Günümüz;
Ahmet Güner limanda çalışıyordu. İnsanların çok olduğu yerlerde çalışmanın getirdiği sıkıntıları, en iyi bilen insanlardan biriydi. Bu yüzden emekliliğine üç yıl kala gerilmeden, huzur içinde çalışabileceği, yeni boşalan deniz feneri görevlisi kadrosuna başvurmak için bir an bile tereddüt etmedi. Limanda bu görev için başvuran iki kişi oldu. Kıdemi daha yüksek olduğu için bu görev Ahmet Güner’e verildi.
Ellili yaşlardaki adam yeni görevi kendisine tebliğ edildiği anda çocuklar gibi neşelendi. Mesaisi 20.00’de başlayacak 08.00’de bitecekti. Eve gelir gelmez gece kendisine gerekli olacak şeyleri hazırlamak için yatak odasına geçti. Karısı ve iki çocuğu uzun zamandır yorgun gördükleri babalarını bu kadar mutlu görünce önce şaşırdılar sonra da çok sevindiler. O akşam yemeği keyifle yediler. Karısını ve iki kızını öperek evden ayrıldı.
Evle deniz feneri arasındaki mesafe uzak değildi. Yürüyerek bile gidilebiliyordu. Yazdı ama artık sonbaharın çok da uzak olmadığının habercisi rüzgârlar yavaş yavaş kendini gösteriyordu. Deniz feneri hayli dik bir yamacın bitişiğindeydi. Fenerin bulunduğu kayalık yüzyıllardır şiddetli rüzgârların etkisiyle içe doğru aşınmıştı. Çevrede hiç yerleşim yeri yoktu. Ahmet elindeki küçük valizle spiral şeklindeki yüzyıllık merdivenlerden ağır ağır çıkarak görevli odasına geldi. Oda bakımsızdı. Nemliydi. Ağır kokuya açık pencereden yayılan yosun kokusu karışıyordu. Muhtemelen onun yerine başka biri olsaydı, burada bir dakika bile durmaz gerisi geriye çeker giderdi. Ancak o rahatsız olmadı. İnsanların saçmalıklarından uzakta olmak ona fazlasıyla yeterdi. Ertesi gün karısına söyler, birlikte burayı tertemiz yaparlardı.
Gün doğumunda, günün ilk ışıklarının bir malikanenin en büyük odasına yavaş yavaş akması gibi, huzur da aynı şekilde kocaman gönlüne akıyordu. Odada eski bir koltuk, rengi atmış kehribar renkli bir tahta masa, masanın üzerinde cam bir sürahi, bir de palaks bardak vardı. Işık ölü gözü gibi yanıyordu. Yarın ilk işi bu lambayı değiştirmek olacaktı.
İlk gemi 22.00 sularında durgun suları yara yara açıktan geçti. Fenerin ışıkları, devasa büyüklükteki gemiye yarenlik ederken gök gürüldedi. Hafif bir sis peyda oldu. Gemi gözden kaybolduktan sonra şiddetli bir yağış başladı. Bir yaz yağmuruydu. Yere dokunduğunda eriyen cılız kar kristalleri gibi yitip gitti. Peşinden de hava açıldı ve mehtap pırıl pırıl yansımaya başladı. Gece yarısına doğru, kıyıya hayli yakın seyreden yeni bir gemi fark etti. Çok yakın geçiyordu ve gözlerine inanamadı. Beyazların en beyazı rengiyle salına salına geçen Bandırma Vapurundan başkası değildi. Sis tamamen dağılmıştı. Birden Ahmet'in kalp atışları hızlanmaya başladı. Zira geminin deniz fenerine bakan kısmındaki güvertede sarı saçlı mavi gözlü bir adam; elindeki tabakadan bir sarma sigara çıkartıp yakıyor, dumanını da göğe savuruyordu. Çifte su verilmiş çelik bakışları adeta bir bıçak gibi denizi yarıp geçiyordu. Kafasından kim bilir neler geçiyordu. Ahmet, önce rüya gördüğünü sandı ancak hiç şüphe yoktu ki; gördükleri gerçeğin ta kendisiydi. O, Mustafa Kemal Atatürk idi… Ve sanki birkaç adım ötesinde gibiydi.. Bir an göz göze geldiler. Gülümsüyordu.. Ahmet, oturduğu yerden bir yıldırım hızıyla ayağa fırladı. Gözlerinden boşalan mutluluk gözyaşları arasında Onun önünde saygıyla eğildi.
O an kulaklarında sanki Çanakkale Savaşı, İnönü, Sakarya ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi Cephelerinden top seslerini duyuyordu.
Halide Edip Adıvar’ın vatan sevgisi yüklü haykırışları işitildi sonra.
Deniz kabardı. Nuh tufanını yanında gölgede bırakan bir tufan ete kemiğe büründü.. Bandırma Vapuru uzaklaşırken tufan da bitti..
02.30 sularında bir başka gemi göründü. Küçük bir gemiydi ve bu da çok yakından geçiyordu. Gemi göründüğünde de az çok ne kadar varsa bütün sis falan da kalmamıştı. Pırıl pırıl bir gökyüzü.. Ahmet güverteyi görebiliyordu. Bir masa ve onun etrafında tanıdık yüzler vardı; Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Uğur Mumcu, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve Arkadaşları.. Her biri o mütevazi tahta sandalyelerinde hiç bitmeyen çaylarını yudumluyorlardı. Yaşar Kemal ve İnce Memed yan yana oturuyorlardı. İnce Memed zayıflığına rağmen ulu bir dağ kadar heybetli görünüyordu. Biraz durgundu. Doyamadığı Haticesi’ni düşünüyor olmalıydı. Sigarasız da olmazdı elbet. Tellendiriyorlardı..
O gecenin son gemisi sabaha karşı geçti. O gemide de Münir Özkul, Adile Naşit, Bedia Muvahhit, Vahi Öz, Zeki Müren, Tarık Akan, Kemal Sunal, Münir Nurettin Selçuk ve Zeki Alasya vardı. Gemileri gecenin karanlığında ilerlerken Onlar iki lafın belini kırıyorlardı..
Bu gemiler hiç batmıyorlardı ve içindekiler hiç ölmüyorlardı.
Her gece oradan geçiyorlardı..
Ahmet, sabahın ilk ışıkları odayı aydınlatırken, her biri toplumsal aydınlanmada birer fener olan geceki yolcuların ölümsüzlüklerini, tüm kalbiyle hissetmeye devam ediyor ve bir sonraki gece için can atıyordu…