1944 ilk yazı
Doktor Numan Çelebi Tataroğlu aslı vişne çürüğü renginde olan ama geçen zamanda siyaha dönmüş kadife kaplı berjer koltukta her akşam olduğu gibi Strade marka lambalı radyosundan Nurettin Artam’ın sunduğu Radyo Gazetesi programını dinlemeye hazırlanıyordu.
Önce yan odada günlerdir can çekişen 93 yaşındaki babası Hürriyet Bey’in yanına gitti. Yaşlı adam hırıltıların pençesinde uyumaya çalışıyordu. Salona tekrar döndüğünde spiker “günün siyasi manzaraları söyle görünüyor” sözleriyle programını sunmaya başladı. Yurttan haberleri sunduktan sonra sunucu derin bir “oh” çekmek için birkaç dakika sustumuştu sanki.. Ve titrek bir ses tonuyla “muhterem dinleyiciler şimdi size vereceğim haber inanıyorum ki tüm vatan evlatlarını derin bir kedere boğacaktır. Josef Stalin’in emriyle alınan Sovyet hükümeti kararı neticesinde 18 Mayıs sabah saatlerinden itibaren Kırımlı soydaşlarımız insanlık dışı şartlarda tren vagonlara doldurularak başta Özbekistan olmak üzere Sovyetler Birliği’nin diğer bölgelerine sürgün edilmişlerdir. Aziz Türk milleti olarak bu hazin baharı hiç unutmayacağız. Kırım’ı kaybettik. Cengiz Han’ın torunlarının efsunlu elleriyle Güneş Ülkesinin toprağına elvan elvan işledikleri nakışları cani bir el söküp attı. Vatan Kırım artık sam yeli değmiş bahçe misali boz bulanık. Programımı bitirirken sizlere ulu şair Namık Kemal’in Vatan Mersiyesinden bir dörtlükle veda edeceğim. Esen Kalınız..
Biz kendimizden niçin bu kadar ümitsiz olduk; 
Ey namuslu insanlar, Allah için onun feryadına gidelim;
İşte fanus kırıldı, umut ışığı sönüyor. 
Düşman vatanın bağrına hançerini dayadı, 
Yazısı kara annesini kurtaracakta yokmuş..."

Numan Çelebi’nin o anda omuzları aşağıya çekildi ve püsküllü koltuk minderini yüzüne kapayarak hıçkıra, hıçkıra ağlamaya başladı... O kadar çok ağlamıştı ki, gözleri alev almıştı sanki. Bir vakit sonra yan odada yatan babasının sesini duydu. Yaşlı adam kim bilir kaçıncı kez “balam” diye sesleniyordu. Numan Çelebi yerinden güçlükle kalktı, yalpalayarak babasının yanına vardı.
- Buyur babay..
Yaşlı adam birazdan boğulacakmış gibi çırpınarak nefes alıyordu ve kesik bir sesle;
- Oglum suv ber.. diyebildi.
Kendine su uzatan oğlunun elini tutup eğilmesini işaret etti. Çöl kumuna benzeyen elleriyle oğlunun gözlerine dokundu. Islaktı Çelebi’nin gözleri.. İhtiyar endişeli incecik sesiyle;
- Balam neyin var. Vah !.. Bir iş var sende.. dedi.
Babası her şeyi hissederdi. Allah’ın gözünde perde olmayan kullarındandı. Doktor Numan Çelebi boş bulunup bir anda cevap verdi. Verdiği cevap ciğerini pare pare dağladı. Çünkü; cevabı büyük bir yalandı ve ruhunu örseleyerek dilinden dökülüyordu;
- Babay muştular olsun. Kırım özgür gayri, kurtardık vatanımızı.
Yaşlı adam titremeye başladı.
- Essah mı oğul ? Ne diyor senin dilin ?..
Numan Çelebi biran sustu. Babasıyla göz göze geldi. Yaşlı adam o denli içli bakıyordu ki gözlerinde ki ifade yalvarırcasına gerçek olsun der gibiydi.
- Canum babam gerçektir. Bugün bizim için toydur. Düğündür. 
Ağır hasta olan adam bir anda yerinden doğrularak oturdu. Ellerini semaya açtı. Doktor ölmek üzere olan babasının bu görüntüsü karşısında dehşete kapılarak olduğu yere çivilendi. Yaşlı adam yakarıyordu.
- Çok şükür Hak. Bin şükür. Evlat demek ki Küday bunun için ömrümü yakama dikmiş. Gördün mü bak Kırım’ın azatlığını görmeden örtülmedi gözlerim.
Yaşlı adam oğlunun elinden tastan iki yudum su içti. Tüm vücudu titriyordu. Kataraktan kapanmış gözleri yaşardı. Numan çelebi döşeğin yanına çöktü. Babasının ellerini ellerinin arasına aldı. Gözyaşları süyüm süyüm akıyordu atasının ellerine..
.....
Sabaha karşı Hacı Bayram Camii’nden ezan sesi arş-ı ala'ya yükselmeye başladığında Numan Çelebi’nin bir süre içi geçmişti. Babasının elini sıkmasıyla sıçrayarak uyandı. Hasta adam derin bir nefes aldı “Allah !..” diye fısıldadı ve aldığı nefesi geri vermedi.
Ezan bitince Numan Çelebi babasının burnuna bir ayna tuttu o anda atasının hakka yürüdüğünü anladı. Hala sıcak olan ellerinden öperek, hıçkırıklarla Allaha yalvarıyordu;
- Affet Yarabbi bu gece işlediğim ve şafak vakti işleyeceğim bu büyük iki günahım için beni affet. Yalan söyledim kabulümdür. Lakin bahtiyarım babam gözleri açık ölmedi. Huzur ile söndü yüreğinin ışığı. Oysa benim ruhum iki cihanda lekelidir artık..
Ayağa kalktı. Adeta vurgun yemiş bir gemici gibi sarsılarak salona geçti. Konsolda ki çekmeceden beylik silahını ve gümüş tütün tablasını aldı. Yeniden Berjer koltuğa oturdu. Pencereden vuran ince yalım odayı iyice aydınlatmıştı. Salonun her köşesi geçmiş zaman eşyalarıyla doluydu. Gözü yakın dostu Hikmet Boran’ın armağanı olan tütün kabına takıldı. “Hikmet” diye fısıldadı. İçini sıcacık bir duygu kapladı.
- Ne yiğit adamdın sen. Neredesin şimdi dost ? dedi kendi kendine.


Hikmet Boran Abhazya'dan sürülen Çerkes göçmenlerindendi.
Numan Çelebi’nin Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane'den dava arkadaşıydı. İstanbul’un işgale uğradığı günlerde İngiliz birliklerine karşı düzenlenen gösterilerde Tıbbiye-i Şahane temsilcisi olarak hep en önde o ikisi vardı. Doktor Çelebi tütün kabından mis gibi kokan kehribar renginde Selanik tütününden bir miktar alıp sardı.


O dakikalarda açık olan radyodan İstiklal Marşı duyulmaya başladı. Numan Çelebi marşı dinlerken silahını yanında duran sehpaya bıraktı. Hilmet’i hatırlamak örselenmiş ruhuna iyi gelmişti. Zihni onu kısa bir an 1919'un İstanbul’una götürüyordu..
Mart ayıydı, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane, İngiliz birlikleri tarafından işgal edilmişti. Hikmet ve Numan Çelebi tez elden öğrencileri örgütleyip İşgalcilere karşı ayaklanma kararı aldılar. Okulun kuruluş yıldönümü olan 14 Mart'ı topluca kutlayacak ve o günü işgalcilere karşı direnişe dönüştüreceklerdi.

14 Mart sabahı 3. sınıf talebesi olan Hikmet Boran ve Numan Çelebi önderliğinde büyük bir grup okulun iki kulesi arasına kocaman bir Türk Bayrağı astılar. İşgal kuvvetleri bu durum karşısında çılgına döndüler. O günden sonra ikisi de jurnalcilerin de katkısıyla hükümet tarafından mimlendiler. Çember iyice daralmıştı. Hükümet icraatlarına ve işgale karşı çıkan herkesi "vatan haini" olmakla itham ediyor; işgalci güçlerin de baskısıyla bu kişileri ya idam ettiriyor ya da sürgüne gönderiyordu. Devlet, hangi çorbanın çeşnisi olduğu belli olmayan güçler tarafından ele geçirilmişti. Numan Çelebi milli direniş için bir cemiyet kurulması gerektiğini düşünen henüz ifşa olmamış dostları tarafından tutuklanabileceği ihtimaline karşı önce Eskişehir’e sonra da Ankara’ya ailesinin yanına kaçırıldı. Hikmet Bey ise tıp öğrencilerinin temsilcisi olarak Sivas Kongresi’ne katılmak üzere Pay-ı taht'tan ayrıldı. Hikmet Boran’ın milli şuuru kısa sürede Mustafa Kemal’in dikkatini çekti.

Sivas Kongresinin 9 Eylül 1919 gecesi, mandacılık tartışması ile ilgili bölümünde Hikmet bey vakur bir tavırla Mustafa Kemal’e hitaben öyle bir konuşma yaptı ki yer yerinde oynadı..;
- Paşam mensubu bulunduğum tıbbiyeliler beni buraya istiklâl davamızı başarma yolundaki mücadeleye katılmak üzere gönderdiler, mandayı kabul edemezdim.. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olurlarsa olsunlar şiddetle reddederiz. Farz-ı muhal, manda fikrini siz kabul ederseniz, tıbbiyeliler sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil vatan batırıcısı olarak adlandırırız ve lanetleriz..


Hikmetin duyduğu coşku ve heyecanla söylediği bu sözler, kongre salonunda mandacılığı destekleyenler arasında büyük infiale sebep oldu. Zira bu çerkes delikanlısının cesareti ve üslubu çok keskindi. Herkesin bakışları Mustafa Kemal’e yöneldi.. Ne tepki vereceği merak konusuydu. Mustafa Kemal söz aldı ve konuşmasına yüzüne yayılan naif bir tebessümle başladı;
- Arkadaşlar, gençliğe bakın; Türk millî bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin !.. Gençler, vatanın bütün ümit ve istikbali, siz genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır..  diyerek Hikmet Bey’e döndü ve "Evlat; müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: YA İSTİKLAL, YA ÖLÜM !.."

Numan Çelebi’nin zihni tarihin en şanlı zamanlarında gezinirken kendi zamanında İstiklal Marşı da sigarası da bitmişti.. Doktor Çelebi çok büyük bir buhran yaşıyordu. Gözlerini silahına mühürlemiş öylece oturup geçmişin şerefli günlerini hatırlayarak verdiği karardan zihnini caydırmaya çalışıyordu.. Az sonra radyodan duyduğu şarkı ile birden silahı sehpadan alıp şakağına dayadı. Diğer eliyle radyonun sesini sonuna kadar açtı. O sırada ipek sesli solist; 
“Selanik Selanik viran olasın,
Taşını toprağını seller alsın,
Sen de benim gibi yarsız kalasın,
Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver”
diyordu. Numan Çelebi ayağa kalkıp odanın içinde yürümeye başladı. Konsolun önünde durdu. Gözü duvarda asılı altın yaldızlı çerçeveleri olan üç tabloya takıldı. Üçünü de kartatası yapmıştı. Babası tabloların ilkinde Bağcasaray’ı resmetmiş, diğer iki tabloda ise Atatürk ve İsmail Gaspıralı’nın yağlı boya portrelerini çizmişti. Numan Çelebi titreyen elleriyle tüm tabloları teker, teker okşadı. Atatürk’ün tablosunun önünde durdu. Uzunca seyretti. Aklı gidip geliyordu. Kendisini hayatının en güzel anısı olarak nitelendirdiği o yaz gecesi Çankaya Köşkü’ndeki yemek davetinde buldu.
Gazi Paşa Hazretlerinin konukları arasındaydı. Yemek boyunca Gazi Paşa ve misafirleri tarih, siyaset ve sanattan konuştular. Çok önemli kararlar alındı. Notlar tutuldu. Hatta o gece Atatürk’ün isteği üzerine Numan Çelebi moskof’a karşı gösterdiği kahramanlıktan dolayı “Bora” namını alan Kırım Hanı Gazi Giray’dan bir şiir bile okudu. Yemek boyunca tüm konuklar Maestro Nubar Tekyay’ın icra ettiği eserlerle adeta mest oldular. Nubar Tekyay İlerleyen satlerde Selanik Türküsünü okumaya başladı. Biranda Gazi Paşa’nın yüzü gölgelendi ve gözleri buğulandı. Türkü bittikten sonra derin bir sessizlik oldu. Bu sessizliğe Mustafa Kemal Paşa’nın gür sesi son verdi;
- Efendiler bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir yüksek zafere sahne oldu. Bu sahne en aşağı 7 bin senelik, bir Türk beşiğidir. Türk budur. Kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti var olduğu sürece Şarktan Garba her nerede tüten bir Türk ocağı varsa bilmelidir ki arkasında bu büyük devlet ve bu asil millet ilelebet var olacaktır. 
.....
Oda iyice aydınlanmıştı.
Doktor Numan Çelebi Tataroğlu için artık girdiği yolun dönüşü yoktu.. Silahın soğukluğu iliklerine işlemişti. Bir an titredi ve silahı ateşledi. İnce uzun bedeni kendisine Aşkabat’tan hediye gelen Oğuz Kağan tamgalı kilime düşene kadar milli direniş yılları gözünün önünden geçip gitti. Silah sesi tüm mahallede yankılandı, ancak kimseler oralı olmadı. Aynı saatlerde Kırımdan hareket eden tren vagonlarında bebeği göğsünde ölen eli kınalı gelinlerin, ninelerin, dedelerin, anasını yitirmiş balaların sesleri de tüm dünyada yankılandı; yine kimseler oralı olmadı..  
 


(Devam edecek)

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.