Orta boy ülkeler, küçük ülkelerle beraber, büyük ülkelerin ve emperyalist güçlerin çekişme alanı konumundadırlar. Dünya hegemonyasına ya da bölgesel egemenliğe yönelen bütün emperyal devletler, küçük ve orta boy ülkeler üzerinde egemenlik yarışı içinde olurlar. Son on beş senedir Türkiye üzerinde, Batı Bloku'nun üç merkezi olan ABD, AB ve İsrail hegemonya çekişmesi içine girmişlerdir. ABD’yi yönlendiren Yahudi lobileri İsrail'in çıkarları doğrultusunda Amerikan baskısını Türkiye üzerinde sürdürürlerken, Avrupa ülkeleri de Avrupa Birliği sürecinden yararlanarak, Türkiye üzerinde etkin olmak ve ülkeyi istedikleri hedeflere doğru yönlendirmek istemişlerdir. Türkiye bu yüzden, bir türlü toparlanamamış eski müttefiklerinin baskıları ile onların çıkarları doğrultusunda bir yerlere çekilmek istenmiştir. Bu olumsuz koşullara rağmen gene de bir avuç vatansever Türk aydını, Atatürk'ün Cumhuriyeti'nin bağımsız geleceğini değişen dünya koşullarında yaptıkları çalışmalarla belirlemeye çalışmışlardır. Yüz yıllık cumhuriyetin ve bu devleti kuran Kuvay-ı Milliye mücadelesinin birikimi, Türkiye'nin bağımsız gelecek arayışını etkilemiştir.
Türkiye Cumhuriyeti, I. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmış ulus devlet olarak, 20. yüzyılda yoluna devam ederek, 21. yüzyıla ulaşmıştır. O dönemin koşullarında, imparatorlukların yıkıldığı bir aşamada, Avrupa'nın önde gelen ülkelerinde geçerli olan devlet model olarak ulus devlet biçiminde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, daha sonra ülke koşullarına uygun kendi modelini oluştururken, üniter ve laik bir cumhuriyet devleti rejimine yönelmiştir. Soğuk savaşın hassas dengelerinde kendi modelini koruyabilen Türkiye Cumhuriyeti'ne, 21 yüzyılın başlarında dünyanın egemen güçleri tarafından karşı çıkılmaktadır. I. Dünya Savaşı sonrasında bir Ulusal Kurtuluş Savaşı yaparak ayakta kalan, bu yoldan kendi bağımsız devletini kuran Türk ulusuna, devlet olarak yoluna devam etme hakkını, bu bölgenin geleceği için plan ve projeleri olan egemen güçler izin vermek istememektedirler. Uluslararası hukuka göre her ulusun devlet kurma hakkı olduğu gibi her devletin de değişen dünya koşullarında var olma hakkı bulunmaktadır. Her ulus ve her devlet için geçerli olan bu durum, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ulusu için kabul edilmek istenmemektedir. Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılması ile ortaya çıkan boşluk alanında, kendi bağımsızlığı için savaşan bir halk, ulusal kurtuluşu gerçekleştirdikten sonra kendi ulus devletini kurmuştur. Lozan Antlaşması ile uluslararası düzende tanınmış olan Türkiye Cumhuriyeti'ni devlet olma hakkını ve kurulduğu gibi kendi modeli ile yoluna devam etme şansını hiçbir otorite elinden alma hakkına sahip değildir.
Yeni Dünya Düzeni sürecinde, bu bölgede kendi planlarını gerçekleştirmek isteyenler hem Türk ulusunun elinden bağımsız bir siyasal varlık olarak var olma hakkını hem de bu ulusun kurmuş olduğu devletin bağımsız bir siyasal organizma olarak yaşama hakkını ortadan kaldırmak istemektedirler. Dünyanın ortasındaki diğer ülkelere de göz dikerken, Irak için uyguladıkları saldırganlığı, merkez bölgenin diğer orta boy ülkeler için de geçerli kılmak istemektedirler. Konunun jeopolitik hesapları olmakla beraber; petrol ve doğal kaynaklara el koyma planları ile dinsel amaçla kutsal topraklara el koyma planları Osmanlı arazisi üzerindeki bütün devletleri tehdit etmektedir. Türkiye, Osmanlı ülkesinin merkez ülkesi olarak emperyalist saldırganlığın baş hedeflerinden birisi konumundadır. Bu nedenle de tasfiye edilme sürecine zorlanmakta, Atatürk'ün bağımsız Türkiye Cumhuriyeti zaman içerisinde tasfiye edilirken, bir yandan da bölgesel bir konfederasyonun temelleri atılmaktadır. Ama bu konfederasyonunun nereye bağlı olacağı, kim tarafından yönetileceği ve merkezinin neresi olacağı daha belirlenmiş değildir. Batılı emperyal güçler arasındaki çekişmeler bu durumun yapısını belirleyecektir.
II. Dünya Savaşı sonrasında baskı altına alınarak, kontrol altında tutulan Türkiye Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği'nin yıkılması sürecinde de yoğun bir psikolojik savaş yönlendirmesine maruz kalmış ve bu nedenle de Türk halkının uyanarak gerçekleri görmesi engellenmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında gündeme gelen Avrupa ülkelerinin birleşmesi konusu, Türk kamuoyunun önüne atılmış, Türkiye sürekli olarak Avrupa Birliği'ne üye olma hayali ile oyalanırken dünyanın egemen gücü olan Atlantik İttifakı Türkiye üzerinden Osmanlı alanına girmiş ve dünyanın merkezi bölgesinde geleceğe dönük kendi planları doğrultusunda örgütlenmiştir. Amerika merkezli Büyük Ortadoğu Projesi, İsrail merkezli Büyük İsrail Projesi ile beraber yürürlüğe konulmuştur. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliği konusu gündeme getirilerek yarım yüzyıla yakın bir süredir oyalandığı, 17 Aralık kararlarıyla bir kez daha ortaya çıkmıştır. Fakat bu süre içinde Avrupa Birliği uyum paketleri ile Türkiye'nin içine girerek Türkiye üzerinden Ortadoğu'nun yeniden yapılanmasında yer almıştır.
Türkiye, Avrupa ile oyalanırken ABD, NATO aracılığı ile Ortadoğu'nun gelecekte kendi planlarına göre yapılandırılmasına çalışmış ve Türkiye üzerinden bölgeye dönük girişimlerini sürdürmüştür. Daha önce ifade edildiği üzere aslında Büyük Ortadoğu Projesi, özü itibarıyla Büyük İsrail Projesidir. Amerikan devletini ve başkentini işgal eden Siyonist lobiler Tevrat doğrultusundaki bu projeyi zorla ABD'ye uygulatıyorlar ve Türkiye'deki gayrimüslim lobileri de işbirlikçi olarak kullanıyorlardı. Basın ve medya aracılığı ile bu lobiler Büyük İsrail ve Büyük Ortadoğu projeleri doğrultusunda Türk toplumunu psikolojik olarak yönlendiriyorlar ama yaptıklarını sürekli olarak Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üye olması düşüncesine dayandırıyorlardı. Bir anlamda Türkiye Avrupa sopası ile dövülüyor, Avrupa kapısının önünde üyelik için bekletilirken bekleme süreci içinde zorla dönüştürülüyor ve gelecekte Büyük İsrail ya da Büyük Orta doğu projelerinin uygulanabileceği elverişli bir yapıya doğru sürükleniyordu. Görünüşte Türkiye Avrupa için değiştiriliyordu ama gerçekte İsrail'in büyük devletine uygun bir biçimde dönüştürülüyordu. İsrail lobileri Türkiye'nin dönüştürülmesinde, Avrupa Birliği oluşumunu göz boyama doğrultusunda çok iyi kullanıyorlar ve bu doğrultuda gelen tepkiler ile eleştirileri Avrupa üzerinden karşılıyorlardı.
Avrupa ile uğraşmaktan başı dönmüş Türkiye ne Büyük Ortadoğu ne de Büyük İsrail projelerinin devreye girdiğini anlıyordu. Bu işin farkına varan ve bu doğrultuda Türk devletini ve ulusunu uyaran uzmanlar ise, toplumdan ve siyasetten dışlanarak gerçeklerin belirginlik kazanması önleniyordu. Son askeri dönem sırasında ABD'ye yakın yönetimin getirmiş olduğu basın cuntası, Türkiye'nin küreselleşme dönemine uygun ama son tahlilde Büyük Orta doğu üzerinden Büyük İsrail'i gerçekleştirecek biçimde dönüştürülmesi için her türlü psikolojik savaş ve yönlendirme işlevini yerine getiriyorlardı. Basın mensupluğundan iş adamlığına terfi eden bu dıştan kumandalı kadro, Türk kamuoyunun gerçekleri görmesini önlemek üzere her türlü yolu deniyordu, Zaman içerisindeki gelişmelerle Türkiye'deki basın Türk olmaktan çıkıyor ve küresel patronların emrinde, Büyük Orta doğu ya da İsrail için kendilerine verilen görevleri yerine getiriyorlardı. Jeopolitik ve stratejik bilgi ve düşünceden uzak kalan Türk kamuoyu da bir psikolojik yönlendirmenin etkisi altında kalıyordu. Ara sıra gerçekleri söyleyen bir bilim adamı ya da yazar ortaya çıktığında ise hemen psikolojik savaş kadrosunun koro halindeki "paranoyaklık" suçlaması ile karşı karşıya kalıyordu. Paranoya, şizofreni ya da komploculuk suçlamasından çekinen Türk aydınları da gerçekleri görmelerine rağmen konuşamıyorlar ve etkin olamıyorlardı.
Soğuk savaşın bitiminden sonraki süreçte yaşanan gelişmeler ve birbirini izleyen olaylar, bazı gerçeklerin gün ışığına çıkması ve daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuştur. Türkiye’nin Atatürk'ün kurmuş olduğu devlet modeli ile Avrupa Birliği içine alınmayacağı kesin olarak anlaşılmıştır. Avrupa'nın ancak Yugoslavya gibi parçalanan ve Hıristiyan eyaletler halinde bölünen bir Türkiye'yi içine almayı planladığı görülmüştür. Böylelikle de Vatikan'ın istediği Yeni Bizans Projesi gerçekleşmiş olacaktır. Büyük Orta doğu ve Büyük İsrail projeleri de öncelikli olarak bir Kürdistan devleti kurmaya yöneldiği için, sonunda Türkiye'nin parçalanmasına giden yol açılacaktır. Bu doğrultu da Büyük Ermenistan, Pontus, İyon ya ve Trakya devletleri projeleri gündeme iliştirilmekte, İstanbul'da ise bir Bizans eyaletinin oluşması için çalışılmaktadır. Yaşanan süreçte Türkiye, ne Avrupa'dan ne Amerika'dan ne de İsrail’den beklediği anlayış ve yardımları görmüştür. Sürekli olarak müttefiklik görünümü ile oyalanan Türkiye’yi, Batılı güçler hiçbir zaman ciddiye almamışlar ve sürekli olarak Türkiye'yi, kendi çıkarları için gene kendi planlarına uygun bir yönde kullanmışlardır. Son elli yılda ise dışarıdan getirilen yöneticiler aracılığıyla Türkiye tam bir sömürge yönetimine mahkûm edilmiş ve Türkiye'nin kendi yolunu bulmasına izin verilmemiştir.
2000'li yılların başlarından itibaren ise Türkiye kendi çıkarlarını görmeye ve Batılı emperyalistlerin söylediklerini eleştirmeye başlamıştır. Saldırgan Amerika'nın insan haklarını nasıl ihlal ettiği açıkça ifade edilebilmiş, bütün zorlamalara rağmen Türkiye Cumhuriyeti parlamentosu, Irak savaşına karşı çıkarak asker göndermeyle ilgili tezkereyi reddetmiştir. İsrail ve Amerika'nın pervasız saldırganlıkları karşısında, Türk halkı bu iki ülkeyi saldırgan ve terörist olarak gördüğünü birçok kamuoyu araştırmasıyla göstermiştir. Herkes kendisine göre bir yol izlerken, Türk devleti de ulusal çıkarlarına önem vererek diğer devletlere karşı koymaya öncelik vermeye başlamıştır. Her devlet kendi çıkarına göre hareket ederken diğer devletlerin plan ve programlarına öncelik vererek hareket etmiştir.
Bugün Türkiye, Avrupa'ya, Amerika'ya ve İsrail'e artık güvenmemektedir. Kendi çıkarlarını tek doğruymuş gibi bize dayatan bu emperyalist güçlerin, Türkiye Cumhuriyeti'ni bitme noktasına getirmek istediği artık daha net anlaşılmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti bitmemek ve yoluna davam edebilmek için Batılı müttefiklerinin emperyalist baskılarından kurtularak, bağımsız bir dış politikaya yönelmelidir. Türkiye, Atatürk'ün döneminde olduğu gibi Türkiye ve Ankara merkezli bir dış politikaya acilen dönerse kendini kurtarabilecektir. Bu aşamada artık, Avrupa, Amerika ya da İsrail merkezli politikalara değil, Ankara ve Türkiye merkezli politikalara öncelik verilmesi gerekmektedir. Şimdiye kadar işbirlikçi İstanbul medyası nedeniyle Türkiye'nin kendi ulusal çıkarlarına uygun bağımsız açılımları kamuoyu önünde yer alamamıştır. Yıkılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu'nu otuz üç yıl ayakta tutan Abdülhamit dış politikası ile Batılı emperyal güçlere karşı bağımsızlık mücadelesi yürüten Mustafa Kemal politikası arasında bir yeni sentez arayışının gündeme gelmesi gerekmektedir. Türkiye'yi II. Dünya Savaşı batağından uzak tutan İsmet İnönü dış politikası da bu dönemde Türkiye açısından yeniden önem kazanmaktadır. Dünyanın jeopolitik merkezinde kurulmuş olan orta boy stratejik bir devlet olarak Türkiye, sahip olduğu jeopolitik konumunu kullanarak Ankara ve Türkiye merkezli yeni bir strateji izleyebilirse, bu aşamada hem devlet olarak hem de ulus olarak bulunduğu coğrafyada yerini koruyabilir. Aksi takdirde. bu bölgeye yönelik emperyalist planlar uğruna Türkiye Cumhuriyeti'nin dağılması kaçınılmazdır. Dağılma sürecini hızlandırmak için her türlü baskı halen devam etmektedir. Bu tür baskıların ortadan kalkması için Türkiye'nin kendi ulusal planını ortaya koyması gerekmektedir.
“B Planı” Zorunluluğu ve Merkezi Devletler Birliği
Dünyanın batı ve kuzey bölgelerinden gelen emperyalist saldırılara karşı anakaranın merkezi belgesinde yer alan Türkiye Cumhuriyeti'nin doğuya doğru yeni bir açılımı gündeme getirmesi gerekmektedir. Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra bu coğrafyanın merkezi bölgesinde orta boy bir bağımsız devlet kuran Mustafa Kemal, Osmanlı'nın geri çekilmesi nedeniyle meydana gelen otorite boşluğu alanını, II. Dünya Savaşı öncesi dönemde doldurabilmek için, Batı'da Balkan Birliği'ni, Doğu da ise Sadabat Paktı'nı gündeme getirmiştir. Eski Osmanlı eyaletleri olan Balkan ülkelerini emperyalist saldırıdan koruyabilmek ve onlarla yeni bir dayanışma düzeni içine girebilmek için Balkan Paktı'nı gündeme getiren Mustafa Kemal, II. Dünya Savaşı sürecinde Orta Avrupa'nın iki saldırgan politikacısının önüne bir Balkan seddi çekmek istiyordu. Ne var ki, kendisinden sonra Almanya diktatörü bütün Balkanlar'a saldırarak, Balkan ülkelerinin büyük bir katliama uğramasına neden olmuştur. Günümüzde artık Balkan ülkeleri, Sovyetler Birliği'nin darılmasından sonra sosyalizmi terk ederek Avrupa Birliği içinde yeni eyaletler olarak yer almaya hazırlanıyorlar. Türkiye bu aşamada eskisi gibi Balkanlar'da etkin olamaz. ABD, Balkan ülkelerinin merkezi Avrupa'nın denetimi altına girmesini önleyebilmek için, Kosova, Makedonya, Bulgaristan, Macaristan ve Romanya gibi ülkelerde askeri üsler kurarak yerleştirmeye çalışmaktadır. Bu koşullarda Balkanlar artık Türkiye ile Avrupa arasında değil ama ABD ile Avrupa Birliği arasında kalan bir mesele haline gelmiştir. Büyük güçlerin yeni çekişme alanına dönüşen Balkanlar üzerinde, Türkiye'nin eskisi gibi hak iddia etmesi son derece zor görünmektedir, bu nedenle Türkiye kendi çıkarlarına uygun yeni bir yapılanmaya yönelirken, Balkan bölgesini bunun içine alamayacağı açıktır.
Devam edecek
.....
Yazarın tüm yazıları için tıklayınız
.....