Yukarıda (önceki bölümde) açıklanan nedenlerle, Türk devletinin nüfusunun yüzde doksanının Müslüman olmasına rağmen devlet kuruluşta İslam devleti olarak kurulamıyordu. Bu duruma hem Avrupa hem Rusya karşı çıkarken, İsrail’de Osmanlı vatandaşlığından Orta Doğu Musevilerinin durumunu dikkate alarak, Türkiye’nin bir İslam devleti olmasına karşı çıkıyordu. Dünyanın merkezinde bir devlet kurarken kurucu öncü kadro çevre ülkelerinden gelen büyük baskılarla karşı karşıya kalıyordu. Bu aşamada kurucu önderin başkanlığında yapılan özel toplantılarda bir ara Türk devleti kurulurken Türk ulusunun da Hristiyan olması öneriliyor ve uzun tartışmalardan sonra Türklerin Hristiyanlığa geçmesi çeşitli itirazlar yüzünden kabul edilmiyordu. Kurucu kadro Hristiyan Batı dünyası ile Müslüman dünya arasında bir orta yol ve denge oluşturabilmek üzere laik devlet modelini ana gövde olarak kabul ediyordu. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşu sırasında sürekli olarak Hristiyan Avrupa ile din konularında çekişirken, ikinci dünya savaşı sonrasında da yeni kurulan İsrail ile de İslam devleti konusunda birçok tartışmalar ve gerginlikler birbirini izlemiş, Türk vatandaşı olarak Türklüğün içinde yer alan birçok Musevi vatandaş, din konularına karışırken ya da tarikatların önderliği gibi alanlarda rol alarak etkili olmaya çalışırken, Türkiye’de din yönetimi alanında birçok yeni sorun ortaya çıkmıştır. Bu sorunlar dini konuları öne çıkarmış ve soğuk savaş sonrası dönemde, Türkiye’de açıktan İslamcı partiler kurularak siyaset sahnesinde özgürce yer alabilmişler ve zaman içinde toplumu kucaklayıcı bir büyüklüğe kavuşarak, uzun süreli iktidar olma şansını da elde etmişlerdir. Halk kitleleri giderek genişleyen Müslüman tabanı temsil eden partileri desteklemeye başladıklarında, cumhuriyetin kurucusu ve öncüsü olan Atatürk’ün partisini de kitlesel olarak Türkiye’nin gayrimüslim vatandaşları desteklemeye başlamıştır. Bu ayırımın giderek kamplaşmaya dönüşmesi ile birlikte, Türkiye son yıllarda içinden çıkılmaz bir sarmala sürüklenerek, dinler arası çekişme alanı haline gelmiştir. Dinler arası çekişmelerin tarihte olduğu gibi savaşlara dönüşme ihtimali bugün yüksek görünmektedir.

Türklerin ana vatanı olarak kabul edilen Anadolu yarımadasında Türklüğün ve Türkçülüğün ana sorunu olarak dinin öne çıktığı görülmektedir. Tarih boyunca dinler arası çekişme ve çatışmalar yaşanmış ve bunların uzantıları günümüze kadar gelmiştir. Türkiye gibi üç kıtanın tam ortasında yer alan bir ülkenin bu dinler ve tarikatlar arasında çekişmelerden fazlasıyla rahatsız oldukları ve bu yüzden de uluslaşma süreçlerinin önünün kesildiği, ya da dinci kesimler ile laik kesimler arasındaki çekişmelerin çatışmalara dönüşerek kamplaşmalara yol açtığı anlaşılmaktadır. Rusya’daki Türkler Şaman, Hristiyan ya da Musevi dinlerine sahipler, Türkiye’deki Müslümanların bir kesimi ise ya Hristiyan ya da Musevi dinlerine mensup görünüyorlar, bu nedenle de dini kimlikleri ön plana geçtikçe, ulusal kimlikleri geri giderek Türklük ile mesafeli bir duruma düşüyorlar. Dinin ana belirleyici olduğu yapılanmalar içinde kimlikler ortaçağ dan bu yana dine dayalı olarak belirlenmiştir. Ne var ki, on sekizinci yüzyılın getirdiği bir yenilik olarak ulus devletler öne geçerken, zamanla ulusal kimlikler bunların uzantısı biçiminde gerçeklik kazanmışlardır. Dini örgütlenmelerin güçlü olması nedeniyle din esaslı cemaatler ya da tarikatlar uluslaşma akımına karşı çıkarak direnmişler ve bu yoldan uluslaşma süreçlerinin önünü kesmeye çaba sarf etmişlerdir. Üç yüz yıllık bir geçmişe sahip olan uluslar dinler kadar tarihi ağırlığa sahip olmadıkları için dinlerle olan çekişmeli süreçte ulusların ve ulus devletlerin zayıf kaldıkları, buna karşılık dini grupların küresel şirketler tarafından desteklenerek ulus devletlerin karşısına çıkarıldıkları anlaşılmaktadır. Bir taraf ta uluslar ve ulus devletler ittifakı varken, bunlara karşılık küreselleşme süreci içinde emperyal şirketler ile tarikatların iş birliği yaparak ortaya çıktıkları anlaşılmaktadır. Tekelci büyük sermayenin dünyayı kendi imparatorluğuna çevirme noktasında, şirketler ile devletler kapıştığı için küresel emperyalizm hem ulusları hem de ulus devletleri karşısına alarak yıkmak ve eritmek çabası içindedir.

Anadolu yarımadası üzerinde kurulan Türk devletinin hem Orta Asya’dan gelen bir ulus sorunu hem de Orta Doğu bölgesinden gelen din sorunu bulunuyordu. Dünyanın ortasında kurularak çağdaş uygarlığın içinde yer almayı hedefleyen Türklerin hem dini hem de dili ve kültürü batının önde gelen ülkelerinden çok farklı bir yapıda olduğu için, Türklerin modernleşme çabaları her zaman için batı dünyasının dışında gerçekleşmiş ve batılıların görmezden geldikleri boşa kürek sallanan bir çabanın sonucu olarak değerlendirilmiştir. Hristiyan dünya sürekli olarak küçümsediği Müslüman ülkelerle Türkiye’yi sürekli olarak karşılaştırmış ve her zaman için, Atatürk Türkiye’sinin çabalarını küçümseyen bir yaklaşım içinde olmuştur. Hristiyanların Müslüman ve Musevi toplulukları Avrupa dışına atması yüzünden bir Türk devleti çağdaş bir cumhuriyet rejimi olarak bile Avrupa Birliği’ne üye yapılmamaktadır. Eski Osmanlı eyaletlerinin Hristiyan olanları Avrupa Birliğine tam üye yapılırken Avrupa’nın tam ortasında yer alan eski Osmanlı eyaletleri olarak Bosna ve Arnavutluk Müslüman kimlikleri nedeniyle dışarıda tutulmakta ama Slovenya ve Hırvatistan gibi Hristiyan ama küçük Avrupa devletleri Avrupa Birliği’ne tam üye yapılarak tam anlamıyla bir çifte standart uygulanmaktadır. Eski imparatorluk coğrafyasının üç kıtaya birden dağılması yüzünden, bu kıtalardan gelen yansımalar doğrultusunda farklı yapılanmalar ulus devletlerin içinde görülmüş ve bu yüzden de eski imparatorluk döneminde olduğu gibi homojen yaklaşımlar geliştirerek bütün bölge ülkelerini bir araya getiren birliktelik ya da uluslararası yapılanmalar şimdiye kadar tam olarak gerçekleştirilememiştir.

Kırım-Kazan-Kafkasya üçgeni arasında planlanan ve öncelikle Rusya’da kurulmak istenen Türk devletinin bu bölgede kurulamaması yüzünden, Türkçüler Rusya’dan kovularak İstanbul’a geldiklerinde Türk devletini Anadolu yarımadası üzerinde kuruyorlardı. Rusya’daki Türk topluluklarının bazılarının Hristiyan diğerlerinin de Musevi olması yüzünden, kuzey bölgesi Türkleri arasında İslamiyet fazla yaygınlaşmamıştı. Osmanlı devletinin Müslüman bir devlet olması yüzünden kuzey Türklerinin içindeki Müslümanlar Anadolu’ya gelerek, Türk dünyasında İslam’ın etkilerini daha da güçlendirmeye çaba gösteriyorlardı. Kuzeyden gelen Türkler Anadolu’nun Müslümanlığına destek olurlarken, Orta Doğu bölgesinde yer alan tarikatlara karşı mesafeli davranarak sahip oldukları Türk kimliğini öne çıkararak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yer alıyorlardı. Türk kimliği kuzeyli Türkler arasında ön planda geliyor, dini ya da kültürel diğer alt kimlikler ikinci planda bırakılarak Rusların sonradan egemen olduğu eski Hazar ülkesinde, Türklüğün yeniden tarih sahnesine çıkabilmesi için hazırlıklar yürütülüyordu. Rusya’dan gelen Müslümanlar Anadolu topraklarında yaşamaya başladıktan sonra bu yarımadayı vatan olarak benimsemişlerdir. Özellikle Rus emperyalizmine karşı Tuna boylarında direnen Osmanlı yönetimi sırasında Namık Kemal ve benzeri vatansever yazar ve ozanlar, Rus emperyalizmine karşı Tuna boylarında uzun süreli bir direnişi örgütleyerek, Rusya’daki Türkçü birikimin Balkanlar üzerinden Osmanlı devletine de yansıması için çaba göstermişler ama Balkan bölgesindeki heterojen nüfus yapısı yüzünden, bu vatanseverlik çıkışı Osmanlılardan daha çok Balkan savaşları ile imparatorluktan kopan küçük ulus devletler de vatanseverlik ve benzeri ulusalcı yaklaşımlar, Balkanlara Rus emperyalizminin girişini önlemiş ama bir Osmanlı milliyetçiliği yaratarak, Balkan topraklarında bir büyük kucaklaşmayı yaratamamıştır. Din farklılığı Balkanların Osmanlı devletinden kopmasının arkasında yatan ana meseledir. Namık Kemal yıllarca uğraşmasına rağmen bir vatan şairi olarak Balkan Hristiyanlarına fazla bir mesaj verememiş ve bu nedenle de Osmanlının çöküşü durdurulamayarak hızla dağılma gerçekleşmiştir. Osmanlı milleti yaratılamayınca Türk kimliği sonradan Rusya’daki birikim üzerinden imparatorluk ahalisine yansıtılmıştır.

Savaşlar aracılığı ile Osmanlı devletinin elinden çıkan bütün ülke ve bölgelerdeki ahali merkeze dönerek göçmenler aracılığı ile Anadolu yarımadasına gelerek yerleşiyordu. Osmanlı bitme noktasına geldiğinde gayrimüslüm topluluklar ülkeyi terk ediyorlar ama elden çıkan topraklarda yaşamını sürdüren Türk toplulukları ve Müslüman cemaatler, Anadolu topraklarına gelerek her kente yerleşiyorlardı. Balkan savaşları sonrasında Türkiye’nin elinde sadece doğu Trakya bölgesi kalıyordu. Bütün ahalisi Türk asıllı olmasına rağmen batı Trakya’nın da yeni Türk devleti çatısı altına girmesini, Balkanlar da yeni kurulmuş olan küçük Hristiyan devletlerin büyüme isteği yüzünden Osmanlı dönemi sonrasında, ilk Türk cumhuriyetinin kurulduğu Batı Trakya bölgesinin de Türklerle kaynaşmasına izin verilmiyor ve bu bölge hiç ilgisi yok iken, Haçlı bir bayrak altında kurulmuş olan Hristiyan devleti olarak Yunanistan’a bağlanıyordu. Böylece Osmanlı topraklarının önemli bir merkezi olan Rumeli bölgesi Yunanistan’a verilerek İngiliz himayesinde bir Hristiyan yapılanması eski Osmanlı alanlarında örgütleniyordu. Yunanlılar din üzerinden milliyetçilik yaparak Hristiyan dünyasının önde gelen devletlerinin desteğini alırken, Anadolu’ya dönerek yerleşen Osmanlı Müslümanları da yeni dönemde bir milliyetçi çatı olarak Türklüğü kabul ederek ulusal çatı altında bir araya gelmeye çalışıyorlardı. Avrupa’daki din çekişmelerinin Osmanlı topraklarına yansıyarak bu ülkenin arazisi üzerinde iç savaş senaryolarını devreye soktukları noktadan sonra, imparatorluğu yöneten elit kadro artık çok uluslu ya da dinli kozmopolit yapıların birlikte yola devam etmeleri konusunda, umutlarını kaybederek gelecek için karamsarlık çizgisine kayıyorlardı. Yüzlerce yıl değişik din ve kültürden insanları çatısı altında bir araya getirerek örgütleyen bir imparatorluğun sona erdiğini Balkan yenilgisi açıkça ortaya koyuyordu.

Çok dinli ve kültürlü bir kozmopolit yapılanmadan çıkarak uluslaşma sürecine doğru yol alan Osmanlı devletinin son çare olarak örgütlediği İttihat ve Terakki Cemiyeti, Balkan savaşı sonrasında Anadolu yarımadasını kurtarmak üzere devreye girerek resmen emperyalist güçlere karşı mücadeleye başlıyordu. Anadolu halkının yanı sıra son dönemlerde elden çıkan eski Osmanlı bölgelerinden gelen Müslüman ve Türk gruplar Anadolu’ya yayılarak yerleşirken, imparatorluğu ayakta tutmak üzere Türklüğün güçlendirilmesi amacıyla Türkçe bütün okullarda zorunlu eğitim dili haline getirilerek, farklı dillerde eğitim yapan azınlık okulları kontrol altına alınıyordu. Türkçe eğitimin başlatılmasıyla birlikte bütün ülkede bir Türkleştirme süreci başlatılarak, Türkçe eğitim üzerinden halk kitlelerinin ulusallaşmasına çaba gösteriliyordu. İttihat ve Terakki bu aşamaya kadar benimsemediği Türkçülük akımını, son noktada kabul ederek geride kalan halkın uluslaşarak bir var olma mücadelesini örgütlemeye çalışıyordu. Artık gayrimüslimler ile yollar ayrılıyordu.

Osmanlıcılık yaparak Osmanlı milleti yaratmakta çok geciken imparatorluk yönetimi, son aşamada varlığını koruyarak yoluna devam etmek için, Türkçülüğü ulusal bir devlet ve toplum düzeni oluşturmak amacıyla benimsiyordu. Balkan savaşları imparatorluğu bitirirken, burada başlayan savaşın daha sonra Osmanlı cephelerine dağılmasıyla birlikte Türkçülük akımı, Türk ulusalcılığı olarak Türk kökenli grupları emperyalizme karşı örgütleyerek, Kuvayı Milliye direnişini yürütmüştür. Devlet çöktükçe içinde tek sağlam kalmış çekirdeğin Türklük olduğu anlaşılınca, mücadele bütünüyle Türklük ve Türkçülük üzerinden yürütülerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yol açılmıştır. Son aşamaya kadar Osmanlıları destekleyen Müslüman Araplar daha sonra bir İngiliz kışkırtmasıyla Türkleri arkadan vurunca, bu kez Türk orduları aynı zamanda Müslüman birliklerin arkadan saldırılara geçmeleri gibi, askeri senaryolarla da uğraşmak zorunda kalmışlardır. Misakı Milli andı hazırlanırken Doğu Trakya’da yeni Türk devletinin sınırları içine alınarak, Anadolu ve Trakya düzeni kurulmuştur. Arapların kopuşundan sonra Anadolu halkı, büyük bir çoğunlukla Türkleşerek batı emperyalizmine karşı güçlü bir var olma savaşı veriyordu. Bu nedenle Türk ulusunun savaş alanında ortaya çıktığını ve bu durumun da yeni Türk devletinin kuruluş aşamasında güçlenme sağladığını artık Türkler görmeye başlamıştı. Abdülhamit savaş alanlarından geri çekilirken, doğu Anadolu’da bir Ermeni isyanı çıkması ve Ermeniler üzerinden Rusya ve Fransa gibi batılı emperyalistlerin, Türklerin elinden Müslüman topraklarını almak üzere yeni geliştirilen Hristiyan dayanışmasının, Kafkasya ve Hazar bölgelerinde Ermeni savaşları aracılığı ile sonuca gideceği gibi planlar yüzünden, Doğu Anadolu toprakları bir savunma savaşının geçtiği yer olarak öne çıkıyordu. Beş yıl süren ulusal kurtuluş savaşı sırasında Ermeni sorunu Suriye’ye tehcir yolu ile çözüme kavuşturulmaya çalışılıyordu. Osmanlı yönetimi katliam yerine tehciri uygulayarak daha insancıl bir seçeneğe yöneliyordu. Ermeni meselesi Osmanlılara karşı olduğu gibi, yeni Türkiye için de batının uzantısı bir Hristiyan işgali olarak görülüyordu. Osmanlının eski ahalisi olarak Ermeniler Müslüman karşıtlığını öne çıkarırken Türkler belgede yeni bir düzen kurulabilmesi için hem tehcir hem de mübadele antlaşmalarını birlikte uygulayarak, eski dönemi bitirmek için çaba göstermişlerdir.

Din meselesi Türkiye’nin olduğu gibi bütün devletlerin de önde gelen meselesidir. Dünya tarihine bakıldığında önce Museviler, sonra Hristiyanlar ve son olarak da Müslümanlar öne çıkarak kendi din anlayışları çizgisinde dünyadaki olayları ve gelişmeleri kontrol etmeye çalışmışlardır. Hristiyanlar ve Müslümanlar bütün dünya ülkelerinde çekişirken, Museviler merkezden her iki dinsel tabanı da tarikatlar ve siyasal örgütler aracılığı ile yönlendirerek evrensel bir düzeni hedeflemişlerdir. Dünyayı yönettiği öne sürülen İllimünati isimli gizli dünya devletinin bir yöneticisi, birinci dünya savaşının imparatorlukları ortadan kaldırdığını, ikinci dünya savaşının ise İsrail devletini kurduğunu ve gelmekte olan üçüncü dünya savaşının da dinleri ortadan kaldıracağını açıkça yazmıştır. Şimdi durduk yerde bir cihan savaşının olamayacağını, ancak böyle bir savaş için ortamı hazırlayacak olayların çıkartılmasıyla birlikte, insanlığın savaşlar çıkmazına saplanıp kalacağını artık herkes görebilmektedir. İslam aleminin Ramazan Bayramı gecesinde İsrail’in Müslümanların kutsal yeri olarak Mescidi Aksa Camisinin bombalaması, bir üçüncü dünya savaşı çıkartabilecek nitelik taşıyan bir büyük saldırıdır. Olay gecesi sonrasında ortaya çıkan çatışmalar bir haftaya yakın bir süredir devam etmekte ve üçüncü dünya savaşı senaryolarını akıllara getirmektedir. Dinler arası savaş gene Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında olacak ve böylece yüz yılda kurulabilen, küçük İsrail devleti Büyük İsrail Federasyonuna dönüştürülerek, Büyük İsrail hayalleri ile oyalanacak din savaşçıları kutsal toprakların ve ırmakların yer aldığı merkezi alanda üçüncü bir büyük savaşa yönlendirileceklerdir. Son dönemdeki gelişmelere bakıldığında Orta Doğu ile birlikte Balkanlar’da yeni çatışma ortamı olarak devreye girmektedir. Hristiyan Avrupa ile Müslüman Orta Doğu karşı karşıya gelerek savaşırsa, o zaman dünyanın bütün merkezi alanı sonunda Yahudilere kalır. Böylesine projelerde din gene ana sorun olarak öne çıkarılırsa, o zaman kıyamet senaryolarına yaklaşıldığı anlaşılmaktadır. Günümüzde Türkiye’nin ana meselesi din sorunudur ve bu sorun ancak ulusal kimliklerle aşılabilmelidir.

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.