İnsanlığın dünya sahnesinde var olmaya başladığı andan itibaren yaratılışından gelen, kendisini yaratan ve kendisinden çok daha kudretli ve kendisi gibi ihtiyaçlığı olmayan, varlığı aşkın varlık olmakla birlikte daimi olan bir yaratıcıya inanma hissiyatı, inancın şekillenip düzene koyulduğu ve yaşandığı hissiyatını oluşturan ritüellerini tanımlayan, inanılan yaratıcıyı ve O’na yapılması faz olan kulluğu tanıtan ve öğreten bir dinin mensubu olma isteği ile insanlık bir peygamber ve O peygamberin tebliğ ettiği dini benimseyip inancını dinin gerektirdiği şekilde yaşamaya gayret etmiştir. Yaşam, günlük mecburiyetler, adetler, gelenekler, bireylik, istekler ve inanç olarak bir bütün halinde sürdürüldüğünden, inancı yaşamak ile beşerî yaşam birbiriyle uyumlu olduğunda yani beşeriyet inanca göre şekillendiğinde, insanlar gerçek huzur ve mutluluğa ermişlerdir lakin insanların yaşadıkları coğrafya, tarih ve içinde bulundukları toplum sebebiyle farklılıklar gösteren kültür ve anlayış farklılıkları inancın anlaşılıp yaşanmasında da farklılıklar göstermiş ve günlük yaşam ile ihtiyaçlar ve dünyevî istekler sonucu dinler değişime uğramıştır. Bu sebeple Cenab-ı Allah, merhametinden, dinden yani Kendisinden uzaklaşan insanlığı, peygamberlerini gönderip Kendisine davet etmeye devam etmiştir.
İşte, günümüzden ortalama 1400 sene önce, insanlığa gelen son peygamber Cenab-ı Resulullah Hz. Muhammed Efendimiz, Tevhit olan İslam dinini, önce Kendisinin Cenab-ı Allah’ın peygamberi olduğunu ilan ederek tebliğe ve insanları Kendisine Biat ile Müslüman olmaya davet etmiştir.
Şunu iyi anlamayız ki iman, gaybî bir olguya duyulan zannî bir hissiyat değil, mutlak olan ve içinde şüphe barınmayacak şekilde peygambere duyulan güvendir! İnanç Allah’a, iman peygambere olur!
Cenab-ı Resulullah Efendimiz tevhit olan İslam’ı dünyevî hayatı süresince tebliğ edip bizzat önce Kendisi yaşamış sonra Kendisine biat eden tün ümmetinin yaşaması için örnek olup gözetmiştir. O’nun uygulamaları, söylemleri, öğretileri çatısı altında dini yaşarken mezhepler yoktu ama anlayışların, kapasitelerin, sevilenlerin ve inancı yaşama hissiyatlarının farklılığından gelen meşrepler vardı! Evet, mezhep yoktu ama peygamber mescidinde meşrep vardı insanlar meşreplerine göre birlikte yaşıyorlardı. Her meşrep kendileriyle birlikte inancı yaşarken birbirlerine de saygı duyuyorlar, birbirlerini ötekileştirmiyorlardı. Bizzat dinin uygulayıcısı, uygulatıcısı, öğreticisi olan irade ve hüküm sahibi Peygamber başlarında olduğu için dini kullanarak dine ve insanlığa aykırı eylem ve söylemlerde bulunarak meşrep farklılıklarını kullanarak ümmeti bölmek isteyenler ise eylemsiz ve söylemsiz bir şekilde kendi içlerinde aktif ve hararetliyken ümmet içinde pasif durumda kalıyorlardı.
İşte, meşrep farklılıklarının doğurduğu, özde bir olan, inancı yaşama hissiyatının oluşturduğu ritüel farklılıkları, sevilen, beğenilen, yapınca kişiyi mutlu ve huzurlu kılan uygulamalar, eminlik, adalet, dürüstlük, ahlak gibi kısaca Peygambere benzemek diyebileceğimiz ortak değerler gözetilerek ve dışına çıkılmayarak uygulandığından ümmet bir bütün halinde bölünmeden ümmetliğini yaşıyordu. Peygamberimiz zahiren terk-i dünya olduğunda insanlar yavaş yavaş kendi meşrebine ve isteklerine göre art niyetlilerin kendi aralarında da aktif hale gelmesiyle vesveseler yüzünden ayrışmaya başladığından, ötekileştirme hatasına düşüp bütünlüklerini kaybettiler. Dünyevî ihtiyaç ve dünya isteklerine kapılıp öz olan merkez olan kulluktan yani rahmaniyet üzerine bulunmaktan uzaklaşıldıkça öncelik kişisel menfaatler olmaya başladı. İçinde adalet, merhamet, vicdan, ahlak, saygı ve sevgi bulunmayan inancın yaşanmaya başlanması, meşreplerin ve inancı yaşama hissiyatının alındığı ritüellerin din yerine geçmesi, bugün Sünni ve Alevilik isimleriyle zikrettiğimiz iki farklı uygulamayı doğurdu. Sanki, peygamberi ayrı, kulluğu ayrı, kitabı ayrı hatta Allah’ı ayrı iki dinmiş gibi kabul edilir hale geldi! Oysa, Allah bir, peygamber bir, kitap bir, iman bir, ahireti bir olandan söz ediyoruz ama dediğimiz gibi bir olan merkezden uzaklaşınca her iki kesim de birbirini ötekileştirdi. Peki merkezde, özde bir ise fark nerede? Farklılıklar meşrepten ve hissiyattan gelen ritüellerin aynı olmamasından gelmektedir. Sünnilikte ahlak var da Alevilikte yok mu? Sünnilikte adalet var da Alevilikte yok mu? Bir Sünni için camiye gitmenin, adına namaz denilen bir ritüeli yerine getirmenin arkasındaki gaye nedir? İşte bu gaye kulluğunu, inancını yaşayarak kendisine ispat etmek, inancını yaşadığını hissetmek değil midir? Aynı gaye için bir alevinin cem evine gidip farklı bir ritüeli yerine getirerek kulluğunu yerine getirmiş olduğunu kendisine ispat edip inancını yaşadığını hissetmesi arasında ne fark vardır? Hiçbir fark yoktur özden kopulmadıysa! Bu sebeple öncelikle birbirimizi ayrıştırıp ötekileştirme tuzağından birbirimizi kabul edip birbirimize saygı duyarak kurtulmalıyız!
Alevilik, Kur’an’ı Kerimde, Şura suresi 23. Ayeti kerimede, “İşte Allah, iman edip salih amelde bulunan kullarına böyle müjde vermektedir. De ki, “Ben buna İslam’a çağrıma karşılık, yakınlıkta Ehl-i Beytime muhabbet, sevgi ve destek dışında sizden hiçbir ücret istemiyorum.” Kim bir iyilik kazanırsa, Biz ondaki iyiliği arttırırız. Gerçekten Allah bağışlayandır, şükredene karşılığını verendir.” denilerek belirtildiği gibi Peygamberimizin Ehl-i Beytinin yolundan gidenler olarak kullanılan isimken, Sünnilik ise peygamberin sünneti üzerinde olanlar için kullanılan isimdir. Her ikisinde de ortak nokta Peygamber olup ortak noktadan uzaklaşılmadıkça meşrep farkı kabul edilir kültür olur lakin ortak noktadan uzaklaşıldığında meşrep farkı ayrı birer dinmiş gibi görülür ki bu dinde küfürdür! O zaman bakılması gereken ortak nokta olan Peygamberimizin ilmi, irfanı, ahlakı, edebi, adaleti yani peygamberin kulluğu üzerine mi bulunuluyor yoksa nefsaniyete kapılıp nefsanî çıkarlar doğrultusunda türetilmiş uydurma bir kulluk içinde mi kalınıyor?
Alevi olsun, Sünni olsun eğer yapılan kulluk peygamberin kulluğu değilse kulluk adına yapılanlar her ne olursa olsun ister camide namaz kılınsın ister cem evinde semah dönülsün fark etmez, yapılanlar kulluk değil küfürdür, isyandır. Bunun en sade göstergesi, kulluğun Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet edilip bu şehadet üzerinde yaşamak olduğudur.