Sevgili Okurlarım,
Aşağıdaki öykümü, "Dünya Kadın Hakları" nı izleyen şu günler de, "Kadın Hakları" konusunda son derecede duyarlı olduğunu bildiğim ve böyle bir konuyu işlememin "Onun da hoşuna gideceği" düşüncesiyle; (yakın bir süre önce aramızdan ayrılan ve) şu an, yukarılarda bir yerlerde gülümseyen yüzüyle bizleri izleyen gazetemiz fotoğraf sanatçısı NİMET ÇOBAN HANIMEFENDİ’ye atfediyorum.
Onu hiç unutmayacağız.. Mekanı Cennet Olsun..
...
Can Acısı..
Yağmur tükürür gibi yağıyordu. İnatçıydı da. Lodosun hemen sonrasında başlayan bu huzursuz yağmur, caddede bulunan tek tük insanı anlatılmaz derecede rahatsız ediyordu. Büyük bir otelin önünden geçmekte olan uzun yüzlü, keçisakallı adam ve yanındaki ellili yaşlardaki, uzun boylu kadın yüzlerine arsızca yapışan yağmur tanecikleriyle boğuşuyorlardı. Çok zayıf ve sadece başının arkasında saçları kalmış olan adam, birden yüzündeki kalın çizgiler belki de kendisini altmışlı yaşlarda gösteren kadına hiddetle bağırmaya başladı: “Yer miyim ulan ben. Her müşteriden aldığının yarısı benim. Bir daha bana madik atmaya kalkarsan kırarım kafanı.” Bağırırken ağzından çıkan tükürükler, yağmurla birleşip kadının yüzünde patlıyorlardı. Kadın ürktü. Bir şey demedi. Diyemedi. Bunun üzerine bir yaratığa benzeyen adamın hiddeti daha da arttı. Sağ yumruğuyla zavallı kadının başının tam ortasına bütün gücüyle indirdi. Kadın sendeledi ama düşmedi. Dengesini sağladı. Sağladı sağlamasına ama başına aldığı darbenin acısıyla gözlerinden sicim gibi inen acı gözyaşlarıyla hıçkırıklara boğuldu. Olan biten karşısında çıldıran ve kendinden geçen adam, ona cevap veremeyen kadının şakağına az öncekinden daha sert bir yumruk vurdu. Vururken de, mezbahada kesilen hayvanların sesine benzer bir sesle böğürüyordu: “Anladın mı kaltak..”
Çaresiz kadının gözleri karardı. Canı çok acıyordu. Konuşmak, cevap vermek ve muhtemel bir üçüncü darbeden korunabilmek için bütün gücünü toplayıp bir şeyler söylemeye çalıştı lakin buna muvaffak olamadı. İnleyen sesiyle yere yuvarlandı. Adam adeta bir çuvalı çekiştirir gibi, kadını kollarından çekerek kaldırmaya çalıştı. Kadının bilinci yerindeydi ama doğrulamıyordu. Onun ayağa kalkamamasına sinirlenen adam, bu kez böğrüne bir tekme indirdi ve koluna girip zorla ayağa kaldırdı.
Otelin karşısındaki kuruyemişçinin önünden bir çift geçiyordu. Genç bir çift. Kısa boylu adam şaşkınlık içinde olan biteni izlerken, yanındaki hafif kamburu çıkmış kadın, biçare kadını zerre kadar tanımadan, onun hakkında kocasına; kadının sağlam bir ayakkabı olmadığını, bu yüzden de böyle bir dayağı hak ettiğini söyledi. Karısının söylediklerini duymayan adam ise, adeta bir filmi ya da bir tiyatro oyununu izlermiş gibi zorlukla yürüyen kadına bakmaya devam ediyordu.
Aynı zamanda otelin iki dükkân gerisindeki kaldırımda yürüyen ve olanı biteni harfiyen gören iki genç adam, karşıdaki çift gibi duygusuz bakışlarla karaktersiz adama bakıyorlardı. Bir süre sonra, geniş omuzlu olanı yanındakine, kadına yardım etmeleri gerektiğini söyledi. Söyledi ama diğeri, adamın yanında bıçak olabileceğini, bu yüzden de uzak durmaları gerektiğini ekledi.
Adam, kadını, parkın az ötesindeki arka sokakta bulunan otele götürdü. Kadına yarım saate kadar hazırlanmasını, müşteriler getireceğini söyledi. Kadın, duvar sıvaları dökülmüş bakımsız otel odasında, demirleri paslanmış karyolaya zor attı kendini. Her tarafı acıyordu. Öyle bir acıydı ki bu, sözcüklerle anlatmak kabil değildi. Ancak başının ve böğrünün acısı, incinen Kadınlık Onurundan daha büyük değildi. Gözyaşlarıyla makyajı tüm yüzüne yayılmıştı. Zorlukla kolunu kaldırıp sol yanındaki komodinin üzerinde duran küçük aynayı aldı. Yüzüne baktı. İçlendi. O an aklına çocukluğu geldi. Kahramanı olan babasını hatırladı. Şövalyesiydi O. Hiç kimseler bir şeyler diyemezdi Ona. Babacığı toz kondurmazdı. Şimdi, tam da şimdi Onun, yanında olması için neler vermezdi. Bilirdi ki; hayat kadını da olsa, babacığı Onun, eskiden olduğu gibi boynundan koklar, saçlarını öperdi. O da, şövalyesinin omuzuna dayardı başını. Saatlerce baba-kız öylece kalırlardı. O olsaydı, ölmeseydi, canı kızına vuran soysuzun ellerini kırmaz mıydı?. Bunu onun burnundan fitil fitil getirmez miydi?. Getirirdi, hem de nasıl getirirdi.
Kederli kadın, tekrar doğruldu ve koyu yeşil çantasından sigara paketini çıkardı. Titreyen parmaklarıyla paketten bir sigara aldı. Sigara, parmaklarının arasından kaydı. Yere düştü. O an hıçkırıklara boğuldu. Aklına, genç kızlık yılları geldi. Derslerine çalışması için kendisine yalvaran ve kızını canından çok seven babası geldi. Dinlememişti onu. Lise son sınıfta, dizilerde oyunculuk hayaliyle derslerini boşlamış, kendisine doğru yolu göstermek için çırpınan anne ve babasına karşı her geçen gün daha da hırçınlaşmış ve bir nisan akşamı bavulunu toplayarak, arkasında parçalanan kalpler bırakarak, umarsızca evini terk etmişti.
Babası bu acıya çok fazla dayanamayıp önce felç olmuş, bir süre sonra son nefesini vermişti. Annesi de dayanılmaz acılar çekiyordu.
İstanbul’a geldiğinde ona el uzatan biriyle tanışmıştı. Adam, dizilerde oynayan oyuncuları bulmakla görevli olduğunu söyleyerek genç kızı kandırmış, bir fırsatında ona tecavüz etmiş ve yüklü miktarda bir borç senedi de imzalattırarak hayatını oracıkta karartıvermişti. Dizi oyunculuğu, ünlü olma ve lüks evlerde oturma hayalleri, suya yazılan yazıların kısa süre içinde bir daha geri gelmemesi gibi yok olup gitmişlerdi. Ne yazık ki; çoktan iş işten geçmişti..
Kadın, paketten bir sigara daha çıkardı. Bu kez sigarasını güçlükle yakabildi. Ciğerlerini silmece dolduran bir nefes çekti sigarasından. Sonra bir nefes daha.. Düşünmeye başladı. Evet hatalıydı. Çok hatalıydı. Ama bu hatasının bedelini bu şekilde ödemek zorunda olmamalıydı. Bu işte büyük bir yanlışlık vardı. Kendisine yardım edilmeliydi. Hiçbir kadın, her gün hiç tanımadığı erkeklerle birlikte olmak istemezdi. Şu an bile kendisine el verilebilirdi, boğaz tokluğuna bile olsa bir işte çalışabilir ve yaşamını idame ettirebilirdi. Kendisine zorla borç senedi imzalayarak hayatını karartmış soysuzun cezalandırıldığını görebilmek için ise neler vermezdi..
En çok da, insanların ve özellikle de hemcinslerinin önyargıları ve acımasızlıkları canını yakıyordu. Bu kadınlar bilmezler miydi ki hayattı bu, bir öğütücü; yaşamları acımasızca öğüten, yok eden.. Bilmezler miydi ki kendi başına gelen, onların kızlarının da başına gelebilirdi. Bu durumda, onlara da, kendine baktıkları gibi bakabilirler miydi?
O bir kadındı.
Adı kötü kadına çıkmış da olsa, her kadın gibi değerliydi. Hem de çok değerliydi. Duyguları, pişmanlıkları vardı.. Diplerdeydi ve ikinci bir şansı fazlasıyla hak ediyordu..
Önyargılı zat-ı şahanelerin (!) bilemedikleri, anlayamadıkları bir şey vardı: “Kötü Kadın” diye yaftaladıkları o kadınlar da ana kuzusuydular. VE SÜRMEK ZORUNDA OLDUKLARI PARFÜMLER, BU KADINLARIN O NURLU ÇOCUKLUK KOKULARINI YOK ETMEYE YETMİYORDU..
Bir insanın içinde biryerlere dokunabilmek gözlerinden yaşlar akıtabilmek öyle kolay bir iş değildir
Okurken hem damlalar süzüldü gözlerden hem de gurur duydum seninle kızın seninle gurur duyuyor babacığım