İnsan vücudu, ortalama 100 trilyon hücreden oluşan ve “üzerinde çok fazla sayıda çeşitli mikro yaratığın yaşadığı apayrı bir dünya” gibidir. Her bir “insan vücudunda ki hayatın zenginliği, çeşitliliği, yer yüzündeki, yer altındaki ve tüm okyanuslardaki hayatın zenginliği ve çeşitliliği” kadar zengin ve şaşırtıcıdır.
Vücudumuzda hücreler dokuları, organları, sistemleri oluşturur. Bağışıklık sistemi, dolaşım sistemi, lenf sistemi, sinir sistemi, solunum sistemi, kas sistemi, iskelet sistemi, sindirim sistemi ve tüm organlarımız “son hücrelerine kadar” çok sıkı bir ilişki içerisinde, trilyonlarca görülmez misafirlerle birlikte uyum içerisinde yaşayarak, “makro ve mikro yaşam eko sistemini oluştururlar.”
Ancak bu ilişki tamamlayıcı (simbiyotik) bir ilişki türüdür. “Hiç biri, diğeri olmadan, sağlıklı bir şekilde varlığını sürdüremez. Yani bu “mikro organizma lar olmadan insan varlığı devam edemez.”
Bütün hücrelerimiz hem bağımsız hem de bir biri ile irtibatlı, koordineli ve uyumlu bir şekilde çalışır. Belli bir program içerisinde “sürekli ölüp ölüp dirilerek organlarımızı ve bedenimizi yeniler ve canlı tutar.” Ancak bu görevlerini, sağlıklı bir şekilde yerine getirebilmeleri için mutlak şartlardan biriside gerekli olan “vitaminler, mineraller, elementler, iz elementler, hormonlar, enzimler, amino asitler, yağ asitleri ve benzerlerinin” eksiksiz temin edilmesidir.
Özellikle dolaşım sistemi gerekli olan malzemelerin taşınma görevini üstlenir. Bu nedenle “kanımızın temiz ve doygun olması” gereklidir. İşte tam bu noktada “sindirim sistemi” devreye girer. Çünkü “sindirim sistemi ne kadar sağlıklı ve muntazam çalışırsa, kanımızda o kadar temiz ve doygun olacaktır”.
Yüzlerce, belki de binlerce maddelik listeler halinde sıralayabileceğimiz bütün gıda maddeleri, “karbonhidratlar, proteinler ve yağlar” olarak üç ana başlıkta toplanır. Ancak bunların hiç birisi, doğal haliyle yiyeceğimiz, hiçbir gıda maddesinde, “protein, karbonhidrat ya da yağ olarak” tek başlarına, saf olarak bulunmazlar.
Sağlıklı bir hayat için “vücudumuzun hem karbonhidratlara, hem proteinlere, hem de yağ asitlerine ihtiyacı vardır.” Önemli olan bunların “yeterince ve dengeli bir şekilde” alınmasıdır. Yediklerimiz “tamamen katkısız, doğal bir gıda maddesi bile olsa, “gereğinden fazla tüketilmesi halinde, sağlığımız için zararlı olacağı” hiçbir zaman unutulmamalıdır. (Rast gele vitamin takviyesi alanların dikkatine.)
Sindirim ağızda başlar ve “tükürük içerisinde” su, albümin (Lipaz amilaz, peptidaz, fosfataz, piyalin gibi) çeşitli enzimler, imminoglobin A – G – M gibi antikorlar, serum proteinleri, siyalik asit, ürik asit, lipitler, azot, elektrolitler, kalsiyum, sodyum, potasyum, magnezyum ve bicarbonat iyonları gibi “sayısız kimyasal maddeler bulunur.” Bu “kimyasal maddelerin kullanılabilmesi ve yeterince faydalı olabilmesi için” lokmaların “yavaş yavaş, en az 20-25 defa çiğnendikten sonra yutulması” gerekir.
Midemizde “sadece protein sindirimi” başlar ve “ortamın tamamen asidik (PH= 1,5 – 3 civarı) olması gereklidir.” Midede üretilen “hidroklorik asit, protein sindirim enzimi olan pepsini” harekete geçirir. Çok karmaşık bir yapıya sahip olan “proteinler pepsinler sayesinde parçalanarak aminoasitler ve peptitler” haline getirilir.
Ancak herhangi bir nedenle, “midede yeteri kadar hidroklorik asit üretilmemesi” veya “dışarıdan yapacağımız her hangi bir müdahale ile PH değerinin yükseltilmesi” (asit değerinin düşürülmesi) halinde, proteinler gerektiği şekilde parçalanamayacak ve “sindirim işlemi daha başlangıç aşamasında” eksik yapılmaya mahkum olacak demektir.
Normal şartlarda sindirimin sağlıklı bir şekilde devam edebilmesi için gıda maddelerinin, mideden 12 parmak bağırsağına geçişini müteakip “sekretin” ve “kolesistokinin” hormonları salgılanmalıdır. Bu hormonların salgılanabilmesi için ise mideden 12 parmak bağırsağına geçen “gıda maddelerinin PH değerinin 2 civarında olması” gerekir.
Bu iki hormon “12 parmak bağırsağı tarafından üretilir” ve kana karışarak Pankreas, karaciğer, mide ve diğer organlara taşınır. Sekretin hormonu mideye “sıvı üretimini durdurma” talimatını verir. Karaciğeri “safra üretmesi” için, “bağırsak duvarını” ise asitli yiyeceklerin geldiğini haber vererek, kendisini korumaya yetecek kadar “mukus üretimi” için uyarır.
Ancak “yaptığı en önemli şey” mideden gelen yiyeceklerdeki asidi etkisiz hale getirerek, sindirilebilmesi için “pankreası uyarmasıdır.” Çünkü sindirimin tam ve hatasız olabilmesi için, ince bağırsağın çok daha alkali bir PH değerinin (Ph ; 7–8 ) olması gerekir. Bu da ancak “pankreasın üreteceği, bikarbonat çözeltileri” ile mümkün olacaktır. Pankreasın görevi bununla da bitmez. “Sindirim için şart olan Amilaz, Glukagon, Tripsinojen ve İnsülin gibi enzimleri de salgılaması” gerekir.
Ancak “pankreasın bu sindirim enzimlerini salgılayabilmesi” için ikinci bir hormonun, yani “kolesistokinin uyarısına” ihtiyacı vardır. Eğer mideden gelen yiyeceğin “PH değeri normalden yüksek olursa” ( 2 civarında olmalıdır) 12 parmak bağırsağı “kolesistokinin hormonu üretmez.” Bu hormonun üretilmemesi halinde ise, “Pankreas uyarılmaz ve gerekli sindirim enzimlerini salgılamaz.”
Neticede süreci “kötü bir sindirim ve emilim” takip eder. “Kazomorfin, Glutenomorfin gibi tam sindirilmemiş proteinler” hasarlı bağırsak duvarından emilerek kana karışır ve “alerji gibi bağışıklık reaksiyonlarına” yol açar. Pek çok “temel vitamin, mineral ve aminoasitler”de özümsenemez.
Kötü sindirilen karbonhidratlar, “anormal bağırsak florası tarafından kullanılıp alkole, asetaldehite ve diğer toksinlere dönüştürülür.” Yağların sindirilmemesi halinde ise, yağ da çözülebilen A-D-E- K vitaminleri ve omega-3 gibi, temel yağ asitleri eksik kalır. Diğer sindirilemeyen yiyecekler ise, sindirim yolunda çürür ve “tüm vücuda zararlı hale gelir.”
“Mide asidinin azlığı sadece sindirimi mahvetmekle kalmaz, ” başka ciddi olumsuzluklara da yol açar. Normalde aşırı asitli ortam nedeniyle, sindirim sisteminin, bakteri ve mantarlar açısından en düşük nüfus yoğunluklu bölgesi midedir. “Ancak düşük asitli (Ph değeri yüksek) bir midede,” heliko bakteri, Campillo bakteri, pylori, candida, E-coli, Salmonella, streptococci gibi “değişik türden pek çok patojen ve fırsatçı bakterilerle çeşitli mantar türleri” mide duvarında yaşama ve çoğalma ortamı bulurlar.
Düşük asitli midede yaşayan, patojen bakterilerin pek çoğu, karbonhidratları “özellikle de işlenmiş olanlarını tüketmeyi çok sever.” Normalde karbonhidrat sindirimi ağızda tükürük ile başlar, mideye ulaştığında mide asidi tarafından sindirimi durdurulur ve 12 parmak bağırsağına geçinceye kadar bekletilir.
Ancak düşük asitli midede patojen bakteriler karbonhidratları, “özellikle rafine karbonhidratları fermente etmeye başlar.” Fermantasyon sonucunda genellikle “toksinler ve gaz” açığa çıkar. Sürekli tekrarlanan bu işlemler sonucunda, “mide tembelliği, mide ekşimesi, mide yanması, gastrit, gaz ve reflü gibi şikayetler başlar.”
Hiçbir “mide doğrudan kanser olmaz” Mide asidinin uzun süreli düşük olmasının, “gastrit, ülser ya da mide kanseri oluşumunda etkili olduğu” düşünülmektedir. (Mide koruyucu kullananlara prospektüsü okumalarını tavsiye ederim.) Çünkü “mide kanserli kişilerde yapılan araştırmalarda mide asidi seviyesinin düşük olduğu ortaya çıkmıştır.”
Yani “kanser olmadan önce hazımsızlık, mide tembelliği, ekşime, yanma ve gaz gibi değişik şekillerde, yıllarca ikaz ediliriz.” İkazları (prospektüsünü okumadığımız) “kimyasal ilaçlarla susturup yanlışlara devam ettiğimiz için de hastalık sürekli büyüyerek, gastrit, ülser ve sonunda kanser olur.”
Tabii “midede ki ilk şikayetlerin başlaması ile ülser ya da kanser teşhisi arasında, çok uzun yıllar” olduğu için, vatandaş olarak “hastalığın başlangıcı ile sonucu arasında pek bağlantı kuramayız.”
Eğer midemizde ekşime özellikle gastrit başladığı anda, yaşam tarzı ve beslenme hatalarımızı düzelterek, “mide asit salgısını düzenleyecek doğal gıdalar ile beslenir, midedeki iltihabı yok edecek bitkisel yağlar ve bitki karışımları kullanırsak,” midemizin “çok kısa sürede normale dönerek” şikayetlerimizin ortadan kalkacağını, “ülser ya da kanser” gibi çok daha ciddi hastalıklardan uzak olacağımızı görürüz. “Çünkü mide duvarı yaklaşık üç günde bir kendisini yeniler.”
Sağlık bilincimizin çoğalmasına katkı sağlaması umuduyla iyi haftalar…