BURSA ARENA / Haber Merkezi
Kamran İnan’ın ölüm haberi beni derinden sarstı. En son bir hafta kadar önce telefonla aramıştım. Yanıt alamayınca korkmuşsam da, ‘duymamıştır!’ avuntusu içinde olmuştum. Çünkü hasta olduğunu bilmiyordum. Meğer durum kötüymüş…
Adını çok eskilerden beri duyuyor olmama karşın, ilk kez 1999’da, 23. Dönem milletvekili olarak TBMM’ye gittiğimde onunla karşılaşmıştım.
Belki ilk, belki de ikinci haftadaydı. Meclis asansörüne aynı anda binmiş ve onu saygıyla selamlamıştım. Sonra da hemen kendimi ona tanıtma gereğini duymuştum. Herhalde, onunla aynı çatı altında görev yapmaktan duyduğum heyecanı ona anlatmak istemiştim, ne bileyim…
O kısa tanışma süresinde, benim ilk kez TBMM’ye girdiğimi anlayınca, asansör çıkışı benimle yürümüş ve bana, kendine özgü üslubuyla şunları söylemişti;
“Bak azizim. Meclise yeni gelenler, kendilerini göstermek için kürsüye çıkıp konuşma yapmak isterler! Fakat parti başkanları böyle kişileri sevmezler, aman dikkatli ol! Burada en az altı ay kürsüye çıkma, sadece ne olup bitiyor seyret!”
DIŞ İLİŞKİLER KOMİSYONU’NUN GÜÇLÜ BAŞKANI
Daha sonra, TBMM Dış İlişkiler Komisyonu’unda onunla birlikte çalışma şansım oldu. İkimiz aynı komisyonda görev almış, partiler arasında komisyonların bölüşümüne göre Kamran Bey komisyon başkanı, ben ise başkanvekili olmuştum.
Bu görev sırasında ona duyduğum saygı her geçen gün daha da arttı. Hem çok iyi bir yurtsever ve hem de bilge niteliklere sahip bir siyasetçi/diplomattı. Çok deneyimli olması ve birçok dili anadili gibi konuşması (sanıyorum altı) nedeniyle, yabancıların büyük bir saygısını kazanıyordu.
Onun, Komisyonumuzu ziyarete gelen İsveç Dışişleri Bakanı Anna Lindh (İsveçte, 2003 yılında, PKK’lı olduğu iddia edilen teröristlerce öldürülmüştü) ile olan diyaloğunu unutmam mümkün değildir.
Bakan, İsveç’ten doğru Diyarbakır’a gitmek istemiş, kendisine önce Ankara’ya gelmesi gerektiği söylenerek izin verilmemişti.
O kızgınlıkla Komisyonumuza gelen Bakan, kızgınlığını belli eden ve Türk Hükümeti’ni suçlayan sözler kullanınca, Komisyon Başkanı İnan’dan, diplomatik kurallar içinde çok sert bir yanıt almıştı. Bu ders niteliğindeki yanıt karşısında biraz mahcup olan Bakan, ‘Ben aslında şunu demek istemiştim!’ diyerek kıvırmak zorunda kalmıştı.
Bu görüşmenin sonunda da, hiç ummadığım bir harekette bulunan Bakan Lindh, Kamran Bey’i İsveç Parlamentosunda bir konferans vermeye davet etmişti. Yani Bakan Lindh’i mahcup etmekle kalmamış, bir de konferans daveti alacak kadar onu etkilemişti.
DEMİREL İLE YILDIZI BARIŞMAMIŞTI
Rahmetli Demirel’le yıldızları barışmıyordu. Onun, Cumhurbaşkanı olarak yaptığı yurtdışı gezilerine katılmıyor, yerine -başkanvekili olmam nedeniyle- benim gitmemi istiyordu.
Aralarındaki soğukluğun nedenlerinden biri de sanıyorum, Demirel’in onu –çok istediği halde- dışişleri bakanı yapmamış olmasıydı.
Bir gün bu konuyu açtığımda bana;
“Bak sana özel bir şey anlatacağım, Hocam,” demişti. Demirel’i kastederek, “Başarısız olacağımı düşündüğünden olacak beni –hiç anlamadığım halde- enerji bakanı yaptı. Ama ben, bakan olduktan sonra enerjiyi öğrenmek için tam iki ay gece gündüz kapanarak çalıştım. Sonrasında kamuoyu önüne çıktığımda artık sorunları öğrenmiştim. Sanıyorum başarısız da olmadım!”
DOĞU’DAN DOĞUYA SÜRÜLEN MİLLETVEKİLİ
Kamran İnan parlamento hayatı boyunca Bitlis’i temsil etti. Fakat yalnız bir kez (21. Dönem), ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz tarafından Bitlis’ten değil, Van’dan milletvekili adayı yapıldı. Yeğeni olan Edip Safter Gaydalı Bitlis’ten birinci sıraya konmuş, Kamran Bey ise Van’a kaydırılmıştı.
Bu olayın onu çok üzdüğünü bilenlerdenim. Konu açıldığında, yüzünde acı bir gülümseme belirir, hem Mesut Bey’e ve hem de yeğeni olan Gaydalı’ya sitem ederek;
“Ben doğudan doğuya sürülen ilk kişiyim,” derdi.
Politik olarak her zaman farklı partilerde olmalarına rağmen, Bülent Ecevit’ten saygıyla söz ederdi. (Sanıyorum) 1976 yılında Ecevit’in kendisine senatörlük teklif ettiğini söylemişti bana.
İLAHİ YAKINMA!
Onunla çok anılarım oldu. TBMM’den ayrıldıktan sonra, her Ankara’ya gittiğimde onu ziyaret etmeye çalıştım. Birkaç ay önceki ziyaretimde, eşini yitirdikten sonra çok değiştiğini anlattı bana. Anlatırken de, “acısına katlanamıyorum!” diyerek gözyaşı dökmüştü.
Son gününe kadar kitap yazmayı bırakmadı. Çok güçlü olan belleğinden hiçbir şey yitirmemişti. Bu durumdan çok rahatsız oluyordu;
“Bu haksızlık,” demişti bana. “Bedenim bu kadar tükenmişken keşke hafızam böylesine güçlü kalmasaydı. Yaşla birlikte unutkanlığın da artması ne büyük nimetmiş meğer!”
LEGİON D’HONNEUR’ Ü İADE ETTİ
Fransa Cumhurbaşkanı, Fransa’nın en büyük nişanı olan Legion D’Honneur ile kendisini onurlandırmıştı.
Ancak o bir yurtseverdi. Bugünkü kimi satılmışlar gibi davranmamış, Ermeni soykırımı yalanının inkarını suç sayan yasa tasarısının Fransa Parlamentosu’nda görüşüldüğünü duyunca küplere binmişti.
Yaptığı ilk iş, Mitterand tarafından kendisine verilen bu nişanı geri iade etmek oldu (2006)
KENDİ HAİNİNİ YETİŞTİREN ÜLKE!
Son on yılda, ülkemizin gidişinden büyük kaygılar duyuyordu.
Ülkemizin geldiği durumdan dolayı, başta aydın geçinenler olmak üzere, geçmişte bugünü göremeyen politikacıları da suçlayarak,
“Türkiye kadar, kendi hainini yetiştiren bir başka ülke yoktur!” diye eleştirilerde bulunuyordu. Onun yurtsever görüşlerine ‘Havuz Medya’nın nasıl yüz çevirdiğini, kimi zaman muhabirlerle yaptığı söyleşilerin yayınlanmasına bile izin verilmediğini üzüntü duyarak anlatırdı.
KÜTÜPHANEDEN KİTAP KURTARMAK!
Görüşmelerimizde her zaman, “Şimdi ne yazıyorsunuz?” diye sorardım. Çünkü her zaman yeni bir kitabın hazırlığı içinde olurdu. Son görüşmelerimizden birinde ise, belki artık yazmıyordur düşüncesiyle, sadece “Nasılsınız, ne yapıyorsunuz?” gibi sığ bir soru sormuştum. Bana şöyle yanıt vermişti:
“Nasılsın diye sorduğun soruya, ne yazık ki iyi cevap veremiyorum. Çünkü bedenim tükendi. Ne yaptığıma gelince, ona şöyle cevap verebilirim; Yanmakta olan kütüphaneden kitap kurtarıyorum.”
Benim sessiz kaldığımı ve anlamadığımı görünce söylediklerine açıklık getirdi.
“Bir Kızılderili atasözü vardır: Her ölen kişiyle birlikte bir kütüphane yok olur, diye. İşte ben de kitap yazmaya devam ederek, kendi kütüphanemden kitap kurtarmaya çalışıyorum.”
BİR BİLGE ÖLDÜ, BİR KÜTÜPHANE YOK OLDU!
Evet, çok kısaca anlatabildiğim Kamran İnan böyle bir insandı.
Keşke bu bilge insan geçmişte kişisel kaprislere ve bağnaz düşüncelere kurban edilmeseydi de, Türkiye’nin en yüksek karar verici mekanizmaları içinde yer alabilseydi…
Bir dönem bana adeta siyaset ve dış politika hocalığı yapmış olan çok değerli Kamran İnan’ı çok ama çok özleyeceğim…
Evet o yok artık…
Kamran İnan öldü, bir kütüphane yok oldu!
Yazan: Suat Çağlayan / Odatv.com