Mayıs 1960 hareketi, topluma özgürlüğü, hukuku, demokrasiyi ve aydınlanmayı getirmiştir. İşte bu yüzden 27 Mayıs 1960 devrimdir, 12 Eylül 1980 darbesine kadar Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak kutlanmıştır. 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni darbe olarak niteleyenlerin amacı, 1923 Aydınlanma Devrimi’ni de darbe kapsamına sokarak, Osmanlı Devletinin küllerinden yepyeni laik ve demokratik bir cumhuriyet kuran Mustafa Kemal Atatürk’ten de hesap sormaktır.
27 Mayıs’ı anlamak için, Anadolu’da başarılan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı, Atatürk ilke ve devrimlerini, tam bağımsızlığı, emperyalizm karşıtlığını ve yurtseverliği özümsemek gerekir. Bu özümsemeden payını alamamış siyasetçiler, 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni darbe sayarlar ve yıllardır kendi yaptıkları sivil darbeyi görmek istemezler.
2- 27 Mayıs öncesinde Demokrat Parti iktidarının tutumu hakkında neler söyleyebilirsiniz? Demokrat Parti, adı gibi demokrat mıydı, yoksa demokrasiyi diktatörlüğe çevirmek için araç olarak mı kullanıyordu?
“Yeter Söz Milletindir” sloganı ve mutlak çoğunluk sistemiyle 14 Mayıs 1950 tarihinde iktidara gelen Demokrat Parti, 27 Ekim1957 tarihinde yapılan seçimlerde bu niteliğini yitirmişti. Seçime giren CHP, Hürriyet Partisi ve Cumhuriyetçi Millet Partisi’nin aldığı muhalefet oyları Demokrat Parti oylarını geçmişti. Çoğunluk sistemi sayesinde bir oy fazla alan partinin o ildeki milletvekillerinin tamamını kazandığı insafsız bir seçim sistemi neticesinde iktidarda kalabilmişti.
“Atatürk’ü sevmek ibadettir” diyen Celal Bayar’ın iktidarında Atatürk Devrimleri, ‘tutan devrimler’ ve ‘tutmayan devrimler’ olmak üzere ikiye ayrılmış ve tartışma konusu yapılmıştı. Türkçe söylenen ezan Arapça’ya çevrilmiş, irticaya ödünler verilmiş, özgürlükler kısıtlanmıştı. “Beni serbest bırakınız, anarşizmi ve komünizmi bitireyim” diyen Said Nursi’nin elini öpen Adnan Menderes, hilafet bayrağı altında hayır dualarını da almıştı. NATO’ya üye olabilmek için, TBMM’nin onayı olmadan Kore’ye emperyalist ABD’nin çıkarı için asker yollanmıştı. Ülkemizi dış dünyaya rezil eden 6-7 Eylül 1955 olaylarındaki tahriklerin baş sorumlusu Demokrat Parti iktidarıydı. İsmet İnönü’yü öldürmek için Kayseri, Uşak ve Topkapı’da suikastlar düzenlenmişti. 4 Ağustos 1958 tarihinde 2.80 TL olan dolar, 9,00 TL’ye çıkarıldı. Ardından kamu kuruluşlarının ürünlerine zam yapıldı, hayat pahalılığı bir anda %400- 500 arttı. Enflasyon, pahalılık, dış borçlar, karaborsa giderek artmış, nüfuz ticareti, vurgun, rüşvet, keyfi yönetim ve baskı bu dönemin ana karakteri olmuştu. Halk geçim sıkıntısı içindeydi, birçok gıda ve tüketim maddesi vesika ile satılıyordu. Ülke tamamen kamplara bölünmüştü. Vatan Cephesi kurarak, halk birbirine düşürülmüş, Demokrat Partililerle, muhaliflerin camileri ve kahveleri bile ayrılmıştı.
Demokrat Parti muhalefete karşı sertleşmiş ve hayat hakkı tanımaz hale gelmişti. 12 Nisan 1960 günü yapılan Meclis Grubu toplantısında “Muhalefet ve basının yıkıcı faaliyetlerini inceleme amacıyla bir Tahkikat Encümeni (Soruşturma Komisyonu) kurulduğu” açıklandı. Meclis’te muhalefetin itirazlarına karşın 15 Demokrat Partili milletvekilinden oluşan bir komisyon kuruldu. Bu komisyon, savcıların, askeri ve sivil hâkimlerin tüm yetkilerine sahip olacaktı. Gazete toplatabilecek, basımevleriyle birlikte kapatabilecekti. Her türlü evrak, belge ve eşyaya el koyabilecekti. Komisyon kararlarına karşı gelenler bir yıldan üç yıla kadar hapisle cezalandırılacaktı. Komisyon kararlarına itiraz mümkün değildi.
Bu komisyonun ilk icraatı TBMM tutanaklarına yayın yasağı koymak olmuştu. CHP bu konuşmaları çoğaltarak elden ele dağıtmaya başlamıştı. Demokrat Parti bunları “ihtilâl beyannameleri” olarak nitelendirmekteydi.
18 Nisan 1960 günü, CHP hakkında, “yıkıcı, gayrimeşru ve kanun dışı faaliyetlerde bulunduğu” gerekçesiyle verilen Meclis Araştırması gündeme geldi. Amaç belliydi: CHP kapatılacak ve tek parti rejimine dönülecekti. Önergenin görüşülmesi sırasında İsmet İnönü tarihe geçecek bir konuşma yapmıştı: “… Şimdi ihtilâl iktidarı bir defa eline geçirmiş olanlar tarafından yapılıyor… Seçimle iktidara geliyor, devletin vasıtalarına el koyuyor, seçimle gitmek ihtimali ufukta görüldü mü, ben buradan gitmem telaşına düşüyor. Ne oldu. Telâşınız ne? Eğer bir idare insan haklarını tanımaz, baskı rejimi kurarsa, o memlekette ayaklanma olur… Şimdi mevzuubahis olan mesele bu… Beni dinleyin, böyle ihtilâl içinde bulunamayız. Böyle bir ihtilâl dışımızda, bizimle münasebeti olmayanlar tarafından yapılacaktır… Bu yolda devam ederseniz sizi ben de kurtaramam.”
27 Nisan 1960 günü bu komisyonun yetkileri genişletildi. Bunun ardından protesto gösterileri başladı. 28 Nisan 1960 tarihinde İstanbul Üniversitesi önündeki Beyazıt Meydanı’nda toplanan ve “Hürriyet İsteriz” diye bağıran öğrencilere polisin ateş açması sonucunda Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz hayatını kaybederken, çok sayıda öğrenci de yaralandı. Birçok öğrenci tutuklandı. Olaylar sırasında öğrencilerini korumak isteyen Rektör Prof. Dr. Sıddık Sami Onar da, tartaklanıp yerlerde sürüklenmişti.
Askeri birliklerin olay yerine gelmesi üzerine öğrenciler “ordu - gençlik el ele” diye bağırmaya başladı. Olaylar ertesi gün 29 Nisan’da Ankara’ya taşındı. Siyasal Bilgiler Fakültesi kurşunlandı. Birçok öğrenci göz altına alındı. Halk 28 Nisan olayına “Kanlı Perşembe”, 29 Nisan olayına “Kanlı Cuma” adını takmıştı. Bu dönemin şarkısı, Gazi Osman Paşa-Plevne Marşı’nın uyarlanmış biçimiydi: “Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu?” Başbakan Adnan Menderes ise, bu olaylardan sonra üniversite hocalarını gençleri kışkırtmakla suçlamış ve onlardan “Kara Cübbeliler” olarak söz etmeye başlamıştır.
Demokrat Parti döneminde ulusal bütünlüğümüz parçalanmış, yönetim partizanlaştırılmıştı. Basın ağır sansür altında tutulmuştu, bazı gazeteler sansür nedeniyle beyaz çıkmıştır, gazeteciler hapse mahkûm edilmişti. Demokrat Parti iktidarında yaklaşık 3000 gazeteci hakkında dava açıldı ve yaklaşık 1000 gazeteciye verilen cezaların toplamı 200 yıl civarındaydı. Sürekli olarak demokrasi dışı tutum ve davranışlarda bulunan Demokrat Parti hükümeti, adım adım 27 Mayıs’a doğru yol alınmasına neden olmuştu.
Meclis grubunda “siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” diyebilen ve “odunu koysam milletvekili seçtiririm” sözüyle demokrasiden anlamayan Adnan Menderes’e bugün “demokrasi yıldızı” denmesi ise, aymazlıktır, sapkınlıktır.
3- 27 Mayıs 1960, topluma neler kazandırdı? 1961 Anayasası ile topluma getirilen yeni haklar, yeni kurumlar nelerdir?
27 Mayıs 1960 Devrimi, öncelikle özgürlüğü ilke edinmiştir. Eylemin yapıldığı sabah, yeni anayasa çalışmalarına katkı vermek üzere İstanbul’dan gelen yedi profesörün hazırladığı bildiride, siyasal yaşamda hep anımsanması gereken şu tümce yer almıştır: “Bir devlette, hükümet ve onu oluşturan siyasi iktidar, hukuka, adalete, ahlaka ve bütün halkın menfaatine dayanmalıdır.” On yedi ay gibi kısa bir sürede gerçekleştirilen aydınlanma yolundaki yeni atılımların ve yeni anayasanın hazırlanarak, seçimlere gidilmesi ile Milli Birlik Komitesi ülkeyi sivil yönetime bırakmıştır.
1961 Anayasası’nın temelini oluşturan 27 Mayıs Devrimi gücünü, emekçisiyle, köylüsüyle, gençliğiyle, çalışanıyla, aydınıyla, ordusuyla tüm Türk ulusundan almıştı. 16 Eylül 1960 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan “Milli Birlik Komitesi Direktifi” ve “Milli Birlik Komitesi’nin Memleket Meseleleri Hakkında Temel Görüşleri” belgelerinde, Milli Birlik Komitesi her konuda bir politika saptanmasını öngörmüş ve bunları genel çizgileriyle açıklamıştır. Bu “Direktif” ve “Temel Görüşler” incelendiğinde, Milli Birlik Komitesi’nin toplumcu, sosyal adaletçi, eşitlikçi, devrimci, devletçi yanı ağır basan, özel girişimi teşvik eden ve destekleyen bir karma ekonomi modelini benimsediği görülür. Bunların hayata geçirilmesi, çıkarılan yeni yasalarla ivedilikle gerçekleştirilmiş, bir kısmı da yeni anayasaya konularak, uygulaması gelecek iktidarlara bırakılmıştır. Bu belgeler, 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin ve bu devrimi gerçekleştirenlerin tarihimizdeki saygın yerini saptayan, gurur verici kanıtıdır.
27 Mayıs 1960 sabahı ve sonrasında sevinç gözyaşları içinde, coşkuyla sokağa dökülen halkımızın, baskıcı yönetimden kurtulmanın mutluluğu içinde günlerce gösterilerde bulunması, 27 Mayıs’ın halk tabanındaki desteğinin en belirgin kanıtıdır. 27 Mayıs sabahı radyoyu dinleyen halkımız, kısa bir süre sonra, sokaktaki askerlerle sarmaş dolaş olmuştu. Askeri araçların üzerine ellerinde bayraklarla gençler doluşmuştu. İnsanlar sokaklarda birbirileriyle kucaklaşıyordu. Bu görüntüler acı ve sıkıntılarının sona ereceğine inanan insanların kendiliğinden gelişen sevinç gösterileriydi. 27 Mayıs 1960 gününün hemen ertesinde, 27 Mayıs için coşkulu marşlar bestelenmesi, Türk ordusuna şükran sunmanın bir göstergesidir.
27 Mayıs Devrimi’nin topluma kazandırdığı en büyük yapıt olan 1961 Anayasası ile laik devlet yapısına sosyal devlet ve hukuk devleti kavramları girmiştir. Bu çağdaş anayasa ile ülkemizde ilk kez Anayasa Mahkemesi kurularak, yasaların anayasaya uygunluğu denetlenerek, anayasa ihlalleri yapılmasının önüne geçilmiştir. Cumhuriyet Senatosu kurularak, çift meclis ile yasama yetkisi daha demokratik hale getirilmiştir. Devlet Planlama Teşkilatı, Yüksek Öğrenim ve Kredi Yurtlar Kurumu, Devlet Personel Dairesi, Türk Standartları Enstitüsü, Basın İlan Kurumu, Ordu Yardımlaşma Kurumu gibi kurulan yeni kurumlar, amaçları doğrultusunda verimli çalışmalarıyla toplumsal düzenlemelere önemli katkılarda bulunmuştur. 1961 Anayasası’yla bağımsız yargı ve hakim güvencesini sağlayacak Yüksek Hakimler Kurulu oluşturulmuş, sosyal devlet, sendikal haklar, grev ve toplu sözleşme hakkı kurumlaştırılmış, üniversiteye ve TRT’ye özerklik sağlanmıştır. Sosyal güvenlik hakkı, idare işlemlerine yargı yolunun açılması, seçimlerde hakim güvencesi gibi haklar kazandırılmıştır. Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Yasası, Basın-Fikir İşçileri Yasası, Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası, Gelir Vergisi Yasası İlköğretim ve Eğitim Yasası, ortaöğretimde bilim insanı yetiştirmek için Fen Liselerinin açılması, Üniversitelerde uzaktan eğitim açılabilmesi gibi yeni düzenlemeler yapılarak demokratik yaşam sosyal ve hukuk devleti ilkeleriyle bütünleştirilmiştir.
Türk halkının insanlık, haysiyet ve haklarını, fikir ve vicdan hürriyetini koruyan, demokratik bir düzen içinde ve ekonomik bir planla kalkınabilmesinin şaşmaz reçetesi olan 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin Anayasası, Atatürk İlke ve Devrimlerine bağlılığın bilinci ile hazırlanmıştır. Bu çağdaş anayasa ile geçen altmışlı yıllar, Türk toplumun aydınlık ve özgürlük yıllarıdır.
4- 27 Mayıs 1960 İhtilali’nin olumsuz yanı idam cezalarıydı. Bu konu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
27 Mayıs 1960 İhtilali’nin olumsuz yanı idam cezalarının onaylanmasıdır. İdamların yapılmaması için çırpınanların emekleri boşa çıkartılmış ve çeşitli baskılarla idamlar gerçekleştirilmiştir. Yassıada’da Yüksek Adalet Divanı’ndan 15 kişi için idam kararı çıkmıştır. Oy çokluğuyla idam kararı verilen 11 kişinin cezası Milli Birlik Komitesi tarafından kaldırıldı. Oy birliğiyle idam kararı verilen 4 kişiden Celal Bayar’ın da 65 yaşın üzerinde olduğu için, cezası kaldırıldı. Ama kalan üç kişi için ne yazık ki idam kararı onaylandı.
13 Eylül 1961 günü yapılan Milli Birlik Komitesi toplantısına Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları da katıldı. Toplantıda söz alan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay cebinden küçük bir kâğıt çıkardı ve okumaya başladı: “Tartışmalara katılmak niyetinde değiliz. Zira bu hukuka sahip olmadığımızı biliyoruz. Ordu Yassıada’da Yüksek Adalet Divanı’ndan çıkacak kararların yüksek komitenizce aynen uygulanacağını ümit etmektedir. Ölüm cezası çıkmaz ise hoşnutsuzluk olabilir. Bu asla baskı ve tazyik demek değildir. Ordu Milli Birlik Komitesi’ne inanmaktadır. Allah yardımcınız olsun.” Cevdet Sunay’ın konuşması idamın karşısında olan üyeler üzerinde büyük bir baskı oluşturmuştu. Milli Birlik Komitesi 15 Eylül 1961 günü son toplantısı yaptı. Milli Birlik Komitesi üyeleri toplantıya gelirken, Genelkurmay Başkanı ve bazı Silahlı Kuvvetler Birliği üyeleri kapının önündeydiler ve Genel Kurmay Başkanı; “buradan idam kararı çıkmazsa, buradakiler idam edilir” diyerek gözdağı verdi. 22 kişilik Milli Birlik Komitesi’nde idamlara evet diyen 9, hayır diyen 13 üye bulunuyordu. Ancak yapılan baskılar sonucunda başından beri idamlara hayır diyerek direnen gruptan 4 kişi son anda evet diyen gruba geçince, iş tersine döndü ve idam kararları çıktı.
İdam cezalarını hiç kimse için onaylamak doğru değildir. Ne Menderes zamanında sokaklarda herkesin gözü önünde yapılan idamları, ne Menderes ve bakanlarının idamını, ne Talat Aydemir ile Fethi Gürcan’ın idamını, ne Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını, ne de 17 yaşındaki Erdal Eren’in idamını onaylamak, insanlığa yakışmaz. İdam cezası, insanlık onuruyla bağdaşmamaktadır.
5- 1961 Anayasası önce 12 Mart 1971 muhtırasıyla budanmıştı. Daha sonra 12 Eylül 1980 darbesiyle tümüyle ortadan kaldırıldı. 12 Eylül sonrasında yapılan 1982 Anayasası, bir çok değişiklik yapılmasına karşın halen yürürlükte. Bu iki anayasanın yapım süreçleri arasındaki fark nedir?
27 Mayıs döneminde oluşturulan kuruluşların ve çıkarılan yasaların, topluma, demokratik rejime ve ülke yönetimine sağladığı olumlu kazanımların, aradan geçen 60 yıla karşın hala yaşaması, 27 Mayıs Devrimi’nin tarihimizdeki aydınlık ve onurlu yerini aldığının kanıtıdır. Bu nedenle 27 Mayıs 1960 Devrimi, gerek toplumsal dayanakları, gerekse yaratılan çağdaş ve devrimci anayasası ile, baskıcı 12 Mart 1971 muhtırası ve devrim karşıtı 12 Eylül 1980 darbesi ile karşılaştırılamaz. 1961 Anayasası’nın tüm kazanımları, önce 12 Mart 1971, ardından 12 Eylül 1980 ile yok edilmesi, bu hareketlerin devrim karşıtı olan bir darbe niteliği kazanmasını açıklamaktadır. 12 Mart ve özellikle 12 Eylül’ün sindirme, baskı, işkence ve zulüm olguları toplum üzerinde, aradan geçen uzun yıllara karşın halen hissedilmektedir. Özellikle 12 Eylül darbesi ile faşist bir yönetim uygulamaya konulmuş, özgürlükler sınırlandırılmış ve yürürlükten kaldırılan 1961 Anayasası yerine, baskıcı 1982 Anayasası hazırlanmıştır. Hazırlanan bu anayasanın %92 gibi büyük bir oranla halk oylamasında kabul edilmesi de düşündürücüdür. 1982 Anayasası’nı hazırlayan Danışma Meclisi’nin tüm üyeleri, Milli Güvenlik Konseyi tarafından atama ile belirlenmiştir. Oysa %62 oy oranıyla kabul edilen 1961 Anayasası’nı hazırlayan Kurucu Meclis’in, 300 üyesinden 282 üye seçimle oluşturulmuştu, yalnızca 18 üye Milli Birlik Komitesi tarafından atanmıştı.
Kısaca tekrarlamak gerekirse 12 Mart, 27 Mayıs’ın getirdiği yeniliklerden geriye dönüşü, 12 Eylül ise, 27 Mayıs’ı tamamen reddeden baskıcı bir devletin kuruluşunu vurgulamaktadır. 1960 baharında olup bitenlerden habersiz, klişe yargılarla ahkâm kesmek ve 27 Mayıs’ı, 12 Mart ve 12 Eylül’le aynı kefeye koymak günün koşulları içinde çekici olabilir. Çünkü siyasi iktidar ve bağımlı medya bundan beslenmektedir. Ancak geçmiş olaylara, bugünün gözlüğüyle bakmak hem kötü bir yöntemdir, hem de tarih önünde geçerli değildir.
6- Darbeyi sadece askerler mi yapar? Sivil darbe yok mudur?
Darbe yalnızca askerler tarafından yapılmamaktadır; sivillerin de yaptıkları darbeler vardır. İtalya’da Benito Mussolini, Almanya’da Adolf Hitler, Portekiz’de Antonio de Oliveira Salazar gibi sivil diktatörlerin darbeleri, ülkelerini karanlıklara boğmuştur.
Avrupa’nın ilk faşist diktatörü olan Mussolini gençliğinde öğretmenlik yapmıştır. Askerlik görevini yapmamak için 1902-1904 yılları arasında İsviçre’ye kaçmıştır. İtalya’ya döndükten sonra gazetecilik yapmıştır. Askerlikle tek ilgisi Birinci Dünya Savaşı’na katılmış ve yaralanmış olmasıdır. Ressam olmak için uğraş veren Hitler’in askerlikle ilgisi, Birinci Dünya Savaşı’nda Bavyera ordusunda onbaşı rütbesi ile savaşmasıdır. Portekiz’in diktatörü Salazar, iktisat profesörü bir sivildir ve 1926 yılında akademiden ayrılarak askerlerin desteklediği hükümette ekonomi bakanlığı görevine getirilmiştir. Bu faşist liderler, sivil diktatörlüklerini oturtmak için önce orduyu, yargıyı ve basını susturarak işe başlamışlardır. Susmamakta direnenler ise hapislere atılmış ya da sürgün edilmişlerdir. Bu son cümleler bize tanıdık gelebilir, çünkü sivil darbeler hep böyle yapılır.
7- Bugünü konuşmak adına şu soruyu sormak istiyorum, bugün Türkiye’de yaşanan süreçte bir sivil darbeden söz edilebilir mi?
60 yıl önceden ders alsaydık, bugün farklı konulardan söz ederdik. Bugün sosyal medyaya baktığımda şunu gördüm; Türkçe okunan ezanı Arapça’ya çevirdiği için Adnan Menderes idam edilmiş. Yukarıda anlattığım demokrasi dışı, hukuk dışı tutum ve davranışları görmeden, ezan konusunu gündeme getirmek basittir, kolaycılıktır. Bugün Adnan Menderes’e övgü düzenler, hiç 27 Mayıs 1960 öncesinden söz etmiyor, 1961 Anayasası’ndan söz etmiyor. Sanki ülkede her şey dört dörtlükken, demokrasi ve hukuk çok iyi işlerken, aradan 38 subay çıkıp, bunları yok etti, yönetimi ele geçirdi. Böyle bir durum yok. 38 subay yönetimi ele geçirince gerekli düzenlemeler yapılıp, en kısa bir sürede hemen seçimlere gidileceğini söyledi. Darbe olsaydı, uzun süre kalırdı yönetimde. Yukarıda Portekiz örneğini anlatmıştım.
Kullanacakları başka argümanları olmadığı için bugün ezan işine soyundular. Aslında işin özüne girmeden 27 Mayıs denince akıllarına idamlar geliyor. İdamların yanlış olduğunu söylemiştim ama bu idamların nasıl ve hangi koşullarda yapıldığını da bilmek gerekir. Silahlı Kuvvetler Birliği ile onun başkanı Cevdet Sunay’ı unutmamak gerekir. Ama Cevdet Sunay ile bu kafalar aynı görüşte olduğu için çok severler ve bunu görmek istemezler. Gerçekten ilginç toplumuz; demokrasi kültür, bilgi, birikim sonucudur; bunlar olmayınca böyle basitlikler oluyor.
Ülkemizde zamanın başbakanı “diktatörlük sivilin işi değildir” demişti. Ancak ülkemizde sistemli ve bilinçli bir şekilde sivil darbe uygulanmaktadır. Askeri vesayete son veriyoruz diyenler, sivil darbe yapmaktadırlar. Bir siyasi iktidarın, yasama, yürütme ve yargıyı kendine bağlayarak, hukuk dışı yasalar çıkartarak, her koşulda sürekli kendi istediğini yapmak için uğraşması, tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli bir şekilde kadrolaşması ve kendilerine karşı olanları bir şekilde yargılayıp, susturması açıkça sivil darbedir. Elindeki siyasi gücü, rejimin kuralları dışına çıkartarak hukuksuz amaçlara yönelmek, hukuk dışı tutum ve davranışlarda bulunmak, sivil darbedir. Anayasa Mahkemesi’nin 2007 yılında verdiği kararla laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu kesinleşen AKP iktidarının, bu karara karşın ülkeyi yönetmesi tam anlamıyla bir sivil darbedir. Yani bugün Türkiye tam bir sivil darbenin kucağındadır diyebiliriz.
8- Adnan Menderes, Haziran 1960 tarihinde Sovyetler Birliğine gideceği için, ABD tarafından 27 Mayıs yaptırıldı deniyor. Bu konu hakkındaki görüşleriniz nelerdir?
Bu tarihi bilmeyenlerin, yanlış okuyanların ortaya attıkları gerçekle ilgisi olmayan bir bilgidir. 27 Mayıs, yolsuzluk bulaşan 27 Ekim 1957 tarihinde yapılan genel seçimlerden sonra çekirdek kadro kurularak hazırlanan planlı bir harekattır. Öyle 2-3 ay içinde kotarılan bir harekat değildir, çünkü emir-komuta içinde yapılmamıştır. Eğer ABD, bu işin içinde olsaydı her şey bir tarafa 1961 Anayasası gibi çağdaş ve özgürlükçü bir anayasa yapılabilir miydi, ABD buna izin verir miydi? 27 Mayısçıların Cumhuriyet Senatosu’nda yaptıkları konuşmalara bakın, sürekli ABD emperyalizmini yerden yere vurmuşlardır. Milli Birlik Komitesi Üyesi, Tabii Senatör Haydar Tunçkanat’ın yazdığı “Albay Dickson Raporu” , “İkili Anlaşmaların İçyüzü” , “Amerika, Emperyalizm ve CİA” adlı kitaplarla ABD’nin kirli emellerini ortaya koyanlar mı, 27 Mayıs’ın ABD tarafından yapılmasına alet olacaklar? İnsanlar bu kitapları bilmiyorlar; bu kitaplarda ABD’nin bütün kirli işleri ortaya konmuştur.
27 Mayıs 1960 sabahı radyoda okunan ihtilal bildirisinde “NATO’ya bağlıyız, CENTO’ya bağlıyız” sözleri vardı. Bu yüzden bazıları, 27 Mayıs ABD desteğiyle yapılmıştır diyorlar. Eğer bu söz olmasaydı, 24 saat içinde tüm dünya devletleri yeni yönetimi tanımazdı. Bunu anlamak gerekir.
ABD’nin yaptırdığı 12 Eylül 1980 darbesinin ürünü 1982 Anayasasına bakın, bir de 1961 Anayasası’na bakın aradaki farkı görün. ABD’nin 27 Mayıs’tan haberi olmamıştır. Çünkü yapılan anayasa ve getirilen yeni kurumlar bunun kanıtıdır. Ancak 27 Mayıs’tan sonra sisteme girmek için çabaları olmuştur ve sivil idareye geçince başarıya da ulaştığı söylenebilir.
Gerçek araştırmacı yazar, gazeteci ve aydınlanma savaşçısı Uğur Mumcu’nun sözlerini aklımızdan çıkarmamalıyız; “Biz sapına kadar Kemalist ve sapına kadar 27 Mayıs’çıyız. Atatürk’ü ve 27 Mayıs Devrimi’ni savunmak, devrimci aydının namus borcudur. Atatürkçü ve 27 Mayıs’çı olmayan bir devrimciyle alışverişimiz yoktur.”
Darbe ya da darbe ortamlarının yaşanmaması, hukuk devleti ve demokrasinin hiçbir biçimde kesintiye uğramaması için, ülkeyi yöneten iktidarların hukuk devleti ilkelerine bağlı kalarak, gerçek demokrasiyi etkin hale getirmeleri gerekir. Hukuk devleti ve demokrasiyi ortadan kaldıran askeri darbelerin ve yaşadığımız sivil darbe sürecinin, haklı ve meşru gösterilebilecek bir yanı yoktur. Gerçek demokrasiyi yok eden darbelerin her türlüsüne, etkin olarak her zaman ve her koşulda karşı konulmalıdır. Bu yüzden ülkemizde gerçek demokrasi etkin ve egemen kılınmalı, hukukun üstünlüğü gerçek anlamda sağlanmalıdır. Sivil yönetimler demokrasiyi benimsedikleri ve hukuk ilkelerine bağlı kaldıkları zaman, darbe ortamlarının yaşanmadığını herkes görecektir. 27 Mayıs öncesinde eğer Demokrat Parti anayasa bağlı kalsaydı, yasalara, hukuka bağlı kalsaydı, o zaman sorun olmazdı. Baskıcı bir rejim uygulamasaydı bir sorun olmazdı. Demokrat Parti, aslına bakarsanız seçimle gelen bir parti diktatörlüğe doğru yol almıştır. İşte bütün bunları topladığınız zaman, 27 Mayıs 1960 askeri bir harekattır ama sonunda getirdiği kurumlarla, çağdaşlaşmayı, aydınlanmayı hedef almıştır ve bir devrim niteliğindedir.
(İzleyicilerden gelen sorular)
9- 14’ler olayından kısaca söz edebilir misiniz?
27 Mayıs 1960 İhtilali’ni yapan Milli Birlik Komitesi 38 subaydan oluşmuştu. Bu 38 kişiden bazıları özellikle Alpaslan Türkeş’in başında olduğu bir grup “biz hemen sivil yönetime geçmeyelim, 3-5 yıl biz kalalım, ülkeyi biz yönetelim” düşüncesindeydi. Diğerleri de “biz en kısa sürede gerekli düzenlemeleri yapalım, Anayasayı yapalım ve idareyi sivil yönetime bırakalım” düşüncesindeydiler. Bu iki grubun çatışması sonucunda Cemal Gürsel’in kararıyla 14 Milli Birlik Komitesi üyesi, komite üyeliğinden alınarak dış ülkelere göreve gönderildi. Olayın çok kısaca açıklaması bu şekildedir.
10- 27 Mayıs 1960 ile 21 Mayıs 1963 arasındaki fark nedir?
Yukarıda idamları anlatırken 13 Eylül 1961 tarihinde yapılan Milli Birlik Komitesi toplantısına Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları’nın da katıldığından söz etmiştim. Silahlı Kuvvetler Birliği adlı bir güç de işin içindeydi. Ülkenin hemen sivil yönetime bırakılmamasını ve bütün idamların yapılmasını isteyen Silahlı Kuvvetler Birliği, askerlerin yönetimde kalmasını ve 27 Mayıs’ın yapmak istediklerinin gerçekleştirilmesini savunuyorlardı. Milli Birlik Komitesi’nin yapılması gerekenleri direktiflerle koymuştu örneğin Toprak Reformu gibi işlerin hepsinin yapıldıktan sonra idarenin sivillere bırakılmasını savunuyordu. Milli Birlik Komitesi’nde idamlar onaylandı ve daha sonra 15 Ekim 1961 tarihinde genel seçimler yapıldı ve sivil yönetime geçildi.
Harpokulu Komutanı Talat Aydemir’in başını çektiği bir grup ki bunlar Silahlı Kuvvetler Birliği olarak bilinmektedir, daha sonra 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihlerinde iki darbe girişiminde bulundular. Bu darbe girişimleri sırasında İsmet İnönü başbakandı ve ilk darbe girişimi sırasında onlarla görüştü, hepsi emekli edildi ve affedildi. Ancak emekli olanlar yine bazı askerlerle ilişkilerini sürdürdüler ve 21 Mayıs 1963 tarihinde ikinci kez darbe girişiminde bulundular. Bunun sonucunda da hepsi yakalandı, yargılandı ve içlerinden Talat Aydemir ile Fethi Gürcan idam edildi. Bu olay çok uzun ve ayrıntılı ama kısaca böyle özetlenebilir.
11- “Our boys have done it” sözü 12 Eylül için edilmiş bir sözdür, 27 Mayıs için değildir. Bu konu hakkındaki düşünceleriniz nedir?
ABD Başkanı Jimmy Carter’ın salonda tiyatro seyrederken kulağına eğilip: “Bizim çocuklar işi başardı” (Our boys have done it) denildiği bilinmektedir. Bu olay 12 Eylül 1980 tarihinde gerçekleşen darbe ile ilgilidir. Soruyu soran arkadaşın da dediği gibi 27 Mayıs ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.
12- 1961 Anayasası’nın dikkatinizi çeken olumsuz yönleri var mıdır?
Genelde bir olumsuzluk gözükmüyor. Bakın 1980 yılına gelindiğinde Fahri Korutürk’ün cumhurbaşkanlığı görevi sona erdi. Cumhurbaşkanlığı seçimleri için altı ay içinde onlarca tur seçim yapıldı ve cumhurbaşkanı seçilemedi. O zamanlar akıllara gelmemişti ama anayasada şöyle denebilirdi belki: “cumhurbaşkanı üç turda seçilemezse, parlamento feshedilip, yeniden seçimlere gidilir.” Bazı olaylar yaşayarak ortaya çıkıyor yani kimsenin de aklına cumhurbaşkanının125 turda seçilemeyeceği gelmezdi. Belki bir olumsuzluk bu olabilir. Tabii anayasalar da zamanı gelince değiştirilebilir ama ileriye doğru olmalı bu değişiklik, geriye doğru olmamalı.
13- O günlerden bugünlere neler geldi, 1960’lardan 2020’lere gelindiğinde neler görüyoruz?
Adnan Menderes ve arkadaşlarının idamı, 27 Mayıs’ı gölgelemiştir. İdam yanlıştı ama o yanlışın hangi şartlarda, nasıl yapıldığını anlattık. O gün Menderesler asılmasaydı, bugün 27 Mayıs herkes tarafından aydınlık ve özgürlük olarak değerlendirilecekti. Türkiye’nin en aydınlık ve en güzel yılları 1960-1970 arasındaki, 12 Mart 1971 muhtırasına kadar olan yıllardı. 1961 Anayasası’nın getirdiği aydınlık ortam ve sol bilinçlenme insanlara çok farklı değerler kazandırdı. 27 Mayıs’tan önce %60’larda olan okuryazar oranı, 20 yıl içinde %80-85’lere çıktı. Bu bir kültür birikimidir, toplum okuyan toplum oldu ve öğrendi. Bu katkılar sonucunda 27 Mayıs, toplumu ileriye götürdü. 12 Mart muhtırasını yapan Orgeneral Memduh Tağmaç “toplumda sosyal kalkınma hızla ilerlediği için bu darbeyi yaptık” demişti tabii ki ABD’nin desteğiyle. Dolayısıyla Türkiye’nin 1961 Anayasası’yla geçen yılları, ülkemizin altın çağlarıydı. Bu çok önemli ve bunu yaşayan herkes biliyor ama dillendiremiyor. Şöyle bir örnek vereyim: üç gün önce İyi Parti Genel Başkanı televizyonda konuşurken şöyle dedi: “27 Mayıs İhtilali’ne kadar babam paşacıydı, sonra Türkeşçi oldu”. Bugün konuşurken darbe diyor. Kendi aralarında 27 Mayıs İhtilal ama dışarıda, seçmenlerine karşı darbe. Bu ilginç bir olay, 27 Mayıs’tan sonra Adalet Partililer de 27 Mayıs’ın ne olduğunun farkındalar ama seçmene karşı savunamıyor, darbe diyorlar. Böyle bir ikiyüzlü olayımız var, işte bu yüzden bir arpa boyu yol alamıyoruz. Bugün 60 yıl sonra bunların konuşulmaması gerekirdi. Ama halen insanlar darbeden besleniyorlar. Niçin darbeden besleniyorlar? Çünkü kendi yaptıkları sivil darbeyi göstermemek için, 27 Mayıs’tan besleniyorlar.
14- Bazıları Anıtkabir’e gitmeyi bilmiyor ama Menderes’i anmaya gidiyor. Buna ne diyorsunuz?
İsim vermeyelim ama ne demişti birisi: Anıtkabir’de sap gibi ayakta durmaya gerek yok demişti. Ama şimdi gidip hep sap sap duruyor orada. Yani Atatürk o kadar büyük ki, herkes Atatürk’ün büyüklüğünü biliyor ama söyleyemiyorlar, dillendiremiyorlar. Bu ülkenin harcı, her şeyi, nereye bakarsanız bakın Atatürk’le ilgili. 27 Mayıs da Atatürk’ü yok edenlere karşı yapılmıştı; işte bu çok önemli.
Bugün gidip “demokrasi şehidi” diyorlar, “demokrasi yıldızı” diyorlar Adnan Menderes’e. Yani anlattım, hangisi demokrasi, hangisi yıldız? Menderes’in başka özellikleri de vardı, ben onları bu programda söylemek istemedim. O’na demokrasi yıldızı denmesine gerçekten çok rahatsız oluyorum çünkü demokrasiyi katleden birine demokrasi yıldızı denemez.
Ben size ve ADD Hildesheim’e çok teşekkür ediyorum. Çünkü Türkiye’deki çok önemli bir konuyu gündeme aldınız, böyle bir program yaptınız. Çok teşekkür ediyorum. Hepinize iyi günler diliyorum.