Gökyüzünün dibi delinmişti. Birbiri ardına yarılan koyu gri bulutlardan boşalan yağmur, yaşlı hapishanenin yosun kaplamış taş duvarlarını adeta bombardıman ediyordu. Oluklardan gelen yağmur o kadar fazlaydı ki, bunlardan ikisi bu afata daha fazla dayanamadı. Patladı. Askerler; poyrazın savurduğu, belini kırdığı yağmur tanelerinin su deryasına çevirdiği gözetleme kulesindeki görev yerlerinde, üniformalarının başlığını sıkı sıkıya başlarına çekmişlerdi. O arada elektrikler kesilmişti. Kısa bir süre sonra jeneratör devreye girdi ve hapishanenin koyu sarı renkli lambaları yandı.
O akşam yaşlı adamın hapishanedeki son gecesiydi. Cezaevinde kaldığı 20 yıllık sürede ağırbaşlılığı, efendiliği ve babacan tavrıyla cezaevi personelinin, tutuklu ve mahkumların saygısını kazanmıştı. Ne zaman birinin danışmak istediği birşey olursa, hiç şüphesiz hemen onun yanına gelirdi. Yaşlı adam, sorunu mantık çerçevesinde değerlendirip çözüm üretirdi. Koğuşun agresif mahkumları sadece ona ilişmezlerdi. Koğuş ağası da bu bilge adama saygı duyar ve kuralları ona karşı işletmezdi.
Koğuşta, akşam yemeğinden sonra çaylar içilmiş, hemen herkes ranzasına çekilerek sigarasını tellendiriyordu. Aniden bir gürültü, kargaşa oldu. Koğuşun şen şakrak hükümlülerinden birinin coşkun bağırışıyla herkes olduğu yerden adeta fırlayarak yaşlı adamın yanına koştu. Onu koltuklarının altından tutarak baş köşeye oturttular. Adamın şaşkın bakışları arasında çabuk çabuk bir çiğköfte sinisi ortaya konuldu. Birer ikişer malzemeler getirildi. Bu akşam bu güzel adam için veda gecesiydi. Onun çiğ köfteyi çok sevdiğini bildiklerinden, yapılacak en güzel vedanın çiğ köfteyle olacağını düşünmüşlerdi. Urfalı kara yağız bir delikanlı hararetle yoğurmaya başladı çiğ köfteyi. Adam çok duygulandı. Sağına soluna baktığında da sevgiyle kendisine bakan arkadaşlarını görüyordu. Çiğ köfte tam da onun istediği gibiydi. Çok acılıydı. Çiğ köfteleri, kendi elleriyle marulların arasına koyup gözleri dolan adama yediriyorlardı. Eskilerden, yenilerden konuştular, uzun bir sohbet oldu. Gece bire doğru yataklarına çekildiler..
Yaşlı adamı uyku tutmadı. Yine bir türlü uyuyamıyordu. Ranzanın alt katındaki yatağından yavaşça doğruldu. Yastığının altındaki sigara paketini aldı. Bir tane yaktı. Bütün ciğerlerini dolduracak kadar bir nefes çekti. O kadar derin çekmişti ki dumanı, gözleri yandı. Lakin umursamadı. Devam etti. Dumanın buğusunda yine yirmi yıl önceye, acı ve sancı dolu o akşama döndü. Kızının nişanlısıydı bu kahpelği yapan. Arkadaşlarla topluca yenen bir akşam yemeği sonrasında, kahveler içilmiş, sonrasında kızıyla, nişanlısı yalnız kalmışlardı. Nişanlısı bir pubda bir iki kadeh bira içmeyi teklif etmişti. Sonrasında kızı evine bırakacaktı. Kız kabul etmemişti ama nişanlısı ısrar edince, kendisi içmemek koşuluyla kabul etmişti. Ancak nişanlısının niyeti bozuktu ve kızın meşrubat bardağının içine ilaç koymuştu.. Ve devamı da malum... İşlediği bu günahtan bir süre sonra da nişanı bozup, o şehirden de ayrılmıştı. Yaşlı adam, günlerce yiyip, içmekten kesilen ve ağzını bıçak açmayan kuzusundan ne yapıp edip acı gerçeği öğrenmişti. Öğrenir öğrenmez de, hayatında bir karıncayı bile incitmeyen adam, kızını kirleten o şerefsizin izini bulup, hiç düşünmeden alnının ortasından vurmuştu..
Aradan yıllar geçmesine rağmen her gece rüyasında kuzusunun ağlayışlarını, haykırışlarını görüyor ve uykusundan fırlıyordu. En çok da, kızının başına gelen bu kahreden olaydan sonra; hiçbir suçu olmamasına rağmen kendisini mahkum olarak görmesi ve utançtan anne ve babasının yüzüne bakamamasıydı. Oysa ki genç kız, ne olursa olsun babasının ve annesinin gözünde melekler kadar beyazdı, tertemizdi. Lakin bunu genç kıza anlatabilmek kabil olmuyordu. Bu yüzden, erkeklere güvenini kaybeden ve hayatı boyunca evlenmeyecek olan genç kız, bir kez olsun babasını hapishanede ziyarete gelmemiş, gelememişti..
Yaşlı adam gözlerinden ince ince gelen gözyaşlarını, mendille silerken, pakette kalan son sigarasını yaktı. Yüzü seyiriyordu. Cebinden kendisinin, karısının ve talihsiz kızının bulunduğu bir fotoğrafı çıkardı. Mutlu günlerinde, bir yaz akşamında; envai çeşit yaz çiçeklerinin boy gösterdiği cennet bahçelerinde çekildikleri bir fotoğraftı bu. O akşam kızının Tıp Fakültesini bitirişini kutlamışlardı. Bütün yiyecekleri de genç doktor kendi eliyle hazırlamıştı. Yaşlı adam defalarca kızının fotoğraftaki mutlu halini öptü durdu. Bütün gece yavrusunun, annesiyle birlikte sabah kendisini karşılamaya gelip gelmeyeceğini düşündü. Aslında bu sorunun cevabını çok iyi biliyordu. Gelmeyecekti. O gücü kendinde bulamayacaktı.. Hapishaneye girdiğinde saçlarında beyaz teli bile yoktu. Fakat artık hemen hemen tamamiyle beyazlamıştı. O gece sabaha kadar uyuyamadı.
Sabahın erken saatlerinde gökyüzündeki tahtına kurulan güneş, sevgiyle harmanladığı ışınlarını koğuşa gönderdiğinde adamın kısa süreliğine içi geçmişti. Uyandı. Kendi gibi erken kalkan arkadaşlarıyla sohbet etmeye başladı. Gerçi onlar da hapisten çıkınca görüşeceklerdi ama muhtemelen bu onların son sohbeti olacaktı..
Saat onu biraz geçmişti. Adamı yolcu edecek olan uzun boylu gardiyan gülen gözleri eşliğinde demir kapının iri anahtarını çevirdi. Kapı gacırtılarla açıldı. Vakit gelmişti. Sevgiyle ve saygıyla yaşlı adamı uğurladılar. Hepsi sarıldı ona. Sıkı sıkıyaydı bu sarılmalar.. Hapishane müdürü ve gardiyanlar da adamı yolcu etmek için gelmişlerdi. Onlar da yaşlı adama sarıldı, sıkı sıkı..
İki askerin nöbet tuttuğu hapishanenin dış kapısı devasa seslerle açıldı. Yaşlı adam, elinde eski bavuluyla ağır ağır kapıdan dışarı çıktı. Nöbet tutan askerler de bu bilge adama saygı duyuyorlardı. Onu samimi bir yüz ifadesiyle uğurluyorlardı.. O da Mehmetçikleri..
Yaşlı adam karşıya bakmaya cesaret edemiyordu. Kızının orada olmadığını görmek istemiyordu. Güneş tam tepedeydi. Adama şaka yapmak istiyor olmalıydı. Işınları, çevredeki binaların sırlı dış cephelerine yansıyor ve göz kamaştırıcı bir hal alıyordu. Yavaş yavaş başını yukarıya kaldırdı. Gözü kamaştığı için önce karşıda bir şey göremedi. Gözü alışmaya başlayınca 15-20 metre ileride duran iki karaltı gördü. Dikkatle baktığında ise hemen oracıkta belki de yüzyıllardır kendisini bekleyen iki kişiyi gördü. Hayat arkadaşı ve güzeller güzeli kızı. Gelmişti, evet gelmişti. Kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. Hapishanede günden güne zayıflayan ve şu an neredeyse iri bir çocuk görünümünde olan adamcağız, önündeki iri bir taşı fark etmedi. Tökezledi. Elindeki bavul yere düştü. Açıldı. İçindeki giyecekleri yere düştü. O fotoğraf da bavuldan yere düşmüştü. Adam eğildi. Önce fotoğrafı aldı. Kalbinin içine koydu. Yavaşça onlara doğru yürüyordu. Yürüyordu yürümesine ama vücudu kendi vücudu, bacakları kendi bacakları değildi sanki. Onu bekleyenler de yaşlı adamdan farklı duyguda değillerdi. Karısı dimdik, sevgiyle ve hasretle onu bekliyordu. Kızı başı öne eğikti. Bakamıyordu babasına..
Karısı sarıldı adam gibi adam olan kocasına. Kızı kırk yaşlarındaydı. Bir doktordu. Babasıyla, annesi gibi sağlam bir insandı ama bakamıyordu gene, çocukluğundan bu yana "şövalyem" demelere doyamadığı babasına. Adam titreyen parmaklarıyla kızının ince çenesini hafifçe yukarıya kaldırmak istedi ama kız başını aşağıya doğru kasıyordu. Adam parmaklarını çekti. O arada kızının nurlu yüzünde, gözlerinden inci taneleri gibi süzülen gözyaşlarını gördü. Sonrasında kız hıçkırıklara boğuldu. Adam üzerine gitmek istemedi ancak içinde fırtınalar kopuyordu ve o da en az kızı kadar acı çekiyordu.
Kısa bir süre sonra bütün cesaretini toplayan adam şefkat dolu sesiyle, "Kömür Gözlüm -hep öyle derdi- babasını özlemedi mi, ona bakmayacak mı.." diye sordu. Kız hiçbir şey diyemedi. O an boğazına bir şeyler düğümlendi. İnce dudakları büzüldü. Hıçkırıklar içli bir ağlamaya dönüştü. Tüm vücudu titreme nöbetine girdi. Yaşlı adam daha fazla dayanamadı. Yavrusunun bedenini bir baba ne kadar çok sarabilirse o kadar sardı. Hayat arkadaşının da gözlerinden peşi sıra yaşlar boşanıyordu. Adam yine aynı, belki de daha fazla bir şefkatle, kuzusunun çenesini hafifçe yukarıya doğru kaldırmak istedi. Kızı bu kez kasmadı kendini. Belli ki babasına ihtiyacı vardı. Hafifçe başını: "şövalyesine" doğru kaldırdı. Gözleri ağlamaktan kan çanağı gibi olmuştu. Küçük dudakları aşağıya bükülmüştü. Babası cebinden çıkardığı, kızının kalbi kadar apak mendille onun önce gözlerini, sonra ıslak yüzünü sevdayla sildi. Kızının kömür gözlerinde ışıyan yıldızlar vardı. Ve bu yıldızlar şövalyesinin gönlüne akıyordu. Adam bir yandan kızına hasretle akarken, bir yandan da onun güzeller güzeli simsiyah saçlarını okşuyordu. Kız, zorlukla "baba, çok utanıyorum.." diyebildi. Adam, hiçbir şey demedi. Eğildi, Onun gözlerini öptü. Kız, babasının "sen utanılacak bir şey yapmadın ki.." diyen gözlerini gördü. Rahatladı. Şövalyesine sarıldı. Sevda yüklü yağmur oldu. Zaten hep orada olduğu şövalyesinin kalbine yerleşti..
O gece baba-kız sarılarak uyudular. Kömür Gözlü Kız uykuda kendini attıkça, şövalyesi onu öptü, gıdısını kokladı..
Ertesi gün, uyandıklarında yaşlı adam kızına "var mısın, sen çocukken olduğu gibi, uçurtma yarışına, beni yaşlı diye hafife alma, haydi bakalım hodri meydan.." dedi..
Zaman durdu...