Türkiye Cumhuriyeti laik ve çağdaş bir ulus devlet olarak, ılımlı İslam anlayışını savunan ve dinsel bir gelenekten gelen Müslüman demokrat bir siyasal parti tarafından çeyrek yüzyıllık bir zaman dilimi içinde yönetilmektedir. Batı ülkelerinde görülmeyen bir biçimde gündeme gelen bu demokratik siyasal gelişme, Türk devleti üzerinden hem İslam dünyasına hem de diğer devletlere örnek olmuştur. Batı dünyası bugünkü medeniyetin kurucusu olduğu için çağdaş uygarlık daha çok Hıristiyan dininin yayılmasıyla birlikte gelişmiştir. Batı tipi demokrasiler daha çok Fransız devrimi sonrasında ortaya çıkarken, laiklik esas alınmış ve eski dönemin koşullarında gelişmeler gösteren ideolojiler üzerinden sol-sağ ya da merkez çizgilerinde düşünce sistemleri getirerek, yirminci yüzyılın dünya haritasını meydana getirmişlerdir. Bütün dünyayı kapsayan bir kapitalist düzen kurulurken, batının önde gelen devletleri başı çekmiş, İngiltere-Amerika ve Rusya üçgeninde geleceğe doğru eskisinden çok farklı bir yeni dünya düzenine yönelmişlerdir. İnsanlık tarihi incelendiği zaman bugün gelinen aşamada devlet ve toplum modelleri gelişirken, batı demokrasilerinde önce laiklik ilkesi ile dışlanan dinlerin, yeni dönemde dinsel alt kimlikler üzerinden siyaset sahnesine girdiği ve bu doğrultuda Hıristiyan batı ülkelerinde Hıristiyan Demokrat partilerin kurularak siyasal mücadele alanına girdikleri görülmüştür. Avrupa merkezli böylesine bir oluşumun ortaya çıkmasında demokratik rejimlerin gelişmelerinin önemli rolleri olmuştur. Dinci akımlar da diğer siyasal akımlar gibi kendi siyasal partilerini kurarak öne çıkmışlar ve böylece laiklik ilkesinin getirmiş olduğu dışlanma oluşumunun önü kesilerek, geleceğe yönelik bir laik ve anti-laik ayrışma sürecinin içine girilmiştir.
Hıristiyan ülkelerin elde ettikleri bu gelişme bütün dünyayı etkilediği gibi, Müslüman ülkelerde de benzeri arayışların gündeme gelmesine yol açmıştır. Hıristiyanların yaşadıkları oluşumların benzerini batı tipi demokrasilere yönelen Müslüman ülkelerde de gündeme getiren İslamcı çevreler, Hıristiyan Demokrat partilerin karşısına Müslüman Demokrat partileri kurarak çıkmaya çaba göstermişler ve bu doğrultuda uzun yıllar sürdürülen çabaların sonucunda da sağda ya da solda kurulan demokratik ya da cumhuriyetçi partiler siyasal programlarına ya da kurdukları partilerin adına din kimliği yansıtan dolaylı isimleri koymuşlardır. Böylece batı tipi demokratik ülkelerde Hıristiyanlık dini bir siyasal hareket olarak örgütlenmiş ve Vatikan gibi merkezi bir devletin desteği ile Hıristiyan ülkelerden oluşan bütün batı dünyasında yerini almıştır. Fransız devrimi sonrasında laiklik ilkesinin kabul edilmesiyle, tıpkı Hıristiyanlar gibi Museviler ya da diğer dinler de örgütlenerek kendi partilerine kavuşabilmişlerdir. Bugünkü uygar dünyayı batı dünyası temsil ettiği için batıdaki her türde yenilik ya da gelişmeler gibi, Hıristiyan Demokrat Partiler oluşumu Müslüman ülkelerde de Müslüman Demokrat partilerin kurulması çizgisindeki arayışları öne çıkarmış ve bu yönde atılan adımlar doğrultusunda eski dönemde dünya devleti boşluğunu doldurmaya çalışan Britanya İmparatorluğunun, kendisine bağımlı olarak geliştirmiş olduğu İslam ülkeleri siyasal yapılanmalarında batı tipi bir demokrasi inşa ederken, Müslüman Demokrat partilere de yer verilmeye başlanmıştır. Anayasal ve yasal sınırlar çerçevesinde tüm Müslüman ülkelerde, demokratik rejime geçiş ile birlikte İslamcı çizgide partiler birbiri ardı sıra kurulmaya başlamıştır ama Müslüman Demokrat ismi batı ülkelerinde olduğu kadar rahat bir biçimde kullanılamadığı için daha çok soyut kavramların parti ismi olarak kullanıldığı bir gelişme bu aşamada öne çıkmış ve Müslüman Demokrat Partiler dinsel çağrışım yapan genel ve soyut kavramlar üzerinden İslam ülkeleri arasında örgütlenirken, Hıristiyan ülkelerde Müslümanlık ve de İslam ülkelerinde Hıristiyanlık dinleri de çeşitli açılardan sosyal ve siyasal tartışmalarda öne çıkarak, ülkelerin siyasal gelişme çizgisinde yönlendirici düzeyde etkin olmuşlardır. Günümüz dünyasında bugün Hıristiyan Partiler kadar Müslüman partiler de örgütlenerek iktidara gelebilmekte ve kendi yurtlarını emperyalizme karşı çıkarak yönetme hakkını elde etmektedirler.
Dünya tarihinde hızlı gelişmeler yaşanırken, insan toplulukları çeşitli siyasal alanlarda ve konularda mücadele etmek zorunda kalarak, geleceğe dönük bir biçimde yeryüzü haritasında var olan devlet yapılanmalarının yenilenmesi açılarından farklı gelişmeler ile karşı karşıya kalmışlardır. Dünya siyasal tarih çizgisinde ilerlerken, ortaya çıkan sorunlar arasında din konusu en başta gelen sorun olarak öne çıkmıştır. Yüzyıllar geçtikçe dünya nüfusu artmış ve artan nüfusun manevi gereksinmeleri doğrultusunda din konusu da fazlasıyla yaygınlık kazanmıştır. Yeryüzünde adil, eşitlikçi ve özgürlükçü bir düzen kurulamadığı için bir türlü hakkaniyete ve adalete dayalı siyasal düzen kurulamamış ve bu yüzden de halk kitleleri her türlü haksızlığa ve eşitsizliğe ağırlık vererek bu dünyada yaşam kavgası yapmak zorunda kalmışlardır. Dinlerin zaman içinde siyasete girmesi ile birlikte giderek artan haksızlıklar dinlerin genişlemesi ve yaygınlık kazanmalarına yardımcı olmuştur. Haksızlık ve eşitsizliklerin yıllar geçtikçe artması yüzünden dinsel taban yaygınlık kazanırken, öbür taraftan da dinlerin siyasete girmesiyle birlikte, eskisinden daha güçlü yeni yapılanmalar öne çıkmış ve insanlığın geleceğe dönük yaşam serüveninde bir can kurtarıcı simit dalı gibi, önleyici toplumsal hareketleri tarihin belirli dönemeçlerinde gündeme getirmiştir. İnsan toplulukları dünya kıtalarına yayıldıkça yeni bölgelerde de dinsel örgütlenmeler gündeme gelmiş ve her din kendisine toplumsal taban oluşturmak üzere, din merkezleri ve ibadethaneler açmışlardır. Dinler arası ilişkiler önceleri çok çekişmeli ve kanlı olmuş ama zaman içerisinde, dinlerin hem kutsal yerler hem de siyasal partiler düzeyindeki etkin örgütlenmesiyle toplumsal tabana yayılmakta olan tek tanrılı dinlerin, sosyal ve siyasal çizgide örgütlenmelere girişiyle birlikte siyasal alanlarda dinlerin etkilerinin giderek arttığı görülmüştür. Bu tür gelişmelerin devamı sürecinde de dinler, zamanla dünyanın çeşitli bölgelerinde ya da ülkelerinde dinsel kuralları esas alan din devletleri kurmuşlar ve bu devletlerin büyüyerek güçlenmesi sayesinde de dine dayanan din imparatorlukları ya da büyük devletler kurulabilmiştir.
İnsanlık tarihine bakıldığı zaman dinler arası çekişme ve çatışmaların yerel, bölgesel ya da küresel savaşlara meydan verdiği anlaşılmaktadır. Bu tür din kavgaları yüzünden sosyal yaşam düzeni içinde barış ve düzen tam olarak kurulamamış ve sonunda büyük bölge savaşları ya da tüm dünya ülkelerini kapsayacak biçimde cihan savaşları, birbiri ardı sıra gündeme gelmiştir. Dinler insanların manevi gereksinmelerini karşılamak üzere ortaya çıkarken, yeryüzündeki çekişme ve çatışmaların artması üzerine, dinlerin de siyasal plan ve projelere alet edildiği ve zamanla bu doğrultuda yeni yeni çekişmelerin gene dinsel etkinlikler üzerinden siyasal alana taşındığı görülmüştür. Dinler tarihi incelendiği zaman bu tür gelişmelerin sürekli olarak dünya barışını tehdit ettikleri görülmektedir. Dinler açısından kutsal alanlar olarak kabul edilen Orta Doğu toprakları tarihin her döneminde dinler, mezhepler ve tarikatlar arası savaşlara sahne olmuştur. Çağdaş uygarlığın geçerli olduğu Avrupa kıtasında iki bin yılı aşan bir süre dinler arası çekişmeler siyaseti belirlemiş ve bu yüzden Hıristiyan egemenliğinin yer aldığı bu kıtada Osmanlıların Müslüman, Musevilerin Yahudi devleti kurma hakkı engellenmiştir. İki bin yıl süren çekişmeler iki dünya savaşı yaratınca, Balkan savaşları kışkırtılarak bu bölgedeki Hıristiyan olmayan halk kitleleri Anadolu üzerinden Orta Doğu topraklarına yönlendirilmiştir. Osmanlı devletinin kurucusu ve yöneticisi Türkler Müslüman kimlikleriyle Orta Doğu topraklarında kendileri için bir devlet düzeni kurabilmişlerdir. Avrupa topraklarında devlet kurmalarına izin verilmeyen Musevi topluluklar da tıpkı Türkler gibi ayrı bir devlet kurmak için uğraşırlarken Avrupa kıtasından kovularak merkezi alana gönderilmişlerdir. Orta Doğu toprakları Osmanlı İmparatorluğu çatısı altında Müslüman halk kitlelerinin yurdu olarak görev yaparken, Avrupa’dan dışlanan Musevi devleti Müslüman bölgelerin tam ortasında ayrı bir devlet oluşumuna doğru yönlendirilmiştir. İkinci Dünya savaşı sonrasında Avrupa topraklarından Filistin topraklarına doğru yönlendirilen Musevi insan grupları, uluslararası hukuka aykırı bir biçimde zorlanan yeni devletin halkı olarak komşu ülkelerde yaşayan Müslüman topluluklar ile savaşmak zorunda kalmışlardır. Bu yüzden yirminci yüzyılın ikinci yarısı merkezi coğrafya da Arap-İsrail savaşları olarak adlandırılan din savaşına sürüklenmiştir. Soğuk savaşın son yıllarına kadar devam eden bu iki büyük dinin merkezdeki savaşı bir türlü önlenememiştir.
Sovyetler Birliği varken sürekli olarak devam ettirilen Arap-İsrail savaşları, sosyalist sistemin çöküşü üzerine gündeme gelen küreselleşme aşamasında, kendiliğinden durma noktasına gelmiştir. Ulus devletlerin üniter devletçi tutumları yüzünden din devletleri yarım yüz yılı aşan çatışma dönemi yaşadıktan sonra, belirli bir geçiş süreci sonrasında durma noktasına gelmiştir. Orta Doğu’da Arap-İsrail savaşları olarak ifade edilen savaşlar, aslında Müslüman ve Musevi çekişmeleri olarak tarihin her döneminde görülmüştür. İki dünya savaşı sonrası Türkiye’nin merkezi alanda bir ulus devlet olarak kurulması üzerine, uluslararası Siyonist hareket Yahudilerin ana vatanı olarak gördükleri Filistin bölgesinde binlerce yıllık rüyaları olan bir Yahudi devletini kurma şansını elde edebilmişlerdir. Bu aşamadan sonra İslam coğrafyasının tam ortalarında bir Musevi devleti kurulmasıyla birlikte üçüncü dünya savaşına doğru giden savaş süreci, Arap devletleri ve Müslüman milletlerin tam ortasında çok farklı bir dinden oluşan yabancı bir cisim gibi, İslam dünyasının ortalarına getirilen İsrail ile birlikte tarihteki din savaşlarının yeni bir uzantısı olarak, Arap dünyasının tam ortasında kutsal devlet olarak İsrail üçüncü kez kurulmuştur. İkinci dünya savaşının bitmesi üzerine başlayan Arap-İsrail savaşları yirmi birinci yüzyılın ilk başlarına kadar devam ederek, yarım yüzyıllık bir savaş dönemini bölge halklarına yaşatmışlardır. Yirminci yüzyılın tam ortalarında başlayan Arap-İsrail savaşları bir devletler savaşı gibi gösterilmesine rağmen aslında bir din savaşı olarak sürüp gitmiştir. İlk çağlardan bu yana devam edip gitmekte olan din savaşları son dönemde merkezi alanda yeni devletlerin kurulmasıyla birlikte, devletler savaşı olarak gösterilmiştir. Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Büyük Orta Doğu projelerinin, birlikte yeni düzen getirmek istediği Müslüman coğrafya da Musevilerin gelerek tam merkezde bir din devleti kurmaları üzerine yeniden din savaşları dönemine girilirken, geçmişten gelen din savaşları sürecinde Hıristiyan ve Müslüman savaşları bir yönü ile geride kalmıştır. Yüzyıllarca Avrupa’nın Hıristiyan orduları ile savaşmak zorunda kalan Osmanlılar, yeni dönemde Türkiye ve Türkler olarak yollarına devam etmek durumuna geldikleri aşamada, laik bir Müslüman ülke olarak İslam ülkelerinin İsrail’e karşı sürdürdüğü din savaşlarına girmemişler ve Arap ülkelerinin Yahudi devletine karşı yürüttüğü savaşlara bulaşmayarak, yeni dönemde güçlü bir güvenlik devleti olarak merkezi alanda yola devam etmeye dikkat etmişlerdir.
(Devam Edecek)