Şükriye nine sabaha karşı sarsılarak uyandı.
Her yıl aynı gece, yetmiş üç yıl öncesinde olduğu gibi gözlerini böyle dehşet içinde açar, bir süre nerede olduğunu bilmeden boş gözlerle odasını seyrederdi. Bir vakit sonra Konya semalarında yüzlerce camiden Ezan sesi Arş-ı Rahman'a ulaşmaya başladığında içini bir güven duygusu doldurdu. Yatağında doğrularak başını iki elinin arasına aldı “Ezanımızın toprağımızda kıyamete kadar böyle izzetli duyulmasına müsaade et, Ya Hak !.. bir daha milletimize Gırım’ın talihine düşen o zulmü yaşatma” diye inleyerek dua etti..
Geçen onca yılın merhem olamadığı o faziletsiz geceyi en küçük teferruatına kadar daha dün gibi anımsıyordu. Bir vakit sonra tiz sesiyle uğunmaya başladı. Kataraktan kapanmış gözlerinden yanağına süzülen tanelerin sebebi olan o elim hadisenin üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçmişti. Buna rağmen hiçbir şey ona o kanlı devri unutturamamış; gözlerinde mühürlenmiş acınası bir hüzün olarak bedenine yerleşmişti. Yüreğinde büyüttüğü inancın şavkı olmasa, o şerare ruhunu aydınlatmasa, belki de çoktan aklını yitirirdi.
Her yıl bu habis günde gardaşının nurlu cemali gözünün önünde belirir; acısı ağulu bir hançer olur, sinesinde yeni bir oyuk açardı. Ömrü boyunca ziyan olan vatanını, ölüme terk ettikleri, kocanayını Safinar Hanım’ı yavuklusu Yusuf’u, cepheden Mavi Alay’dan dönmeyen emmisi Kemal Bey’i hiç unutmamış hepsinin acısına ayrı ayrı kavrulmuştu.. Lakin ikiz gardaşı İsmail’in acısı, ille de Onun acısı hiç birine denk değildi. Yakıp kül etmişti Şükriye ninenin her zerresini.. Onca senedir zaman sükût etmiş, ömür yitmiş, gençliğin tazeliği bitmiş, matemi, kederi kendisine sürgünden yadigâr kalan, sol yanağındaki yanık izi gibi ömrünün iziydi.
Bir vakit sonra yüreğindeki kızıl yangının acısını sakinleştirmek için başucundaki Kuran-ı Kerim’e uzandı. Esasen 25 yılı aşkındır gözleri neredeyse hiç görmüyordu. Gözlerinin durmaya başladığını fark ettiği yıl ölülerinin ruhuna okumaya devam etmek için Yasin-i Şerif’i ezber etti. Yine de her seferde kutsal kitabı eline alır arasına tavus kuşu tüyü koyduğu Yasin suresinin sayfasını açar ezberinden okumaya başlardı. Güneşin şavkı odasını donattığında duası tamamlanmış gecelik urbasını çıkartıyordu. Torunu Furkan’ın sesiyle kapıya yöneldi;
– Hayırlı sabahlar sultanım. Gelinlerin, torunların hepsi geldi. Aşağıda seni bekliyorlar. Anam çiğ börek yapmış soframız bayram sofrası gibi.
– Hoş geldin İsmayıl. Ben yemeği neynim balam, zati içim almıyor. Kuş kadar yiyom. Bu melanet günde ciğerlerim yanım daya gayri bir şey istemem.
Torunu eğilip şefkatle, yaşlı kadının üzeri benek benek lekelenmiş kırışık kınalı ellerini koklayarak öptü. Şükriye nine her yılın 18 Mayıs’ında bütün çocuklarını yanına ister, ya oğullarından ya torunlarından birine gün boyu kendi adlarıyla değil de gardaşının adıyla hitap ederdi.
– Benim nurlu anamın pamuk elleri nasılda zarif.
– Eğlenme benimle İsmayıl’ım güzellik mi kaldı. Rahmetlik anam Tebreş Bayramı’nda doğdun derdi. Bu Tebreş’te tam seksen sekiz yaşını tamam etti kocanayının. Ellerim bir zamanlar Sudak gülleri kadar taze ve güzeldi. Şimdi toprağım gibi çorak, vatanım gibi cansız.
– Ağlama neney yakma canımı.
– Ağlama deme balam.. Ağlanmaz mı heç ezandan bu yana gözümün yaşı yüzümü yudu.. Bizim milletimiz asırlardır abdestini gözyaşıyla, kanıyla aldı. Almaya da devam ediyor. Mustafa’m beni yine serinlik çıkınca Rumi Hazretlerine götürsün. Gönlümün çilesi onun avlusunda ferahlıyor.
– Bende götürürüm neney. Sen yeter ki ağlama..
Şükriye Hanım torunu Furkan’la birlikte Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretlerinin türbesine ulaştığında hafif bir yağmur sepelemeye başladı. Dergâhın avlusunda babaanne torun epeyce oturdular. Bir süre sonra babaannesinin derinlere daldığını anlayan torunu onu yalnız bıraktı. Şükriye Hanım’ın dalan gözleri yetmiş yıl öncesine Kırım Bahçesaray’ın böğründeki Avcıköy’e gitti..
– Urkiş tatay bu mekik oyası çok güzel olmuş eline sağlık.
– Senin için yapıyorum Şükriye’m utanma balam. Yusuf’umla evleneceğinizi bütün köy bilir sen benim gelinimsin. Şu harp bi bitsin hayırlısıyla gelip seni isteyeceğiz. Annenle konuştum. Razılığı vardır. Safinar Hanım nasıl ?
– İyi değil abla amcamdan hiç haber yok. Babaannem öldüğüne inanıyor ciğeri yanıyor, o yataktan kalkacağını sanmam.
– Allah korusun balam. Şükriye şu çeşmenin önünden ağrı giden Yusuf’la İsmail değil mi ?
– Evet, onlar Urkiş tatay. Hava kararmak üzere nereye gidiyorlar ki böyle acele, acele ?
Bu Şükriye ninenin yavuklusu Yusuf’u ve kardeşi İsmail’i son görüşüydü.
1944'ün 18 Mayıs’ı..
Gün sabaha erişmeden avlularının kapısı yıkılırcasına çalınmaya başladı. Babası babaannesinin başucunda uyuya kalmıştı. Hepsi ne olduklarını anlayamadan döşeklerinden fırlayıp kalktılar. Babası kapıyı açınca bir düzüne sert ve acımasız Sovyet askeri içeri daldı. Anası ve Şükriye korku içinde başlarına şallarını geçirdiler. Askerlerden biri elindeki kâğıttan Stalin’in sürgün emrini okuyordu..;
“Tüm Kırım Tatarları Almanlarla işbirliği yapmaktan suçlu ilan edilmiştir. Vatan haini olma suçuyla sürgün edilmenize Stalin emriyle karar verilmiştir..”
Askerler bütün odaları aramaya başladılar o sırada Şükriye İsmail’in yatağının hiç bozulmadığını fark etti. “Ana İsmail yok” diye feryat ederken askerler ite kaka onları evden çıkarıyorlardı. Babası yatalak anasını kucağına almaya çalıştığında buna izin vermediler. Koskoca adam çocuk gibi ağlıyordu. Hepsini eski bir kamyonete doldurdular. Köyün imamı Dinmöhemmet Bey ahaliye “salavat getirin bizi kurşuna dizecekler" diye bağırdı.
Tam o sırada hareket eden kamyonetten Urkiş Hanım çıldırmış gibi “Yusuf”diye bağırarak yere atladı. Şükriye kafasını çevirdiğinde köy meydandaki asırlık ıhlamur ağacında Yusuf’un ve birçok gencin cansız bedeninin asılı olduğunu gördü.
.....
Furkan babaannesinin yanına geldiğinde onu yine ağlarken buldu.
Yanına oturdu. Ellerini tuttu.
Şükriye Hanım bütün torunlarına öğrettiği ağıtı mırıldanıyordu;
"Men bu yerde yaşalmadım, yaşlığıma toyalmadım, vetanıma asret boldım, ey güzel Kırım…"
Derken Furkan seslendi:
– Nene gidelim mi artık.
– Gidelim "İsmail" gidelim balam..
– Nene, bu ağıtı bir Tatar kızı önemli bir yarışmada okuyup birinci oldu. Artık bütün Dünya Kızıl Ordu’nun bize yaptığı mezalimi biliyor.
– Doğru mu diyorsun oğul ? O vakit Dünya biliyorsa moskofun bize yaptığını, yakasından tutup hesap sormazlar mı ? Vatanımızı bize geri vermezler mi ?
Derin bir iç çekti Furkan..
Ve başını göğe kaldırdı:
– İnşallah neney. İnşallah..
Gönlünüze, yüreğinize, kaleminize sağlık
SAKIN UNUTMA KIRIMI
1944 Nisan ayıydı
Belki de Kırım'ın son baharıydı
Düşman hem candan hem yurttan ayırdı
Kırım baştan sona kana boyandı.
Akmescit'e düşman girip dayandı
Yalıboyu yolu kanla sulandı
Yeşil ağaçlarda canlar sallandı
Kırım baştan sonra kana boyandı.
Ne kadınlar duydu ne de erleri
Gafil avlanmıştı Kırım Türkleri
Harabeye döndü tüm eserleri
Kırım baştan sona kana boyandı.
Balalar uyurken gece uykuda
Kahpe Rus askeri durdu kapıda
Ne Hak vardı ne dost vardı yanında
Kırım baştan sona kana boyandı.
Doldurdular hayvan gibi vagona
Ne su koydular ne ekmek yanına
Gönderdiler ölüm olan bir sona
Kırım baştan sona kana boyandı.
Tecavüz ettiler kızlara önce
Yapıldı akıla gelmez işkence
Can dayanmadı bu kahpe güce
Kırım baştan sona kana boyandı.
Canavarlar cana böyle kıymadı
Kırımın Türkünü candan saymadı
Yükselen feryadı kimse duymadı
Kırım baştan sona kana boyandı.