Vakit gelmektedir. Yaz yavaş yavaş gelin oluyor. Artık son demler. Sarı Yaz yolda.. Geliyor.. Nesi var nesi yok hepsini getiriyor. Hüzün ile sevinç kol kola. Yeşilin; özellikle de canlı yeşilin hükümranlığı bitiyor. Rengarenk çiçeklerle bezenmiş uçsuz bucaksız yaylalar, çayırlar, evlerin bahçelerinde yenilen akşam yemekleri, sonrasında içilen enfes Türk kahveleri..
Ağır ağır gökyüzünü kaplayan gri bulutlar gibi, yazın el vedası da hüzün uyandırır hep insanoğlunda. Yüreğimizin derinlerinde belli belirsiz bir “yitirişi” yaşarız. Ancak çok sürmez bu duygu zira Sarı Yaz başkadır. Mevsimlerin şahıdır, padişahıdır O.. Bütün ihtişamıyla gözleri ve kalpleri sarıp sarmalamaya gelmektedir.
Neden tanınmış, tanınmamış bütün ressamlar daha çok Sarı Yazı resmetmektedirler?
Neden şairler ayrılışı genellikle Sarı Yaz’la özdeşleştirirler?
Neden hüzünlü romanlar sonbaharla biterler?
Bunların hepsi rastlantı mıdır; hiç kuşkusuz değildir.
Ağaçlardan bir gelin edasıyla salına salına düşen yapraklardaki renk cümbüşüne başka hangi mevsimde rastlayabilirsiniz?
Yazın hatırası yeşilden kırmızıya kadar binlerce renk tonunu seyretmenin; seyrederken uçsuz bucaksız düşlere dalmanın tadını başka hangi şeyde bulabilirsiniz?
Hele bir de Artvin Karagöl’deyseniz, sevdiğiniz de yanınızdaysa, emin olun ki; siz dünyanın en mutlu insanısınız. Derler ki; "Karagöl’de sarı yazı bir gün bile olsa gördüyseniz, siz bir şair adayısınız demektir.." Hiç beklenmedik bir anda, Orhan Veli’nin şiirindeki: “Gemlik’i göreceksin sakın şaşırma.” dizesi gibi, dizeler kalbinizden parmaklarınıza, oradan da yazıya dökülürse şaşırmayın. Düşünün bir kere, gün doğumunda güneş ilk ışıklarını Karagöl’e yansıttığında, ışık kristallerinin su üzerindeki yakamozu andıran kıpırtıları, kuğuların zarafet timsali danslarına eşlik ederken uyandıysanız, asıl güneşin içinize doğduğunu duyumsarsınız. Koyu yeşilin, sarının, turuncunun, kahverenginin ve kırmızının, ağaçlardaki ve yerlerdeki yaprakları gönüllerince boyadığı anlara tanıklık eder, ayaklarınızın yerden kesildiğini hissedersiniz…
Geceye girince de Karagöl ışıklar içindeki bir masal diyarına dönüşür. Yalnız, bahsedilen ışıklar insanların yapmış olduğu ışıklandırma değildir. Elbette o ışıklar da Karagöl’ün güzelliğine güzellik katar ama masal diyarının ışıkları başkadır.
Karagöl canlıdır, Onun bir ruhu vardır. Akşam, karanlık örtüsüyle gölü kuşatmaya başladığı anda gölün içinden, çevresindeki ağaçlardan; ağustos akşamlarında bahçelerde, karanlığa ilk bakıldığında fark edilemeyen ancak gözler alışınca birer ikişer, sonra karanlığın her yerinde görülen ateş böcekleri gibi ışıklar görülür. Bilmeniz gereken, bu ışıkların renkleri bildiğiniz renkler değildir; evrende sadece Karagöl’de görebileceğiniz renklerdir. Anlatılır gibi değildirler. Bu ışık cümbüşünü gördüğünüz anda içinde bulunduğunuz masal diyarı ete kemiğe bürünmüş demektir. Hemen yanı başınızda sizin gibi bu büyülü gecenin tadını çıkarmakta olan sevgilinizin elini tutar; bir şair adayı olarak değil, gerçek bir şair olarak, Karagöl'ün o an ruhunuza ilmik ilmik işlediği ve ne olduğunu anlayamadan dilinize dökülüveren sevda dolu mısraları, onun gözlerinin içine bakarak yıldızların altında söylersiniz. İşte o an ışık yağmuru başlar. Işık kristalleri, yağmurun ardından hiç beklenmedik bir anda yağmaya başlayan lapa lapa kar gibi sevdalıların üzerine yağar. Sırada, binbir renkli Sarı Yaz yapraklarının dallarından koparak, kıvrıla kıvrıla sevenlerin üzerine yağışı vardır. Belinize kadar her biri ışık demeti haline gelen yaprakların içine gömülürsünüz. Hareket edemezsiniz. Hoş etmek de istemezsiniz zaten…
Karagöl’ü görmediniz mi? Daha ne duruyorsunuz..