14 Eylül 1509..

Şehzade Selim’e haber götüren ulak daha Pay-ı Taht topraklarından yeni çıkmıştı ki, yolda birkaç gündür ürkekleşen atının iyice huysuzlaştığını fark edince bir sıkıntısı olacağını düşünerek durdu. Atını bir meşe ağacına bağladı ve önüne biraz yem koydu. Karnını, bacaklarını, boynunu yokladı. Atın görünürde bir marazı yoktu. İşte bu durum iyiye işaret değildi. Atlar hisli hayvanlardı belanın kokusunu üç günlük yoldan alır olacak olan, olup bitene kadarda huzur bulamazlardı. Ulak “hayırlısı” deyip iki rekât şükür namazı kılmak için teyemmüm abdesti aldı. Tam niyet edip “Allahu Ekber" diye tekbir getirecekti ki korkunç bir uğultuyla savrulup sağ omzunun üzerine düştü.

Gözü pek yeniçeri daha sekiz yaşındayken Sultan II. Bayezid Han’ın çıktığı Boğdan seferi sırasında (Sefer-i Hümayun) Osmanlı ordusuna binlerce askeriyle destek veren Kırım hanı Mengli Giray Han’ın Akkerman kalesi fethinden elde ettiği ganimetler arasındaydı. Fetihten sonra Kırım Han’ı Mengli Giray büyük hakanı saydığı Sultan Bayezid’e birçok armağan yolladı. Sekiz yaşındaki Alexandru nurlu çehresiyle, yaşından büyük göstermesine sebep olan kuvvetli yapısıyla ve esir olduğu günden beri hiç ağlamadan, korkmadan ve soru sormadan denileni yapmasıyla dikkat çekmiş ve Dersaadet’e gönderilecek armağanların arasında yerini almıştı.

Alexandru yıllarca Müslüman bir ailenin yanında kalmış daha sonra sünnet ettirilerek Ali Haydar ismini almıştı. Acemi oğlanlar kışlasında askeri terbiye almaya başladığında on iki yaşındaydı.

Yıllar sonra makûs talihi ona yine oyun oynamaya devam edecekti. Ali Haydar, taht mücadelesinde canını ortaya koyarak yanında yer almaya ant içtiği en küçük şehzade Selim Şah’ın kendisini ailesinden koparan Kırım Hanı’nın damadı olduğunu öğrendiği günde yazgısını; yine esir düştüğü zamanda olduğu gibi sırlı bir teslimiyetle sorgulamadan “hayırlısı” deyip kabul etmişti.

Ali Haydar, o kulakları sağır eden sesle yere düştüğünde henüz başına ne geldiğini kavrayamamıştı ki. Bir nefeslik zamanın sonunda o uğursuz sesin ardına gizlenen habis ölümü tüm gerçekliğiyle gördü. Hayatında ilk defa korkuyu her zerresinde duymak onu ayrıca dehşete düşürdü. Oysa nice cenkler görmüş, nice çetin kavgalardan geçmiş defalarca ölümün kıyısından dönmüştü. Ama bu başkaydı bugün kıyam günü olmalıydı. Yoksa yerle gök başka nasıl böyle birbirine karışsındı.

Atı daha önce hiç duymadığı sesler çıkararak sürekli şaha kalkıyor arkasında sandığı tehlikeye durmaksızın çifte atıyordu. Ali Haydar hissettiği yoğun endişe duygusuyla kendini bir kaya parçasının dibine attı. Bağırarak salavat getirmeye başlamıştı ki iki adam boyu ötesinde yer yarıldı. Ve kaçmaya çalışan bir kır tavşanı da dâhil olmak üzere üstündeki her mahlûkatı içine aldı. İşte o an Ali Haydar ilk defa annesinin yüzünü bu denli net anımsadı. Kendine geldiğinde her yeri ağaç dallarıyla kaplanmıştı. Yine şansı yaver gitmiş köküyle birlikler toprağından fırlayan koca pelit yanına devrilmişti. Üzerinde ki dalları kaldırırken dudaklarından dökülen kelimelerle gözlerinden süzülen yaşlar aynı hızla ilerliyordu.

“Hacı Bektaş-i Veli’nin bindiği cansız duvar.

Mazharı Nur-i Ali'dendir ona ol yadigâr.

Nare-i düldül ederdi arşı âlâ da karar.

Şad hazare bin kâfiri bir narada etti şikâr.

Dedi: Arslan’ım Ali'dir, kudretine girdikar.

Lâ fetâ illa Ali Lâ seyfe illa Zülfikar..

Ali Haydar, sağını solunu yokladığında kayda değer bir yarasının olmadığını fark etti. Lakin ne kadar baygın kaldığını bilmiyordu. Atı sakinleşmiş bir köşeye sinmişti. Yer hala sinsi sinsi ayağının altında kıvranmaya devam ediyordu. Lakin bu sarsıntılar biraz önce ki kıyametin zerresine denk değildi. Sendeleyerek atına doğru ilerlerken zihni bulandı. Kendini girdiği savaşların birinde sandı. O zaman da kapışmanın bittiğini anladığında kendini böyle yorgun ve devimsiz hissederdi. Bu devasa ormanı yerle yeksan eden afatta hiçbir canlının gözünün yaşına bakmamış kurda, kuşa, kuru dala bile aman vermemişti. Cenk meydanında da böyle kimse kimseyi görmez, acımaz, merhamet etmezdi. Askerler sadece nara atarak kılıç sallar. Can alır. Can verirlerdi. Savaş bitince herkes önce üzerindeki kanın düşmana mı kendine mi ait olduğunu anlamak için vücudunu yoklar, sonra tozun dumana karıştığı meydana boş gözlerle bakardı. Kan, ölüm ve acı kokan toprak hınçla coşmuş âdemin sakinleştiğini anlayınca, yenilenin ardında bıraktığı gübürü (çöp) evecenlikle içine çekerdi. Önce ölüler gömülür. Sonra yaralar yıkanır. Sahipsiz kılıçlar kalkanlar toplanır. Başsız kalan ülkeler alınır. Ganimetler paylaşılırdı. Şimdi de toprak derin bir husumetle içine aldığı ne varsa bir avazda kusmuştu.

Korkudan aklını yitirdiğini sanan yeniçeri, dua ede ede kuş gibi çırpınan yüreğini bir nebze olsun sakinleştirdi. Vücudunda belirgin bir yara yoktu. Sadece omzu çok ağrıyordu ve kollarında birkaç bertik vardı. Kendine gelince hemen yola koyulması gerektiğini anımsadı. Götürdüğü istihbarat hayati önem taşıyordu. Önce boynunda ki yuvarlak deri kutuya koyduğu mektubu kontrol etti. Şehzade Selim Şah’a yazılmış bu namede ki şifrenin neyi ifşa ettiğini elbette biliyordu. İlle velakin bu çok önemli husus için Şehzade Selim mutlaka mühürlü belgeyi görmek isteyecekti. Etrafına dikkatli bakınca iyice canı sıkıldı. Ezbere bildiği ormanın çıkış yolunu ağaç ve toprak yığınları kapatmıştı. Zelzelenin sebep olduğu tahribatla şimdi her yer birbirine benziyordu. İlk iş harabeye dönen bu yeşil mahpustan, kaybolmadan çıkmanın bir yolunu bulmalıydı. Devrilen ağaçların ve yerde açılan yarıkların üzerinden atını yürütmekte hiç kolay olmayacaktı. Bu belalı görev şimdi de alabildiğine de meşakkatli olmuştu. Bir vakit sonra çok susadığını hissetti. Belinden kırbasını (su kabı) çıkarıp sabırsızca ağzına götürdü. Çok az suyu kalmıştı. Hepsini bir solukta içti. Lakin doyamadı. Anımsadığı kadarıyla bulunduğu istikametten birkaç saatlik yürüyüş mesafesinde bir dere olacaktı. Derenin kıyısında bir sürü su gözesi vardı. Menziline korkuyla devam ederken kâh iyice sakinleşen atının üzerine binip rahvan adımlarla gidiyor kâh yürüyerek yolunu bulmaya çalışıyordu. Bir vakit sonra derenin bulunduğu menzile ulaştı. Gördüğü manzara karşısında adeta kanının damarlarında donduğunu hissetti. Aynı anda tüm vücudu engel olamadığı bir titremeyle sarsılmaya başladı. Derenin içinde yer yer yarıklar oluşmuştu. Ve o yarıkların hepsinden gökyüzüne süzülerek buhar çıkıyordu. Ali Haydar hemen önünde bir eşme (su kaynağı) gördü. Su içmek için eğildiğinde yüzüne vuran sıcaklıktan suyun kaynadığını fark etti. Bu nasıl bir felaketti? Yerin dibinde ki cehennem kabuğunu kırıp yerin üzerine çıkmış olmalıydı. Başını başka bir yöne çevirdiğinde derenin kenarına vurmuş kuyruksuz gözsüz balıklar ve daha önce hiç görmediği haşereler duyduğu korkunun şiddetini daha da artırdı. İçinde çılgınca koşma isteği oluştu. O anda duyduğu ve çocuk sesi olduğunu düşündüğü ince bir inilti tekrar kendine gelmesini sağladı. Ses bir ağaç yığınının arkasından geliyordu. İlk tepkisi kuşağından hançerini çıkarmak oldu. Ürkerek sesin geldiği tarafa doğru yürümeye başladı. Hissettiği bu ürkeklik ve korku duygusu iyiden iyiye canını sıktı.

“Rezil sen bir eratsın. Her dem ölümle halvette oldun. İmdi bu ne kepaze haller böyle. Tüh! Senin kalıbına derhal aklını başına devşir..”

Ali Haydar söylene, söylene devrilen ağacın dallarına basarak ilerlerken sesin nereden geldiğini tespit etmeye çalışıyordu. Birkaç adım ötesinde ki manzara karşısın da içi bulandı. Sayısız savaşı, kopan kolları, bacakları, kafaları hâsılı her çeşit ölümü görmüş olmasına rağmen ömründe ikinci kez midesi ayaklanmış yine bedenini çaresiz bir tiksinti hissine kaptırmıştı. Duyduğu yoğun istifra isteğine daha fazla dayanamayıp, acı acı öğürmeye başladı. Gördüğü, bir karacaydı. Gövdesinin bir kısmı ve arka bacakları kalın bir ağaç dalının altında kalmış arka bacakları ezilmiş bağırsaklarının bir kısmı kaba etinden dışarı çıkmıştı. Saatlerdir acı çekiyor olmalıydı? Ali Haydar ağlanası bir acıma hissiyle karacanın yere düşen başını sol elinin içine koydu biçare hayvan başını inleyerek kaldırdığında ağlamaya başladı. Zira hayvanın gözlerine, çektiği müthiş acının ve korkunun ifadesi yerleşmiş umarsızca yardım dileniyordu. Ali Haydar hayvanın gözlerindeki bu ifadeyi yıllar önce yine çaresiz bir çocuğun gözlerinde de görmüş, ilk defa şahit olduğu bir hadiseden içi bulanmış ve o hisle geceyi kana bulamıştı. Zihni birden o vukuatlı gecenin yaşandığı zamana gitti.

Beşinci Sefer-i Hümayunla Edirne'den yola çıkan 2. Beyazıt, önüne çıkan kaleleri birer birer zapt etmişti. Zaferle sonuçlanan bu kuşatmalar ayrıca ordunun epeyce ganimet elde etmesini sağlamıştı. Dönüş yolunda bir gece yarısı Ali Haydar etrafı kolaçan etmek istedi. İşte o elim hadiseyle o gece yüzleşti. Aslında böyle rezillikleri duyarak büyümüştü lakin hiç şahit olmamıştı. Geceye doğru epeyce yürüdükten sonra, gittiği istikamette bir yeniçeri askerine rastladı. Asker Ali Haydar’ı görünce telaşlandı. Sorulan sorulara kaçamak cevaplar veriyor, gözü sürekli az ilerde gözüken meşalenin yaydığı ışığa kayıyordu. Ali Haydar askerin bu tavrından iyice huylanınca askeri çaşıt (casus) zannedip bir ağaca bağladı. Ardından askerin elindeki meşaleyi alıp sessizce ilerdeki ışığa doğru yürümeye başladı. İyice yaklaştığında ayı homurtusuna benzeyen bir ses işitti. Sesin geldiği yöne doğru daha da yanaştı. Bir kayanın dibinde birileri vardı. Ali Haydar elinde meşale kılıcını çıkarıp koşmaya başlamıştı ki ışığın altında gördüğü şeyle sırtından hançerlenmişçesine olduğu yere çivilendi. Devşirmeden yetişme bir yeniçeri ağası, esir alınan erkek çocuklardan birinin ırzına geçmeye çalışıyordu. Ali Haydar çocukla yüz yüze gelince çocuğun gözlerinde gördüğü korku, acı ve çaresizlik midesinin bulanmasına sebep oldu. Önce acı acı öğürdü sonra “Lan deyyus, bre Allahsız ırzı kırık, kanını içeceğim sesin” diye nara atarak şaşkınlıktan kılıcını dahi çekmeye fırsatı olmayan ağaya eman vermeyip tek hamlede hakladı. Çocuk iyice korktu, feryat figan ağlayarak bir kayanın dibine sindi. Devşirme yeniçeri ağası çırpınarak yerde can çekişiyor, belli belirsiz hırıltılar çıkarmaya devam ediyordu. Ali Haydar ölmek üzere olan ağanın üzerine eğilip yüzüne tükürdü. “Kansız namert geber” Diyerek, az ilerde korkudan titreyen çocuğun yanına gidip onu kucağına aldı. “Korkma aslanım artık sana kimse hiçbir şey yapamaz” dese de çocuk konuştuğu dili anlamıyordu. Ama artık güvende olduğunu hissetmişçesine başını Ali Haydar’ın göğsüne yasladı. Bu temas Ali Haydar’ın yüreğini kavurdu. Gözlerinden gelen yaşa engel olmadı. Az ilerde çocuğu kucağından indirip parmağını dudaklarına götürüp sus işareti yaptı. Ve çocuğa bir şeyler tembihledi. Çocuk anlamasa da bulunduğu yerde taş gibi sabit kaldı. Ali Haydar, karanlıkta ilerlerken bağlandığı ağaçtan kurtulmaya çalışan askerin yanına gitti.

“O melun köpeği cehenneme yolladım. Sen de en az o alçak kadar suçlusun”

Asker yeminler ediyor bağışlanması için yalvarıyordu.

“Yapma ağam köpeğin olayım bağışla canımı. Öldürürüm seni dedi. Beni ağaca bağladı..”

Ali Haydar askerin söylediği hiçbir sözden etkilenmedi.. Onun da canına son vererek, çocuğu alıp karargâha döndü. Ertesi gün devriye gezen askerler iki cesetle döndüklerinde kimse hadiseyi irdelemedi, tetkik etmeye bile lüzum görmediler. O zavallı çocuk yıllarca Ali Haydar’ın himayesinde kaldı. Ali Haydar ona "Zülfikar" ismini verdi.

Tekrar yüreğini dağlayan o iniltiyle kendine gelen Ali Haydar’ın aniden içi burkuldu. Daha bir gün önce bu mühim görev uğrunu yola revan olduğunda onu pay-i tahttın çıkışına kadar uğurlayan Zülfikar, acaba bu kıyametten sağ kurtulmuş muydu? Tüm bunları düşünürken hayvan yine kasılıp titredi. Ali Haydar sonunda bu duruma daha fazla dayanamadı. Önce hayvanın başını okşadı.

“Gözünü sevdiğim. Onca vakit ölmeyip yoluma kurban olmayı mı bekledin?..”

Hançerinin sapını iyice kavradı. Hayvanın naif boynunu tek hamlede kesmeli, artık ona daha fazla acı çektirmemeliydi. Karacanın başını okşamaya devam etti. Bir taraftan da kurban tığlama duasını okuyordu.

“Bismillâhi Allahu ekber, tekbir Allahu ekber. Ya Hak bu kurbanı Halil İbrahim peygamberin kestiği kurban niyetiyle kesiyorum. Ferman-ı Celîl. Allah’ın emri olduğu için kesiyorum. Tığ-ı Cebrail. Cebrail’in İbrahim Peygambere getirdiği kurban niyetiyle kesiyorum. Gerçeğe Hû.."

Ali Haydar’ın ormandan çıktığında düşündüğü tek şey, bir an evvel Trabzon Sancak Beyliği’ne ulaşması gerektiğiydi. Önce biraz dinlendi. Atını suladı, yemledi. Kendisinin de yemek yemesi gerekiyordu. Hiç içi çekmediği halde çıkınından bir parça ekmek çıkardı. Suyla ıslatıp yedi. Bir vakit sonra atına bindi. Ve dua etmeye başladı.

“Yolumu açık eyle Yarab. Zelzele tesiri yaratacak bir istihbaratı götüreceğim yolda zelzeleye tutulup hayatta kaldım. Bunda da vardır bir hayır. Bu mesuliyetini aldığım haber taht kavgasını öyle bir körükleyecek ki! Çıkacak yangın diğer tarafları kül etmeden kolay, kolay dinmeyecek. Bu fitilin ucu çok isli kandil tutuşturacak. Belki de, dün geceki kıyamet ne taht bıraktı ne de padişah. Allah’ım, işte asıl felakette bu olur. Selim Şah “yettim” diyene kadar şehzade Ahmet ya da oğulları çoktan Pay-i tahta ulaşır. O vakit savaşmaktan gayrısı Lillah haram olsun bize. Hadi soylu kızım Akkerman’ım rüzgârın kanadına bin ulaştır beni Selim Şahıma”

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.