Anneler Günü’ne özgü 2 paylaşımım var.
Biri, kendi uydurduğum‘Ablalar Günü’ için.
Diğeri ise annelerin beslenme alışkanlıkları ve eski alışkanlıkları boşa çıkaran, ezber bozan yeni tıbbi açıklamalar.
Ablamla ilgili olanı anlatımlar sadece ablamı değil, yaşı ilerlemiş olan tüm anneleri, babaları, ablaları, halaları, teyzeleri uyarıyor, ‘çocuklarınıza ve torunlarınıza yük bırakmayın’ diyor.
Ben önce, birincisinden başlamak istiyorum izninizle:
ÖLMÜŞ EVLER
3 adet ölmüş ev gördüm. Bu sebeple evimdeki lüzumsuz her şeyi vaktiyle dağıtmanın yoluna bakıyorum. Sizin için değerli olan şeylerin başkaları için son derece değersiz olabileceğini bu sayede öğrendim. Vaktiyle dağıtın yoksa geride bıraktıklarınıza çok yük oluyorlar.
Siz hiç ölmüş bir evde kaldınız mı?
Tabaklarının dolaplarında öldüğü, en güzel fincanlarının, gümüş tepsilerinin, kristal bardaklarının raflarında can verdiği bir evde?
Bir ev, içinde yaşayan öldüğü anda ölmez, evin ölümü daha uzun sürer, onun ölümü illa ki daha yavaş ve daha acılıdır.
Açılmaya başlanan çekmeceler ve içindekiler ölür önce...
Gümüş çatal bıçak takımları ve kutu kutu dantel sehpa örtüleri, rahibe işi masa örtüleri ölür. Hiç kullanılmamış olsa bile o çekmecelerde o kutularda yaşayan örtüler, evin sahibi öldükten sonraki “göz atılmalar” sırasında, büyük bir acıyla ölürler... Çekmecesiyle birlikte ölürler; çekmecenin ferforje kulbu, topuzlu anahtarı, üzerindeki camlı büfesi, bir, iki “bakılmadan sonra” ölür...
Sonra yerdeki Hereke’ler, Bünyan’lar vardır sırada... Yıllarca üzerinde gezen sahibinin terlik topukları delmez de ondan sonra gelenlerin “acaba ne yapsak bunları” bakışları, kurşuna dizmiş misali deler, öldürür onları... Masalar ölür “ah nasıl taşıyacağız bunları” laflarını duyunca, biblolar ölür “kime vereceğiz bunları” sözleri üzerlerinde uçuşunca...
Onca yıl yaşanan evdeki ayna sırları düşmüştür, kenarı kırılmıştır, çerçevesi solmuştur, ölmemiştir ama şimdi yabancı baktığı gibi ona, oracıkta ölmüştür...
Yatak bazası altındaki hurçta misafir takımları, banyodaki hasır kutuda lavanta keseleri; yıllardır el değmemiştir, ölmemişlerdir de “ne yapacağız bunları”, diye değen ilk el, öldürür onları... Bakılmayan fotoğraflar, bakılmadıkları yerlerde yaşarlar; “nereye koyacağız şimdi bunları”, diye bakan ilk kişinin ellerinde ölürler.
Tüm eşyalar iç geçirirler son nefeslerinde “en azından o gün, elbiselerle biz de gitseydik, acı çekmeden ölüp bitseydik” diye...
Aynadaki sır değildir ki bu, herkes bilir; evin ruhu şimdi, tuvalet dolabındaki tuz ruhu olsa, daha değerlidir.
Siz hiç ölmüş bir evde kaldınız mı?
Kalmayınız...
Ölmezsiniz ama ağır yaralanırsınız.
(Burak Akkul - Gazeteci, yazar)
Maalesef ablam demas hastası, bakımevinde tedavi altında (eşi vefat etti, çocuğu yok). Kendine ait dairenin bulunduğu apartmanın kentsel dönüşüm kapsamında yıkılması kararı alındığı için kardeşleri olarak biz de şimdi, içimiz kan ağlayarak bu işi yapmaya hazırlanıyoruz..
***
BİR KADIN EZBERİ BOZDU
Rahmetli annem elinde bir torba ilaçla dolaşırdı.
Doktor tavsiyesi sebebiyle:
– Yumurta yemezdi…
– Kırmızı eti ağzına sürmezdi…
– Tereyağı eve sokmazdı…
Tehlikeli sinsi düşmanı vardı: Kolesterol!
Tetkikler sonucu “kolesterol düştü mü” evde bayram edilirdi; yüksek çıkınca hüzün yaşanırdı!
Sonra düşman kolesterolün ikiye ayrıldığı ortaya çıktı:
İyi kolesterol ve kötü kolesterol!
İyisinin yüksek, kötüsünün düşük çıkması gerekiyordu; yoksa durum vahimdi!
Annem 17 yıl önce vefat etti…
Doktorlarının anneme tavsiyelerinin yanlış olduğu tartışılıyor bugün!
Maalesef annem, çok sevdiği yumurtayı, tereyağını, kırmızı eti yıllarca ağzına koymayarak bu dünyadan göçüp gitti.
Şimdi bugün kolesterolün vücut için önemli bir yapı taşı olduğu ve hastalık sebebi olup olmadığı tartışılıyor.
Aksine kolesterol düşürücü hapların mevcut hastalıkları tetiklediği-hafıza kaybı gibi yan etkilere yol açtığı belirtiliyor…
Annem…
– Fruktoz-glikoz/mısır şurubu nedir duymadı.
– Gluten nedir duymadı.
– Kandida nedir duymadı.
– Probiyotik nedir duymadı.
– Glutatyon nedir duymadı.
“Bağırsak ikinci beyindir” dense kahkaha atardı herhalde!
Kocaman göbeğin kocaman baş ağrısına sebep olduğunu hiç işitmedi.
Ona söylenen hep şu oldu: “Yağlar kötü, karbonhidratlar iyidir!”
Bu nedenle sürekli, “ağzıma ekmek dışında bir lokma koymuyorum” derdi.
Bir dilim ekmeğin kan şekerini sofra şekerinden daha hızlı yükselttiğini hiç bilmedi…
Hele…
Vücut bağışıklık sistemini endüstriyel gıdaların yıkıma uğrattığını ona hiçbir doktoru söylemedi.
Ama yıllar sonra…
Bir doktor, Türkiye beslenme biçimi konusunda farkındalık yarattı…
KİM BU DOKTOR?
Elazığ 1943 doğumlu.
Annesi fizik öğretmeniydi. Babası avukat.
Efendigil Ailesi'nin çocuğuydu.
İlkokulu memleketinde okudu.
Orta-liseyi İstanbul'da Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nde yatılı okudu. 1961'de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni kazandı.
Sadece başarılı öğrenci değildi; yaz tatillerinde Eskişehir Bardakçı Köyü, Gaziantep Nizip İlçesi'nde gönüllü doktorluk yaptı.
Okulu 1967'de bitirdi; dahiliye uzmanlığını 1972'de tamamladı.
İngiliz Hükümeti'nin bursuyla Liverpool Regiana Cardiac Center'de kardiyoloji konusunda çalışma yaptı.
1974-76 yıllarında İstanbul Üniversitesi'nde asistan olarak çalıştı.
Ardından…
Güney Afrika'ya giderek Cape Town Üniversitesi'nde ilk kalp ameliyatı gerçekleştiren Dr. Christiaan Barnard ekibinde yer aldı.
Doçentlik tezini kalp ameliyatı olmuş hastalar üzerinde gerçekleştirdi.
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde 1979'da doçent oldu.
Mesleki yaşamında her fırsatta Anadolu insanının yardıma koştu.
1979-1980'de Toros Aladağlar ve Munzur Dağları köylerinde kalp taraması yaptı; hastaları İstanbul'a getirip tedavilerini sağladı.
1987 yılında kadar Haseki Hastanesi Kardiyoloji Bölümü'nde çalıştı.
Sonra ABD'ye giderek New York State Üniversitesi'nde çalışmalar yaptı; makaleleri tıp bilim dergilerinde yayınlandı.
Türkiye'de kalp ameliyatlarında bugün yaygın olarak kullanılan “Judgkin tekniği”ni ilk kez uyguladı.
1998'de profesör oldu.
İstanbul'dan Gaziantep'e; tıp merkezleri, koroner yoğun bakım üniteleri, üniversiteler kurdu.
Üniversitelerde öğretim üyeliği, rektörlük yaptı.
Seçkin ödüller aldı…
Evet, Prof. Dr. Canan Efendigil Karatay'dan bahsediyorum…
Peki annemle ne ilgisi var?
"50'NCİ YIL ÖDÜLÜ”nü aldıktan sonra verdiği demeç ilgimi çekti:
– “Kolesterol diye hastalık yoktur.”
– “Kolesterol haplarının yan etkileri tehlikelidir.”
Annemin son yirmi yılı kolesterol ile mücadeleyle geçmişti; ve şimdi bir doktor neler diyordu böyle?
Bir doktor herkesin anlayabileceği basitlikte hastalıkların sebeplerini anlatıyordu.
Örneğin;
Annem çok meyve yerdi; meyve şekeri fruktozun yıkıcı etkisini öğrendiğinde ne şaşırırdı kim bilir!
Unlu böreklerin-çöreklerin, hele makarnaların, pastaların nelere yol açtığına şaşırırdı.
Canan Karatay ezber bozuyordu:
Ve…
Kuşkusuz endüstriyel ürünler satan küresel gıda ve ilaç şirketlerinin tepkisini çekti.
Canan Karatay hiç geri adım atmadı; halkı aydınlatmaya devam etti.
Her geçen yıl toplumdaki sevgisi ve saygınlığı arttı.
***
Bu yazıyı kaleme alan gazeteci-yazar Soner Yalçın’ın eline, yüreğine sağlık.
Benim annemin ise torba torba ilaçları yoktu. Babam öldükten sonra, en büyüğü 14 yaşında, en küçüğü 11 aylık 6 çocuğu hayata hazırlama mücadelesi verdi. Kalp kapakçığındaki sorun çözülemedi, 2 Ekim 1980’de hayata veda etti. Aneler gününde onu rahmetle anıyor, özlüyor, kutluyorum. Canım çilekeş annem…
---
İYİ HAFTALAR
remzidilan_48@hotmail.com