Her kavramın betimleyicilerini açıklayan (niteleyicilerini sayarak sınırlarını belirleyen) tanım, kavramın işlevlerini de kapsamalıdır.
Bu nedenle görevi kültürümüzü yönetmek olan bakanlığın tanımı esastır. Kültür ve Turizm Bakanlığı web sitesinde yer alan “kültür” tanımı şöyledir;
“Kültür, bir toplumu diğer toplumlardan farklı kılan, geçmişten beri değişerek devam eden, kendine özgü, sanatı, inançları, örf ve adetleri anlayış ve davranışları ile onun kimliğini oluşturan yaşayış ve düşünüş tarzıdır. Topluma bir kimlik kazandıran, dayanışma ve birlik duygusu verdiği toplumda düzeni de sağlayan maddi ve manevi değerlerin bütünüdür.”
https://www.ktb.gov.tr/TR-96254/kultur.html
Kültürümüzün manevi değerlerinin başında yer alan dini öğretileri düzenleme ve yürütmekle görevli Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “kültür” tanımı nedir? Hazırladığı Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisine göre Kültür “Medeniyet“ olarak belirtilmiştir.
https://islamansiklopedisi.org.tr/arama/?q=k%C3%BClt%C3%BCr%20&p=m
Ansiklopedide iki yazarın medeniyet ile ilgili açıklamaları da yer almaktadır.
https://islamansiklopedisi.org.tr/medeniyet
Prof. Dr. İlhan Kutluer’e göre; “Medeniyet” teriminin düşünce tarihi boyunca kazandığı anlamların ortak noktası şehir hayatının sosyal, siyasal, entelektüel, kurumsal, teknik ve ekonomik alanlarda mümkün kıldığı birikim, düzey ve fırsatları ifade ediyor olmasıdır. Farabi’den alıntılar ile İslami açıdan değerlendirme yapmıştır. Farabi’nin hareket noktası insanın tek başına karşılayamayacağı ihtiyaçlarını dayanışma, yardımlaşma ve iş bölümü çerçevesinde gidermesi ve kendi türüne özgü yetkinliklere ulaşması için toplumsal bir hayat (içtima) oluşturma zorunluluğudur. Şehir (Medine), millet (ümmet) ve milletler topluluğu (ma‘mûre) tarzında örgütlenen toplumlar insana has yetkinliklerin gerçekleşmesini temin edecek yeterliliktedir. Şehirler birleşip milleti, milletler birleşip milletler topluluğunu teşkil eder. Köy, mahalle, sokak ve aile şeklindeki topluluklar, insan türü için gerekli iyilik ve yetkinliklerin kazanılacağı bir ortam hazırlayamaz ve ancak Medine’nin temel dokusunu oluşturma bakımından anlam taşır. İş birliği ve iş bölümünü sağlamak üzere bir toplum meydana getiren insanlar kendilerince tanımladıkları bir mutluluğa ulaşmayı amaç edinirler. Gerçek anlamdaki mutluluğu amaçlayan toplumların sosyopolitik hayatı hangi ölçekte olursa olsun erdemli olarak anılmalıdır; Çünkü eğer bir şehrin ahalisi tarafından benimsenen ve kuşaklar boyu izlenen dünya görüşü vahiy alan bir kurucu başkan tarafından şekillendirilmişse, bu şehir erdemli şehir (el-medînetü’l-fâzıla) adını alacaktır. Aynı durum millet ve milletler topluluğu için de geçerlidir. Erdem mutluluğa gerçek anlamını veren değerdir. (el-Medînetü’l-fâżıla, s. 116.)
Prof. Dr. Tahsin Görgün’e göre; İslâm medeniyeti denildiğinde genel olarak Müslüman olan insanların Müslüman olmakla birlikte ortaya koydukları maddî ve manevi bütün başarılar kastedilmektedir. Bu yönden İslâm’ı, kültürün unsurlarından biri değil kültüre takaddüm ederek Müslümana ne yaptıysa onu öylece yapmasını sağlayan bir yönlendirici ilke olarak görmek gerekir.
Batı dünyası medeniyet kelimesiyle sahibi olmakla gurur duyduğu teknik, tekniğin belirli bir kullanım şekli, bilimsel bilgi veya dünya görüşü, son iki asır içinde ortaya çıkardığı kurumlar, değerler ve bunlara benzer daha birçok şeyi ifade etmektedir (Elias, I, 1-2). Bu terimin başlangıçtan itibaren içerdiği belirleyici unsur, Batı’nın kaydettiği başarıyı kemal noktası kabul ederek bunun dışındaki her şeyi Batı’nın gerisinde görme tavrıdır. Böyle tasavvur edilen medeniyet kavramı evrimci özellikleriyle kendi dışındaki bütün oluşumları kendisinin bir ön aşaması, diğer hayat tarzlarını da kendisine zorunlu olarak yönelecek geçici bir insanlık hali olarak kabul etmekte, bu kabulün bütün dünyada yaygınlaşması için gayret sarf etmeyi “medenî bir vazife” saymaktadır.
Osmanlıda ise; medeniyetin XIX. yüzyılın ilk yarısında özellikle seyyahlar tarafından içki, tiyatro, dans, moda ve kıyafetin yanı sıra gazete, patates yemeği, masa, sandalye, bıçak ve çatal gibi klasik İslâm toplumunda yaygın biçimde rastlanmayan unsurlara bağlı olarak tanımlanması, buna karşılık bilim, edebiyat, sanat, sanayi ve ticaretin buna dahil edilmemesi, Batılılaşma hareketinin ne kadar yüzeysel olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Bu dönemde medeniyet bu gibi unsurlarla tanımlanan “tarz-ı hayat” şeklinde algılansa ve medenîleşmenin gerekli olduğu genellikle kabul edilse de, Batı medeniyetini bir bütün olarak kabul etmenin doğru olmadığı, hatta bunun imkânsız olduğu ifade edilmiştir. Bunun başlıca savunucusu Namık Kemaldir. “Öte yandan Şemseddin Sami medeniyetin tek olduğunu, tarihin akışı içinde el değiştirdiğini, bu anlamda Batılıların, İslâm medeniyetinin Grek ve Roma medeniyetleriyle modern medeniyet arasında aracılık yaptığı iddiasını biraz hafifleterek kabul etmiş oluyordu.
Batıda meydana gelen gelişmelere dayalı olarak kültürlerinde değişim meydana getiren diğer milletler Osmanlı münevverleri (aydın ve entelektüelleri) ile birlikte devletin yeniden yapılanmasını talep etmişler. Gelişmiş bir medeniyete ulaşmak için siyasal yapıda ve yasalarda değişiklikler yapılmıştır. Teşkilat-ı Esasiye ve Meşrutiyet ilanları bu gelişmeler sonucunda oluşmuştur. Kültür değişimini ve medeniyet teki evrimleşmeyi reddeden dini kurumlar (kiliseler, tarikatlar, tekkeler) kendi inançlarının koyduğu kurallar doğrultusunda bir yapı kurulması talebiyle yapılanlara tepki göstermişler ve ayrılıkçı tavırlar geliştirmişlerdir.
Sultan Abdülhamid Meclisi fesih ederek eski yönetim sistemini yeniden ihya çabasına girişmiş ve batıdaki teknik gelişmeleri aktarmak içinde öğretime önem vererek okullaşmayı hızla artırmıştır. Yurt dışına öğrenci gönderilmiştir. Fakat hukuk sisteminde düzenleme yerine rejimi koruma kaygısı ile baskıcı bir yapı oluşturmuştur. Müslüman olmayan bileşenler ulusal kurtuluş savaşı ile bağımsızlık yoluyla ayrılmışlardır.
Yeni dönemde yetişen münevverler devleti kurtarma ülküsüne sarılmışlardır. İşte bu ülkü Kurtuluş Savaşı ile ete kemiğe bürünmüş ve Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Kuruluşta devletin yapısı bir kültüre mi dayalı olacak? Yoksa bir vahiy dininin medeniyetine mi dayanacak? tartışması tehlikeli boyutlara varmıştı. Osmanlı da Hristiyanlar Rum, Müslümanlar da Türk milleti olarak tanımlanmıştır. Din medeniyetine dayalı olduğu takdirde aynı soydan olan Karaman Türklerinin bir kısmı Hristiyan olduğu için Yunan işgalinde İzmir’e gidip Müslümanları yani Türkleri öldürüp yağmalayan ve mübadelede Rum statüsü kazananların varlığı önüne geçilebilecek mi idi?. Bu durum Karaman Hristiyan Türkü Kadinko ile yapılan röportajda görülebilir. Babası ve kardeşleri Kayserinin Çukur köyünden kalkıp İzmir’e gidip Müslümanlara karşı savaşıp yaptıkları yağmalar anlatılmaktadır.
https://www.youtube.com/watch?v=Y4TGJYOnuK4&list=PL5jNQSC_FqSgRY7VoA_pVT70GkfKUrRp5
Gayrimüslim olmasa bile mezhep ve tarikatların birbirlerine aldıkları ve alacakları tavırlar ile bir yönetim yapısı nasıl kurulacaktı?
Yaşadığımız 15 Temmuz ve şu anda hapiste olan IŞİD ve Adnan Hoca tarikatlarının aymazlıklarının önüne nasıl geçilecekti?. Toplumun yaşadığı birikimler ve bunlar için yapılacak düzenlemeler başka bir mezhebin veya tarikatın Fıkhına (Hukuk düzenine) aykırı ise ne yapılacaktı? Değişen düşünce ve evrimleşen yaşam biçimine ayak uydurulması kabullenilebilecek miydi?.
Bunlar 18. Yüzyıldan beri Osmanlı Devletinde tartışılmış fakat bir çözüme ulaşılamamıştı ki bir imparatorluk dağılmıştı. İslamiyet ırk farkını kabul etmese bile ırklar kendilerini farklı görmekte idiler. nedenle Türkiye Cumhuriyeti Devleti Ziya Gökalp’in hars tanımını esas alan Türk Kültürüne dayalı olarak kurulmuştur.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın tanımı iradenin temelini teşkil etmektedir. Manevi değerlerin ve dini yapının şekillendirilip uygulaması da Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilmiştir. Irka dayalı salt bir kültür böylece reddedilmiştir. Kültür, gelişen teknoloji ve düşünce yapısına dayalı olarak evrimleşerek değişimini gerçekleştirebildiği müddetçe devlet varlığını sürdürecektir. Aksi takdirde bir İNKA medeniyeti olarak değişmezlik tavrıyla yok olacaktır. Bu yapıya karşı çıkanlar ispatlanmadığı halde evrimleşmeyi bir düşünce olarak insanın maymundan geldiği tezini ileri sürerek değişim ve evrimleşmeyi reddetme çabasındadırlar. Bu durum, Türk kültürüne dayalı bu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yok sayma ve yıkma çabasından başka bir şey değildir.
Taşımacılık hayvan ile yapılırken değişerek motorlu araçlarla taşımacılık yapılmaktadır. Bu araçlarda evrimleşerek TIR, tren ve uçakla taşımacılık yapılmaktadır. Motor teknolojisi değişerek evrimleşmeseydi bu nasıl olacaktı? Eğer elektrik bulunup süreçte gösterdiği evrimleşme olmasaydı bu gün İspermeçet balinalarından elde edilen yağlardan yapılan mumlarla aydınlanma sürecekti.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz;
Kurtuluş savaşını kazananlar Anadolu’da son şeklini almış Türk kültürünü Müslümanlık ışığında abad edecek devleti kurmuşlardır. Halk evleri kurularak Türk halk müziği ve folkloru araştırılarak topluma aktarılmaya diğer faaliyetlerle birlikte başlanmıştır. Türküler ön plana çıkarılarak sanat müziği adı verilen saray müziği ile Hind ve İran kökenli vurmalı çalgılarla icra edilen ve ilahi adı verilen tekke müzikleri bir müddet yasaklanmıştır.
Tekke ve zaviyelerin ilk kapatılışı IV. Murat zamanında olmuştur. Güneş dil teorisi de bu çalışmaların bir parçasıdır. Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu kurularak Türklerin geçmişi ve dili araştırmaları yapılmaya ve geliştirilmeye çalışılmıştır. Türk kültüründe kadın önemli olduğundan siyasi ve idari yapılanma da yer alması için eğitim, öğretim ve siyasi haklar ile seçme ve seçilme hakkı verilmiştir. Türk kültürünün gelişmesi için batı kültürü ile yakınlaşmasını sağlayacak Devlet Opera ve Balesinin yanı sıra Güzel Sanatlar Akademileri kurulmuştur. Geçmişteki kültür ve medeniyet eserleri sergilenmek üzere müzeler açılmıştır. Konya Mevlevihane’si müştemilatı ve eşyaları sergilenmek üzere eski eserler müzesi haline getirilmiştir. Kültürün gelişmesi için batıda var olan organizasyon ve teknik bilimleri aktarmak amacıyla oralara öğrenciler gönderilmiş, üretim yöntemleri aktarılmaya çalışılmıştır.
Osmanlı dönemin de üretim fiyatlara narh konulması nedeniyle kısıtlı kalmasına neden olduğundan ticaret ön plana çıkmıştır. Kapitülasyonlar sayesinde ithal mallar piyasayı ele geçirmiştir. Üretimin önemini anlatabilmek için yerli malı haftası gündeme getirilmiştir. Bunların yanı sıra Müslümanlığın ışığını artırmak için Kur’an Türkçeye çevirtilmiş, insanların doğrudan Allah’ın anlatımlarına erişmeleri sağlanmaya çalışılmıştır. Her mezhebe ve geleneklere ve dine göre değişen Fıkıh adı verilen yargılama yerine temel esasları Anayasaya dayalı hukuk sistemi kurularak vatandaşlık ilkeleri tanımlanmış, hak ve özgürlükler kurallara bağlanmıştır.
Diyanet İşleri Başkanlığı kurularak halkın ibadetlerini Müslümanlık usul ve esaslarına uygun olarak yapmaları sağlanmıştır. İbadethaneler sağlam yapılar olduğu için her dinde sığınma ve saklama mekânları olarak kullanılmıştır. Depremler de nasıl ki insanlar ve yardım malzemeleri camilere konulmuşsa ikinci dünya savaşında da saklama ve askerler için sığınma binası olarak kullanılmasını bazıları Türk Kültürüne dayalı kurulan devletin aleyhine kullanmaları şaşırtıcı olmamıştır. İbadet ve gelenek görenekleri yaşamakta kısıtlama olmamıştır. Sadece tarikat ve tekke gibi kendine özgü dini yapılanmalar kısıtlanarak dini öğretilerde tekleştirilip Diyanet İşleri Başkanlığı kontrolüne verilmiştir.
Sivil anayasa talebi ile yapılacak yeni anayasa ile devletin yapısı yeniden tanımlanmaya çalışılacağı aşikârdır. Burada esas olan Müslümanlığın ışığında değişen ve gelişen yani evrimleşen, batının geliştirdiği medeniyeti ve yapılanmayı önceleyen Türk kültürüne dayalı mı? olacak, yoksa kültürü reddeden ve medeniyet adı verdikleri yapıyla şuradan şuraya değişen kişisel kararlar ile kurumları yok olmuş bir yapı mı? kurulacak..
.....
Yazarın tüm yazıları için tıklayınız
.....