Günlerdir yağan yağmur, o gün sabah saatlerinden itibaren adeta bıçakla kesilmiş gibi durmuştu. Toprak iyice cıvıklaşmış ve çamur deryası haline gelmişti.

Şehzade Mustafa, bir yeniçerinin getirdiği kahveyi içerken düşünceli görünüyordu. Gözlerini ovuşturdu. Kafasındaki iki düşünce birbiriyle boğuşuyordu. Babası Kanuni Sultan Süleyman onu çadırına konuşmak için mi çağırmıştı, yoksa yanındaki yeniçerilerin ısrarla söyledikleri gibi öldürmek için mi çağırmıştı.. Hiç şüphe yok ki, duyguları ikinci seçeneğin doğru olmadığını, olamayacağını söylerken, mantığı doğru olabileceğini söylüyordu. İşte bu anlarda sözcüklerle anlatılmaz ızdırap çekiyordu. Yüzü seğiriyor, seyrek sakalları da bu seyirmeyle birlikte hareket ediyordu. Bu noktada mantığını zorlayarak bunun asla mümkün olamayacağına, bir babanın; hele bu baba Kanuni Sultan Süleyman ise bundan daha saçma bir şey olamayacağına kendini inandırmaya çalışıyordu...

Kararını vermişti. Babasının çadırına gidecekti. Zaten uzun zamandır da hasretti Ona. Aniden patlayan bir barutu andıran sesiyle komuta ettiği ordunun kendinden sonra gelen komutanına: "Ben gidiyorum, cihan padişahı beni çağırmış, başımla birlikte. Gideceğim, görüşeceğim ve tez vakitte geleceğim. Ben gelinceye kadar komuta sende.." Yeniçerilerin gitmemesi için tüm yakarışlarına kulaklarını tıkadı Mustafa.. Atı hazırlandı. O an tüm yeniçerilerin çok iyi bildikleri acı veren bir gerçek vardı; dünyada hiçbir güç onu durduramazdı..

Mustafa'nın eliyle beslediği ve kendisini çok seven atı çoktan olacakları hissetmişti. Huysuzlanıyor, sık sık şaha kalkıyor, yaklaşmakta olan tehlikeden Mustafa'yı koruyabilmek için onu sırtından atmaya çalışıyor. Mustafa'nın mecburen sertçe çektiği yuların verdiği tarifsiz acılara rağmen, olduğu yerde kalıyor. Böyle olunca Mustafa yuları daha da sert çekmek zorunda kalıyor, zavallı hayvanın gözünden ardı ardına yaşlar boşanıyordu. Bir yere kadar dayandı. Daha dayanamadı...

Şehzade çadıra yaklaştığında, akşam yavaş yavaş karanlık örtüsünü seriyordu. Atın canı acımıyordu ama ağlamaya devam ediyordu.. Çok geçmeden Şehzade babasının bulunduğu çadıra ulaştı. Akşamın alacakaranlığı, karşısında kendisini beklemekte olan babasının yeniçerilerinin gölgelerini birer cellata dönüştürmüştü. Uzun kara kıyafetlerini tamamlayan  ve yüzlerini gizleyen başlıkları vardı. 

Atından indi Mustafa. Atının ağladığını gördü. Buna bir anlam veremedi. Onun gür, beyaz yelelerini sevgiyle okşadı. Yüzünü öptü. Şehzadenin yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oluştu.. Üç yeniçeri hızlı adımlarla yaklaştılar. Mustafanın ak atı haykırışlarla oradan uzaklaştı. Uzun boylu yeniçeri eliyle kibarca Mustafa'yı çadıra yönlendirdi. Mustafa başı dik bir şekilde çadıra yöneldi. Çadıra girdi. Hiç kimse yoktu. Bir masanın üzerinde gazı bitmeye yüz tutmuş gaz lambasının kifayetsiz ışığı az sonra olacak tekinsiz olayın habercisi gibiydi. Etrafına bakındı. Babası yoktu. O an yeniçerilerinin haklı olduklarını anladı. İçi acıdı. Ölümden korkmuyordu. İçini acıtan babasının kendisine tuzak kurmasıydı. Çok geçmeden içlerinden birinin elinde kalın bir ip olduğu halde beş yeniçeri; tüm halk tarafından çok sevilen Şehzadenin üzerine çullandı. Mustafa kurbanlık bir koyun gibi yere yıkıldı. O esnada çadırın dışında yırtıcıların kulakları sağır eden çığlıkları tüm ovaya yayıldı. Ardı ardına defalarca yankılandı. Yeniçerilerin bu sese kulak kabartmasından yararlanan Mustafa kurtuldu. Üçüne çelik yumruğuyla ardı ardına darbeler indirdi. Ancak hemen arkasındaki yeniçerinin kafasına vurduğu darbeyle dizleri üzerine düştü. Sersemleyen yeniçeriler tekrar Onun üzerine çullandılar. Elinde urgan olan yeniçeri sertçe, urganı Mustafa'nın boynuna doladı. İlk darbeyi sağlam vurmak için bütün gücüyle sıktı. Mustafa birkaçını tekme hamleleriyle yere düşürdü. Ancak diğer üç yeniçeri de ipi sertçe çektiler.. Mustafa'nın burnundan oluk oluk kan geliyordu. Gözbebekleri büyüdü. Bir aslandan farklı olmayan gür sesiyle oracıkta son nefesini verirken, son sözü: "beni iyileştiren babam, neden? .." oldu.

Kısa bir süre sonra cihan padişahına haber verdiler koştura koştura. Sırtı dönüktü. Eliyle tamam işareti yaptı. Cellatlar Sultan Süleyman'a saygıyla eğilerek çıktılar. Bir damla gözyaşı belirdi gözünde tüm dünyayı dize getiren adamın. Yarım saate yakın öylece kaldı. Oğlunu öldürttürme kararını çok zor almıştı. Kendisine söylenenlerin etkisinde kalması bu trajediyi hazırlamıştı. Tahtına oturdu. Düşünmeye başladı. Neden sonra Mustafa'nın henüz sekiz yaşındayken bir gün önlenemeyen yüksek ateş sebebiyle neredeyse felç olacağı o an geldi. Hekimler Mustafa'yı hayata döndürmek için zamanla yarışıyordu. Çevresindekiler cihan padişahının ilk ve son olarak ağladığını o an görmüşlerdi. Bütün çocuklarını çok severdi ama Mustafa'yı ayrı severdi. Yüreği yerinden sökülecek gibiydi. Hekimlere ardı ardına emirler yağdırıyordu. Hekimler şuruplar içiriyor, ellerinden ne geliyorsa yapıyorlardı. İnce yüzlü, küçük çocuğun dar arlında hiç durmadan inci tanelerini andıran yaşlar birikiyordu. Ateşi de yükseldikçe yükseliyordu. Yavrusunu kaybetmektense hiç düşünmedn onun için canını verecek bir baba olan Kanuni, Mustafa'nın yatağının kenarına oturarak ıslak bezle deryaya dönüşen oğlunun  gözyaşlarını özenle, şefkatla ve anlatılmaz bir sevgiyle silerken, titreyen sesiyle. "oğlum, Mustafa'm haydi, toparla" diyebilmişti. Çocuk kendi değildi ama kahramanı olan babasının sesini hayal meyal duyunca hafifçe gözlerini aralamış, melek yüzünde tebessüm oluşmuştu. Sonrasında hekimlerin ve çevredekilerin sevinç gözyaşları arasında, dermansız parmaklarıyla babasının uzun sakallarını severken bir mucizeyi gerçek kılmış ve hayata tutunmuştu. Kanuni Mustafa'ya sarılmış onun boynundaki evlat kokusunu ciğerlerine çekmişti..

Mustafa iyileştikten bir hafta sonra Kanuni oğluyla birlikte sarayın bahçesinde dolaşırken uzun süredir yağan yağmur yerini saatlerce yağacak bir kara bırakmıştı. Mustafa hemen oracıkta biri büyük, biri küçük iki kardan adam yapmıştı. Biri büyük, biri küçüktü.. Güçlü olduğu kadar da duyguluydu Mustafa. Koşarak babasının yanına geldi. "Sultanım bakın bunlar biziz. Dünyanın birbirini en çok seven baba oğulu biziz.." dedi. Baba oğul göz göze gelmişler ve sıkı sıkı birbirlerine sarılmışlardı..

Bunlar aklına geldikçe, evladı ölümün eşiğindeyken onu hayata bağlayan Kanuni, yavrusunun boynuna kanlı ilmiği kendi elleriyle geçirmenin dayanılmaz acısını, kahreden hırsının kurbanı olmasının çaresizliğini, her geçen an yüreğinin derinlerinde daha çok hissediyordu...

Mustafa yaptığı kardan adamlarla sevgilerini ölümsüzleştirmiş. Kanuni ise onu öldürterek kızgın bir güneşe dönüşmüş ve kardan adamları darma dağın, yerle bir etmişti..

O Muhteşem Sultan Süleyaman da nihayetinde bir babaydı, ancak oğlunu hayatta tutamamıştı...

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.