Dışarda fersiz bir Aralık güneşi, üzerimde nefti yeşili uzun bir yün hırka, sabahın erinden bu yana beni tepeden tırnağa saran kederle başa çıkamadığım için kendimi Hacı Bayram Veli Türbesinde buluyorum.

Dua ediyorum uzun uzun. Dışarı çıkınca camiinin avlusunda ki İnsanların asık, soluk yüzleri izliyorum. Herkesten yayılan keder, üst üste bindikçe daha kesif, daha ağır, daha katlanılmaz oluyor. Ben tam bunu düşünürken hafif, yağmurla karışık kar sepelemeye başlıyor. Bıçak gibi kesen soğuğa rağmen saatlerce yürümek istiyorum. Şehrin varoşlarından yayılan is kokusu sarmış her yanı, taş döşeli dar sokaklardan geçip birbirine yaslanmış eski evlerin olduğu bir yokuşu tırmanıyorum. Yokuşun başında geçmiş zaman konakları karşılıyor beni. Birinin bahçesine oturuyorum. Sevimli bir delikanlı çay getiriyor. “Ne garip, bir bardak çayın bazen çok şeyin ilacı oluvermesi” diyorum usulca. Çocuk gülümseyerek uzaklaşıyor. Mecalsizim bir meşe ağacına yaslanıyorum. Ayaklarımın altı nemli gazel yığını ile dolu. Başımı kaldırdığımda ağacın dallarında kalan son sarı kızıl kurumuş yapraklar hala tutunmaya çalışıyorlar. Bu beyhude çabaları komik geliyor bana. Oysaki çok yakında kar suyuyla toprağa karışacaklar. Çoğu zaman unutur insanoğlu, aslında toprağa karışmak toprağın rengi, kokusu olmak, her canlının yaşayacağı yegâne gerçektir. O zaman bu telaş, bu çaba, bu savaş… Bunca acı niye ki? Dünya bir tekâmül yeri bu belli, herkes kendi sınavından mesul, amenna. Ama bazı sınavlar var ki ah! Her anı ah! Babaannem “çok derine inmek vurgun getirir” derdi. İyiliği güzelliği aramaktan da yoruldum artık. Hiçbir şeye müdanam kalmadı. Bu hal biraz kibir belirtisi olsa da aslında benim için çokça kırgınlık, epeyce büyük bir başkaldırı... Uzun zamandır öylesine hissizleştim ki artık hiçbir şeye hayret etmiyorum. Gördüklerim taşı kesiyor ama kalbime tek çizik atamıyor. Mesela epeydir ağlamıyorum. Ama bu sabah cümle alem bir olup omuzuma biniyor. Deli bir sele kapılıyor gözlerim. İncecik bir kadın sesi gidişini haber veriyor bana. Arire Nine… Seni bir bahar ikindisi tanımıştım. O günü hiç unutmayacağımı daha elini öpmeden biliyordum. Ah! Zaman… Acımasız hikâyeci, bilge muallim.

Şimdi seni ilk gördüğüm günü hatırlıyorum da iğde ve akasya kokularının her yeri zapt ettiği bir bahar günüydü. Üç arkadaş aracımızla epeyce yol gittikten sonra bahçe içerisinde tek katlı bir evin önünde duruyoruz. Tahta kapıdaki çengeli kaldırıp bahçeye giriyoruz. Az ötemizde ağaç diken, nur yüzlü bir ihtiyar var. Bizi görünce telaşla elindeki toprağı eteğine silerek bize doğru adeta koşuyor. “Hoş kêldigiz, qedirli dostlar” (Hoş geldiniz, değerli dostlar) teker teker elini sarılıyoruz. Biz elini öptükten sonra her birimizin yüzünü önce avuçlarının içine alıp uzunca bakıyor sonra sarılıyor. Yüzünde ki her derin çizgide merhamet ve sevgi var. Elleri sıcacık, saçları mis gibi kına kokuyor. Bu küçük bahçeye adeta baharın her tonu yerleşmiş… Tenekelerde rengârenk güller, sümbüller, laleler… Elma, kayısı, kiraz ağaçlarının çiçeklenmiş dallarında kuşlar şakıyor. Yerdeki eski kilime bağdaş kurup oturuyoruz. Arire nine ile biraz hoş beş ettikten sonra kalkıp evine gidiyor bir süre sonra elinde bir tepsi ile geri dönüyor. “Evlatlarım göbete (börek) yaptım size” diyor. Mahcup oluyoruz. Neşe içerisinde nefis bir lezzeti olan böreği yiyip el yapımı gelincik şerbetini içiyoruz. Kimse o korkunç olaydan bahsedip bu anı bozmak istemiyor adeta. Konuya “bahçeniz çok güzel… Diktiğiniz ne ağacı?” diye alelade bir soruyla giriş yapıyorum. Önce yüzüme gülümseyerek bakıyor sonra gözleri buğulanıyor. “Balam sen benim hayatımı merak edip geldin esasen bunu sormak istiyordun. Lakin baktın kart anan dünyasını çiçeklendirmiş sormaya çekiniyorsun anladım ben seni” diyor. Başımı sıkıntılı bir ifadeyle önüme eğiyorum. Ve devam ediyor. “Bu konuda artık konuşmak istemirem (istemiyorum). Amma mademki beni deyip geldiniz. Men de ölmezden evvel bir de size anlatayım kötü yazgımı.” Bu sözlerinden cesaret alıp soruyorum.

-Arire Nine bana hatırladığınız her şeyi anlatır mısınız?

-Temam (tamam). İlkin az evvel bana sorduğun soruya cevap vereyim. Sürgünden döndüğümden beri elimin erdiği her yere ağaç diktim. Şimdi sebebini izah edeyim. Evvela size bizi toprağımızdan söküp attıkları mezalimden evvelini anlatmak isterim. Yedi yaşındaydım ama aklım tastamam eriyordu. Bagcasaray’ın (Bahçesaray) Bünlük Köyü’nde her yanını asma ağaçlarının sardığı, bahçesinde yedi veren katmerli güllerin olduğu büyük bir evde oturuyorduk. Çocuk olduğumdan zahir ev gözüme ulu bir dağ gibi gözükürdü. Sürgünden döndüğümde evimizin de kemikleri benim belim gibi bükülmüştü. Küçücük kalmıştı o kocaman ev. Çocukluğumun görkemli hanesinden geriye harap olmuş bir virane vardı artık. Çok kalabalık bir aileydik. Balalarım hiç unutmam toprağına nur yağsın köyümüzün en büyük kart atası Resul emmiydi. Oğullarını Rus zabitleri götürmüş bir gece. Anam anlatırdı. Resul emminin apakayı (karısı) Rusiyye (Rusya) eskerlerinin (asker) ayaklarına kapanmış yalvarmış yakarmış ama ne çare kurtaramamış düşmanın elinden balalarını. Eskerler tüfeklerinin dipçikleriyle defalarca kadının böğrüne vurmuşlar. Kadın oğullarının ardından ilenerek ağıtlar yakmış. Ertesi sabah döşekte ölüsünü bulmuşlar. Resul emmi, gelinleri ve biri sakat yedi torunuyla kala kalmış. Çok gayretkeş (çalışkan) adamdı. Dur durak bilmez hep bir işle alakadar olurdu. Sürgünden bir ay öncesi köyün meydanına bir ıhlamur ağacı dikti. Biz çocukları etrafına toplayıp şöyle dedi: “kim ki bu ağacı her gün sularsa gelsin benden yemişini cevizini alsın”. Her gün birimiz suladık o ağacı. Yanına vardığımızda elimize ya bir ceviz veriyordu ya da bir avuç dut kurusu. İşte evlatlarım ben yarım asır sonra köyüme döndüğümde köy meydanında beni o ıhlamur ağacı karşıladı. Büyümüş ulu çınarlarla bir olmuş. Adam gövdesi gibi el kavuşmuyor. O ağacı anamın babamın komşularımın yerine koydum. Sanki onları görmüş gibi bir hal geldi üzerime. Günlerce dibinde ağladım, defalarca sarıldım. Başımdan geçen ne varsa anlattım. İşte bu yüzden elimin erdiği her yere ağaç dikerim.

Arire nine uzun süre sustu. Bu öylesine derin bir sessizlikti ki kimse bozmaya cesaret edemedi. Bir vakit sonra “köpekler” diye fısıldadı. Tam olarak ne demek istediğini anlamaya çalışıyorduk ki tekrar konuşmaya başladı.

-O gün güneşin doğuşundan belliydi bir uğursuzluk olduğu. Sabah Anamın sesiyle uyandım kuyudan su çekiyordu. Sonra komşumuz Cennet ablayla konuşmalarını duydum. Annem ağaçtaki baykuşa ve köy çayırındaki köpeklere kızıyordu. “Cennet bacı bu kör baykuş bu gece hiç uyutmadı beni. Dili büzüşsün uğursuzdur buncağızın sesi. Bayterek (Baykuş) sustu bu sefer de köpekler hiç susmadan ürüdü. (Havladı) Allah hayırlara çıkarsın. Bir ağırlık var havada.” Cennet abla annemi endişeli bir ifade ile dinledi. Eliyle kulağını çekiştirip üç kere kuyunun ahşap koluna vurdu. Sabah çorbasını içtikten sonra bütün gün evde bahar temizliği yaptık. Öğlen sonu tayımız doğdu. Babay (baba) adını Hürriyet koydu. Çok mutlu olduk. Güneş dağların ardına çekilene kadar yavrunun başında oturduk. Hava ıpılıktı mis gibi çiçek kokuyordu bütün köy. Leyleğimizin de yavruları olmuştu. Gökyüzü kuş sürüleri ile doluydu. Babay “göçmen kuşlar yuvalarına dönüyor” dedi. Ah! GÖÇMEN KUŞLAR YUVALARINA DÖNERKEN, BİZ ÖLÜME SÜRGÜN EDİLDİK… Akşam sofrasında anamın yüzü kor gibi yanıyordu. Babama dönüp “gün ağardığından bu yana köpeklerin sesi hiç dinmedi. Bütün gün la havle çektim. Asabım bozuldu. Yeise kapıldım. Seni de götürmesinler bey” dedi. Babam gülümseyerek annemin elini okşadı “Allah büyüktür” diye iç çekti.

Arire nine bir an hıçkırıklara boğuldu ne yapacağımızı şaşırdık. Çok üzüldüğümüzü görünce;

-Kusura kalmayın balalarım bu yaşımda bile o uğursuz gün yüreğimi kavuruyor. Biliyor musunuz? O akşamdan ancak aylar sonra bir sofranın etrafında yeniden bir araya gelebildik. Amma velakin ocağımızdan ülkemizden çok uzaklarda bir kuru ekmeğe dahi muhtaçtık. Neyse hadiseyi dağıtmadan anlatayım. Yemeğimizi bitirdikten sonra abim tayımızı görmek için ağlayıp durdu. Babam ısrarına daha fazla dayanamadı. Gaz lambasını alıp hep beraber ahıra gittik. Tayımız anasını emiyordu. Uzunca seyrettik. Eve dönerken yağmur bir anda şiddetlendi. Hava o kadar karanlıktı ki gaz lambasının ışığı titremekten yolumuzu aydınlatamıyordu. Rüzgâr uğuldayarak yerden aldığı her şeyi göğe savuruyordu. Ağaçlar kökünden kopup çıkacakmışçasına bir o yana bir bu yana devriliyor kimi ağaçların da dalları kırılıyordu. Yağmur öylesine şiddetli yere vuruyordu ki düştüğü toprağa bıçak misali yarıklar açıyordu. Rüzgârın, ağaçların uğultularına, köpeklerin acı acı ulumaları ve ineklerin böğürmeleri karışıyordu. Ardından yumruk büyüklüğünde dolu yağdı. Eve girdiğimizde hepimiz adeta dayak yemiş gibi perişan olmuştuk. Anam hepimize aynı odada döşek serdi. Mutfağa gitti. Birkaç odun alıp sobayı yaktı. "Şöyle elim kolum bıçak tutacak hâle gelsin, iliklerime kadar üşüdüm” diye söylendi sonra aş evinden bir sele alma (elma) getirdi. Soyarken “hadi dilek tutun” dedi. Abimin dileğinde elma soyulurken kabuğu koptu. Babamın da dileği tutmadı. Sıra bana gelince anam elmanın kabuğunu koparmadan soydu. Hepimiz alkışladık. Annem koparmadan soyduğu kabuğu bana uzatıp “dileğini dile yastığının altına koy” dedi. Bugün hala hatırama gezmez ne dilediğim o geceye dair hafızamdan silinen tek şey dilediğim dilek oldu. Yatsı namazından sonra döşeklerimizin içine gömüldük. Dışarda köpekler uludukça anam yatağında dönüp durdu. Bir ara babama “yerden gelen bir uğursuzluk var. Bu hayvanlar ölümü insana böyle çığırarak haber verir” dedi. Babam “uyu artık” diye cevap verdi. Ömrümün son huzurlu saatlerinde en son duyduğum ses yine anama aitti. “Toprağın altından gelen bir musibet var.

Güm… güm… güm…

Geceyi yarıp geçen bu kötü sesle uyandık. Babam o dakka fırladı kalktı döşeğinden. Gaz lambasını yaktı. Oda yine de karanlıktı. Anam yatağın içinde oturdu hiç kımıldamıyordu adeta yatağına mıhlanmıştı. O arada babamın sesi ile irkildik. “Siz ne diyorsunuz” penceren dışarı baktığımda en önde bir askeri binek cip, onun arkasında bir cemse ve onun hemen arkasında ise çamur içinde kalmış bir kamyon vardı. Ben askerlerin ellerinde tuttuğu meşalelerle aydınlanan sokağa bakarken. Rusiyye askerleri babamı tartaklamışlar annem “durun” diye bağırarak aralarına girmiş. Koşarak yanlarına vardım. “Sizi göç ediyoruz on beş dakikanız var” dediler. Annem ağzına eşarbına kapatarak içine içine çığlık atıyordu. Rus zabitlerinden biri “madam çocukları giydirin ve yanınıza çok az eşya alın” dedi. Annemin yüzü kireç gibiydi. Bir diğer asker çamurlu postallarıyla yattığımız odaya girip yataklarımızı çiğniyordu. Annemin çeyizinden kalan gül dalı desenli kar gibi yastığı şimdi bir caninin çamurlu ayaklarının altındaydı. Başka bir asker bizi giydirmeye başladı. Ona soru sorduğumda bana cevap vermedi. Eğilip yüzüne baktım gözlerini hemen kaçırdı. Yüzü pancar gibi kızarmıştı. Babam “nereye gidiyoruz” dedi. Asker “nereye gideceğiniz belli değil” diye cevap verdi. Annem birkaç yün yorganla buğday ekmek makas ve bıçak aldı. Hemen bıçak ve makası çıkınımızdan çıkardılar. Aslında bizden korkuyorlardı. Hepimiz hüngür hüngür ağlıyorduk. Babam ağlarken biz görmeyelim diye yüzünü saklamaya çalışıyordu. Kıyafet iki yorgan ve biraz yiyecekten başka bir şey almamıza izin vermediler. Bizi öldüreceklerini düşündük. Kamyona binerken birden babam askerlerle hararetli bir şekilde konuşmaya başladı. Sonra ahırların olduğu yöne doğru koştu. Annem heyecanla ayağa kalktı çünkü kamyon hareket etmeye başlamıştı. Annem çıldırmış gibi bağırıyordu. Çok korkmuştuk sonra babamın koşarak geldiğini gördük. Hareket eden kamyona bindiğinde nefes nefese kalmıştı. “Hayvanları çözdüm” dedi hıçkırarak aç susuz ölür sabiler. Annemin “ah yavrum” sesine atımızın kişneme sesi karıştı. Kamyonun peşinden epeyce koştu. Sonra gözden kayboldu. “Annem geri dönmüştür ardında yavrusu var o bir ana artık“dedi. Bir vakit sonra tren garına vardık. Mahşer yeri gibiydi. Koca koca adamlar nineler dedeler el kadar çocuklar sarsıla sarsıla ağlıyorlardı. Bizleri peyderpey trenlere bindirdiler. Tren dediysem hayvan vagonlarına balalarım. Leş gibi hayvan vagonlarında hayvandan beter tıkıştırıldık. Nefes alacak kımıldayacak bile yerimiz yoktu. Resul emmi de gelinleri ve torunlarıyla bizimle aynı vagondaydı. Sakat torununu kucağına oturtmuş kulağına bir şeyler söylüyordu. Cebinden bir tane ceviz çıkarıp korkudan yüzü kireç gibi olmuş çocuğa uzattı.

Vagonun kapağı açıldığında tren yolunun kenarlarında rengârenk çiçekler olduğunu gördük. Treni ölülerimizi yok kenarına bırakmamız için durdurmuşlardı. Gömmemize izin vermiyorlardı. Resül emmi onca acıya dayanmış fakat sürgün yüreğinin ferini söndürmüştü. Onu bir yorgana sarıp tren raylarının kenarına bıraktılar. Na’şını trenden indirdikleri sırada cebinde ki cevizler yere saçıldı. Tüm çocuklar çığırarak ağlamaya başladık. Sonra bir yerde çorba ve ekmek vereceğiz diye treni durdurdular. Abimi ve birkaç genci “ekmek getirecekler” diyerek götürdüler. Agam 15 yaşında idi annem “dokunmayın çocuğa kaybolur” dedi. “Kaybolmaz” dediler. Bir zaman sonra dört beş erkek döndü. Abim dönmedi. Günlerce ağlayarak yol gittik. Babam hiç konuşmuyordu. Abim sonra bizi Semerkant’ta buldu. Tren hareket edince yetişememiş başka vagona binmiş. Günlerce kendini bilmeden hasta yatmış. Semerkant’a varınca bizi tren garından hamama götürdüler. Öncesinde bizi ulu orta soydular çırılçıplaktık. Annemin o hali hala yüreğimi yakar. Çok acımıştım anama mahrem yerlerini kapatmak için sarıldım ben sarılınca bir asker gelip vurdu bana ağzımdan burnumdan kan boşaldı. Bizi sonra Iran adında bir yere götürdüler. Orada ki halkta bizlere ayrıca eziyet ettiler. Bize “Hainler” diye bağırıyorlardı. Rusiyye askerleri onlara bizlere oda vermelerini söylemişler. Kabul etmediler zor şer bodrum katlarını kapısız camsız yerlerini veriyorlardı. Hiç konuşmuyorlardı bizimle.. Rusiyye askerlerinin ettikleri zulüm azmış gibi bir de Özbeklere hakkımıza kötü bilgi vermişler. Hırsız bunlar demişler. Onlarda korkmuş olmalı ki dalımızın kolumuzun kırılmış olmasına aldırmadan bir darbe de Özbekler vurdular. Haftalar sonra bir bodrum katı verdiler bize. Tahta üzerinde yatıyorduk. Babam yataklara düştü ölmek üzereydi. Dışardan kebep (kebap) kokusu geliyordu. Babam kebep sayıklıyordu. Çocuk aklı işte bir parça et çalıp getirdim. Yemesi için babama uzattım. Daha ağzına koyamadan oracıkta can verdi. Haram nasip olmadı ciğerim babama. Sonrası kayıp. Hatırladığım ömrümün tamamında peşimi bırakmayan hasret, acı, açlık, soğuk…

Arire ninenin yanından ayrılırken hepimiz perişan olmuştuk. Bizi kapıya kadar geçirdi. Yine her birimizin yüzünü avucuna alıp öperek uğurladı. Arabaya bindiğimde içimden bir ses ona tekrar “Allahaısmarladık” dememi söyledi. Tahta kapıyı açtığımda onu elinde ki fidanı dikerken buldum. Dilinde de bir ağıt vardı. Sessizce kapıyı kapatıp uzaklaştım.

Süyımbike atım, Nogay zatım, kayda menım yas davletım,
(Süyümbike adım, Nogay aslım, nerde benim genç devletim)
Gördüm zorluk, çektim azap unutulmuyor hiç hasretim.

Sonunda bitti hazin hikâyen.. Aşkla, ölümle, savaşla, hasretle, hüzünle bitti. Bedenini Ak Topraklar da bıraktın. Ruhun ise hasretine sabır eklemekten perişan olduğun sılana gitti..

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.