Akşam vaktiydi. Gri renkli bulutlar adeta birbirleriyle yarışırcasına Mudanya’da gökyüzünü istila etmişlerdi. Bulutlar, bir otomobil tekerleğinin bir çiviyle yarılması gibi aniden yarıldı. Soluk, ölü gözü gibi bir şimşeğin işaretiyle bulutlardan boşalan yağmur taneleri evlerin çatılarına, yere hızla çarptıkça trampete benzer sesler çıkıyordu. Gün boyunca, uysal bir çocuğu andıran deniz yağmurla birlikte hırçınlaştı. Rüzgâr da çıkmıştı. Güneyden esen bir rüzgârdı bu. Temmuzun; gece olmasına rağmen kavuran sıcaklığının insanlara verdiği rahatsızlığı azaltıyordu. Dükkânlar birer ikişer kepenklerini kapatıyorlardı. İnsanlar hoyratça kendilerini ıslatan, belki de bundan sözcüklerle anlatılmaz bir keyif alan yağmurdan kaçabilmek için çabuk çabuk evlerine koşturuyorlardı.
İki bitkin atın zoraki çektiği bakımsız fayton Mudanya'nın ara caddelerinden birini rıhtıma bağlayan eski taşlı ara yoldan ilerliyordu. Altmış yaşlarındaki, beyaz saçlı faytoncu salaş balık lokantasının önünde arabayı durdurdu. Sarı saçlı, mavi gözlü adam elli yaşlarına yakın olmasına rağmen çevik bir hareketle faytondan indi. Yanına gelen faytoncuya ücreti verdi. Üstü kalsın dedi. Üzerinde, çakmak çakmak bakan gözlerinin renginde, zevkli bir gömlek, geniş kesim hardal renkli bir keten pantolon ve ayağında da ışıl ışıl siyah ayakkabılar vardı. Başındaki kasket de tüm bu giydikleriyle büyük bir uyum sağlıyordu.
Bütün yaz yağmurları gibi bu yağmurun ömrü de bitmeye, tükenmeye mahkûm bir mumun ömründen farklı değildi. Adam, lokantanın çürümeye yüz tutmuş tahta kapısını hafifçe iterek içeriye girdi. Tanınmamak, rahatça oturabilmek için kasketini neredeyse gözlerinin üzerine düşürdü. İçerisi tenhaydı. Dört bilemediniz beş masa doluydu. Garsonlar masalara rakı ve mezeleri dağıtıyorlardı. O esnada gramofonda Müzeyyen Senar, insanı alıp götüren şarkılarından birini söylemeye başladı. Meyhaneci tezgâhın arkasından boşalmakta olan şişeleri takip ediyordu. Yeni gelen, uzun boylu, dağ gibi adam pencerenin hemen yanındaki boş masaya oturdu. Meyhaneci, genç garsonu bir kaş hareketiyle onun yanına yolladı. Adam garsona masayı donatmasını söyledi. Garson adamı tanımıştı. Heyecanlandı. Çok heyecanlanmıştı.. Sesi titriyordu. Adamın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. Delikanlıya belli belirsiz, parmağını ağzına götürerek sus işareti yaptı. Garson, o an dünyanın en kuvvetli adamının yanında olduğunu biliyordu. İçi içine sığmıyordu. Dosdoğru, meyhanecinin yanına seyirtti. Onun kulağına bir şeyler fısıldadı. Meyhaneci adamın dostuydu. O an göz göze geldiler. O da bir rüzgâr gibi soluğu adamın yanında aldı. İçten ama sessizce: "Hoş geldiniz Paşam" dedi. Adam başıyla: "Hoş bulduk" dedi... Adam buranın özellikle mezelerini duymuştu.
Adam rakısını ve mezelerini beklerken camdan dışarıya baktı. Mudanya'nın Bursa tarafındaki evlerin ışıkları, gökyüzündeki yıldızlar gibi ışıldıyorlardı. O esnada bir yük gemisi devasa homurtular çıkararak oradan geçiyordu. Adamın aklına işgal yıllarında İstanbul'a arsızca çöreklenen işgal donanması geldi. Lokantanın alacakaranlığında kimsenin göremediği acı bir tebessüm oluştu yüzünde. Sonra bir gülüş. Gururlu bir gülüş. Söylediği gibi: "Geldikleri gibi gitmişlerdi.."
Garson özenle masayı donattı. Meyhaneci diğer masalarda olmayan çok özel mezeleri kendi eliyle masaya yerleştirdi. Adamın önünde saygıyla eğilerek uzaklaştı. Adam rakı sürahisinden bardağa rakısını koydu. Üzerini suyla tamamladı. Gömleğinin cebinden kehribar renkli tabakasını çıkardı. Bir cigara yaktı. Dumanını ciğerine dolu dolu çekti. Rakısından bir yudum aldı. Mezesinden de bir lokma tadına baktı. Enfesti. Kendisini izlemekte olan meyhaneciye başıyla selam verdi..
Rakısını tazelerken gramofonda bu kez Safiye Ayla duygu yüklü bir aşk şarkısını adeta konuşturuyordu. Adamın aklına Sofya Askeri Ataşesi olduğu yıllarda tanıştığı Bulgar generalin kızı Miti Kovaçeva geldi. Cigarasından derin bir nefes daha çekti. Mudanya'da sis vardı. Adam gayri ihtiyari cama baktığında sisi gördü. Lakin bu sisin kendi içindeki sisin yanında bir hiç olduğunu biliyordu. Sevmişti. Çok sevmişti Bulgaristan'ın bu en güzel kızını. O da kendisini. Strauss'un: "Güzel Mavi Tuna" eseri eşliğinde vals yaptıkları anda gözleri değmiş, hemen oracıkta birbirlerinin kalplerine akmışlardı. Adam avucunun içindeki küçük, zarif elin sevdayla titrediğini duyumsuyor, o anlarda içi içine sığmıyordu. İkisinin de ayakları yerden kesilmiş, Romeo ile Juliet'i kıskandıran sevdalarıyla muhteşem müziğin eşliğinde valsle kendilerinden geçiyorlardı.. Ancak Bulgar general bitirmişti bu ilişkiyi. Adamın aklından bunlar geçtikçe, hüzünleniyor, başı önüne düşüyordu.
Rakısından bir yudum daha aldı. Sol köşedeki haydariden bir lokma aldı. Neden sonra aklına Fikriye ve Latife geldi. Su gibi bir gerçek vardı: Ne Fikriye'yi sevmişti ne de Latife'yi. Onlar kendi için deli oluyorlardı ama hepsi o kadardı. O anlatılmaz vals gününden sonra Miti'yi hiç unutamamıştı. Bir erkek bir kadını ne kadar çok severse o da tüm kalbiyle bu Bulgar Kızı'nı o kadar sevmişti. Sevecekti de. Miti de öyle. Hayatı boyunca hiçbir erkeği sevmeyeceğini söylüyordu hatıratında.. Adam, Emperyalizmin ağababalarını dize getirmişti ama Bulgar generali ikna edememişti.. Bunun sıkıntısını yaşıyordu.
Sahilde sis dağılmıştı. İnsanlar akşam yürüyüşüne çıkmışlardı. Bir babayla, on yaşlarındaki bir erkek çocuk çekti dikkatini. Şakalaşıyorlar, oynuyorlar. Sarılıyorlardı. Aklına babası geldi. Gerçi babası pek nadir sarılırdı Ona ama içinden kendisini çok sevdiğini bilirdi. Erken kaybettiği babasına o an tarifsiz bir özlem duydu. Rakı şişesi boşaldı. Tazelendi. Meyhaneci koydu adamın rakısını bu kez. Sevgi dolu bir gülüşle uzaklaştı yeniden. Adam bunu fark etmemişti bile. Peşi sıra aklına annesi geldi. Dışarıda rüzgâr yoktu ama o an adamın içinde fırtınalar kopuyordu. Adam, annesini başka bir adamla evlendi diye affetmiyordu. Yıllar boyu bu kırgınlık, en mutlu olduğu zamanlarda bile adamın içini bir burgu gibi yiyordu. Annesi de biliyordu bunu..
Faytoncu kendisine söylendiği saatte geldi.
Atların nal sesleri, gecenin karanlığını yırtar gibi sahilde yankılanıyordu..