MEN CÂLE NÂLE
“Yürüyen maksûda erer”
Aralık 2019…
İnsan ömründe en az bir kere bütün dallarından budanırmış. Ve yaşımın kırkına vardığı bu hazan mevsiminde ben bir kez daha budanıyorken, Ankara en kasvetli sonbaharını yaşıyordu. Hava ölü evindeki gözler kadar ağır, feryadım dilsiz, ruhum yitip gidenlere ağıtlar yakan, kara yazmalı kadınların yüreği kadar yaslıydı. Her batan günün ardından yalnızlık, inançsızlık, amaçsızlık biraz daha mayalanıyordu ocağımda…
Umuda gelince; o artık yaklaştıkça uzaklaşan bir ufuk çizgisiydi sadece. Bu dondurucu ayazda sırtımda eski salaş bir hırka, dört yanı hırsla kuşatılmış bu gri şehri, kaç gece uzun uzun balkonumdan seyrettiğimi bilmiyorum. Nedendir bilinmez insan böyle darmadağın olduğu zamanlarda hoyratça canını daha çok yakmak istiyor. Zihin en karanlık köşelere saklayıp uyuttuğu ne varsa gün yüzüne çıkartıyor. Ben de yıllarca unutmak için insan üstü çaba sarf ettiğim her şeyimi… Keşkelerimi, umutsuz/biçare yitişlerimi, bekleyişlerimi, yüreğimdeki cam kırıklarını, günlerce toz duman olmuş anılarımın arasında teker teker anımsadım.
Böyle durumlarda insanı ayakta tutan yegâne şey "iman"dır derler. Oysa benim inancım bin kilitli zindanımda kaybettiğim en kıymetli anahtarımdı. Bir zemheri ayazında annem ve babamın mezar taşlarının altında kalmıştı. Günler böyle aksak bir ayak gibi ilerlerken gitmek istediğimi fark ettim. Nereye gitmem gerektiğini ise köhne bir evin duvarına yazılmış yakarışla anladım: “Bu hayat beni; Otogarda ağlattı- Yollarda ağlattı- Sokaklarda ağlattı- Boş bir parkın bankında ağlattı- Kaldırıma oturtup ağlattı- Uykudan uyandırıp ağlattı- Uykuyu hasret bırakıp ağlattı- Ağlanacak ne kadar şey varsa beni hepsine ağlattı. Hayat… Heyhat…”
Defalarca okudum bu yazıyı. Ayrılamadım uzun süre yıkık evin önünden. Sonra dönüp sordum kendime: “Ne edeceğiz şimdi? Sadece tutunmaya çabaladığımız böylesine bulanık bir zaman diliminde nasıl yaşayacağız?.." Gökten ve gözlerimden damlayan taneleri seyrederken haykırdım: “Himmet Ya Hak! Kerbela susuzluğuma bir damla su serp… Medet Ya Hak! Şu biçare gönlüme küçücük bir umut nasip et!..”
Hava karanlığa bürünmüşken ben kar tanelerinin refakatinde kadim bir şehre doğru yola koyuldum. Çünkü; duam kabul olmuştu. "GEL." dedi bir ses. “Gel… Gözündeki perdeyi kaldır da GEL. Kalbinin suretine dön bir bak. Eyvah! Duymaz mısın? Yürek her atışta der Yarab… Niye gam edersin ki? Bulandırma masumiyetini, teslim ol. Ol ki mükafatının değeri paha biçilmez olsun. Kuyu taht olmadı mı Yusuf’a? Ateş su olmadı mı İbrahim’e? Ve Musa’nın asasıyla deniz karaya dönüşmedi mi? Değil mi ki, her af vaktini bekler. Şüphesiz vakti gelince her ah tecelli eder. Işığın himmeti karanlıkta gizlidir. Güneş gecenin en karanlık vaktine kadar gebedir. Yolun sonu hep noktadır. Lakin nokta hem bitirir hem başlatır. Mevlâna için ölüm düğün gecesidir. Kimi ölüler ilelebet diridir. Ve kimi diriler de ölüden de ölüdür. Bir sarsılışta yitip giden hayat... Bin dokunuşla geri gelir. Fillerin ordusu el kadar kuşlara yenilir. Ez-cümle toprağında Mevlâna yetişmiş bir insana gam yok. Fani dünyada yanmışsan eğer, işte bu kapıda o ateş sana sevgiliyi bulduracak Gel...”
Tek başıma ıssız yolda ilerlerken yalnızlığıma ve korkuma bir nebze iyi gelsin diye kısık olan radyonun sesini biraz daha yükselttim. Pürüzsüz tok bir erkek sesi bir şeyler anlatıyordu. Bir süre sonra sanki sadece bana sesleniyor sandım. Hz. Mevlana’nın da dediği gibi "Gel ne olursan ol gel... Bu daveti duyanlar Rumi’nin 746. Vuslat Yıldönümünde Düğün Gecesinde burada olacaklardır.” İliklerime kadar ürperdim. Çünkü bu çağrıyı tüm hücrelerimde hissettiğim için, tek isteğim şey gün doğarken Konya’ya erişmekti. Spikerin sesinin tonundan her yana huzur yayılıyordu. Yavaş yavaş konuşmasına devam etti, “Hey! Sen sükutuyla aleme yakaran 'Hangi tohum yere atıldı da çıkmadı…' der. Hazreti Rumi… Bu topraklar sadece kılıç gücüyle mi fethedildi sanırsın? Yeşerişimizin mayasında aşk vardır aşk.. Kadim inancımızın Şeyh-ül Ekberleri Mevlâna, Yunus Emre, Tapduk Emre, Hacı Bektaş, Hacı Bayram Veli ve daha niceleri aşk ile dönerler. "İlle de aşk" derler. İki şey bu aşktan bizi mahrum kılar; kul hakkına girmek ve yaratandan umudu kesmek. Rabb’ı bulmak için ille de Hakkı bilmek gerek. 16. Yüzyıldan Hoca Çelebi öyle bir beyitle anlatır ki hak yemenin ne büyük bir vebal olduğunu, bu günaha girenlere edilecek tek söz, iki cihanda da "eyvah"… Sultan Süleyman sarayının bahçesinde yürürken ulu bir ağacın gövdesinin binlerce karınca tarafından sarıldığını görmüş. Önce emir vermiş: “Tez bu ağaç karıncalardan arındırılsın!” bir vakit sonra bu emri içine sinmemiş ve yolladığı bir beyitle dönemin şeyhülislâmı Hoca Çelebi’ye sormuş:
-Dırahta ger ziyan etse karınca / Zararı var mıdır ânı kırınca? (Ürünlere zarar veren karıncaları öldürmekte şer’an zarar var mıdır?)
Hoca Çelebi de bir başka beyitle cevap vermiş devrin hünkarına:
-Yarın Hakk’ın divanına varınca / Süleyman’dan hakkın alır karınca..
Kıymetli dinleyiciler bir karıncanın bile hakkını alacak yaratıcı senin hakkına bırakır mı? Ondan umudunu nasıl kesersin? Bu küfranlık değil mi?.."
Öylesine sarsıldım ki, aracımı durdurup derin derin nefes almak zorunda kaldım. Bu nasıl bir gün ve geceydi ki sorduğum her sorunun cevabı verilmişti ve kaçtığım her şeye yakalanmıştım. Kendime geldiğimde dinlemeye devam ettim.
“Geceye konumuzla ilgili bir başka mesel bırakarak sizlere veda ediyorum: Hamile bir ceylan doğumunun yaklaştığını anladığında ormanın uzak yerine gidip uçurumun önünde ki bir kaya parçasının altına sığınmış. Tam doğuracağı esnada gök kararmış, şimşekler ard arda çakmaya başlamış, o anda yıldırım düşmüş ve orman alev almış. Hamile ceylan yangından kaçmak için sağına dönüp baktığında bir avcının kendisini hedef aldığını görmüş. Avcı okunu fırlatmak üzereymiş. Karşısında yangın, arkasında uçurum, sağında avcı tek seçenek sol yanıymış bir de ne görsün orada da aç bir çakal kendine yaklaşmaktaymış. Ceylan çıkmazda olduğunu anlayınca 'Nasıl olsa öleceğim şu an tek önceliğim yavrumu doğurmak' deyip gözlerini kapatıp teslim olmuş. Tekrar gök gürlemiş ve bu seferki yıldırım avcının üzerine düşmüş. Avcı can havliyle çırpınırken elindeki ok fırlamış ve çakalın kalbine saplanmış. Sonra öyle bir yağmur yağmış ki yangını söndürmüş. Ceylan gözlerini tekrar açtığında yavrusu göğsündeymiş ve güneş her yanı aydınlatmaya başlamış... Konya’dan iyi geceler. Unutmayın ki Hak şerleri hayreyler. Zannetme ki gayreyler. Ârif ânı seyreyler. Mevlâ görelim n'eyler. N'eylerse güzel eyler.."
Benin güneşimin de kıvılcımları ufukta belirirken içim biraz daha rahatlamıştı. Güneşi seyre koyuldum. Konya hiç bu kadar uzak olmamıştı. Sabah ezanları gözyaşlarıma karışıp kalbimi yıkarken işte dergahtaydım. Titreyen sesimle, “Geldim Rumi huzurundayım; bir lokma bir hırkayım, bir kuru ekmeğim bir testi suyum yok, yerin yedi kat altında, sabırdayım, semadayım, semahtayım…”
Avlunun her yerinden adını bilmediğim mis gibi bir koku geldi burnuma ve kulaklarımda ney sesi… Akşama kadar kalbimi dinledim. Tövbe ettim. Şükrettim. Niyaz ettim. Türbeden çıkarken hardal tohumu kadar bile şüphe kalmamıştı yüreğimde; sanki, sesime huzurlu bir sükûnet, yüzüme hüzünlü bir nur inmişti. Başımın üzerinde yüzlerce kuş, umuda kanat çırparken ölümüne -düğün- diyen bir maneviyatın ışığında, geri dönüş için yola koyuldum. Dergâhtan çıktığımda kendimi dar uzun bir sokakta buldum. Eski bir dükkânda yaşlı bir bakır ustası, elindeki çekici vura vura yuvarlak bir tepsiye nakış işliyordu. Ve tezgâhtaki tozlu radyodan evrene yayılan bir ses: “Daimi'yem her can ermez bu sırra, Gerçek aşık olan erer o nura, Yusuf sabır ile vardı Mısır'a, Bu da gelir bu da geçer ağlama..”
Kaldırıma çöktüm, Ömrümün en dinlendiğim, en hüzünlendiğim, en sarsıldığım anı o andı.
Anladım ki; "insanoğlu da gamla kederle nakışlayacak yüreğini, ömrünü sabırla işleyecek, ama her ne yaşarsa yaşasın Allah’tan umudunu hiç kesmeyecek.."