2016 yılını sıkıntılı, gözyaşı içinde, huzursuz geçirdik. 2017 yılının bizlere savaşsız,şehitsiz,terörsüz,göz yaşı dökmeyeceğimiz huzur içinde yaşayabileceğimiz bir yıl olmasını diliyoruz.

Bazı anlar öylesine bunaldık, öylesine umusuzluklara kapıldık ki, “Ekmek kuyruğuna girmeyi, gazyağı ile aydınlamayı,soba ile ısınmayı, lastik ayakkabı ile okula gitmeyi bugünkü koşullar içinde yaşamaya tercih ederiz” demek durumlarında bile kaldık.

Geçenlerde gazeteci arkadaşımız Ergun Maraşlı, içinde hepimizin birşeyler bulabileceği “Bir varmış” başlıklı bir yazı yayınladı. Bunu bize de gönderdi. Yazının sonundaki notta da “Necdet baba, bakalım face'deki bir varmış yazımda kendinden bir şey bulacak mısın? “ diye bir not iliştirmiş.

Kendimden çok şey buldum.
Bu anlamlı ve şiir güzelliğindeki yazıyı “Daha huzurlu yeni yıl” dileklerimiz içinde silzerle paylaşıyoruz:
 
“Yaşam bir kaynak suyu gibidir . Çıkar sessizce, sonra gürleşir, çağlayan olur, vardığı son nokta ya denizdir ya da bir göl!
Zaman ilerlemektedir, ilerledikçe teknolojik gelişmeler paralelinde insanda değişir,yaşamı da… ? İnsan çıkacağı son yolculukta çaresizdir… uyum ile uyumsuzluk arasında çaresizdir… kendisine sığınacak bir liman arar! Belki de bellekteki düşler koyudur, sığınılan. Merhametli, sıcak bir dalga kırandır ,koynunda saklandığımız hatıralarımız.
“Nerede o eski günler?” Nostalji midir,özlenen? Gözümüzde tüten, gönlümüzde hissedilen gerçekten nostaljik duygularımız mıdır? Tarihin tozlu sayfalarında kalmıştır, bizim yaşadıklarımız genç nesile göre? 
Dünden bugüne, dünya daha acımasız, insanlar da daha bencil, düne göre.
Özlüyoruz eskinin naif, kibar, nazik ve yardımsever insanlarını.Yolda düşeni kaldıran, komşusuna sıcak çorba götüren, acıyı ve sevinci paylaşan dostluklarımızı özlüyoruz.
Teknolojik olarak gerideydik bugünün gençleriyle. Aşk-ı Memnu’yu, Yaprak Dökümü’nü okumuştuk. Fakat bizim için bir başkaydı sevgi, biraz korku, biraz da heyecandı hissettiğimiz. Sevgilimizin elini tuttuğumuzdaki hislerimiz temiz ve berraktı.. Şimdiki birliktelikten daha romantikti ve bir arada yaşamaktan daha güzeldi.Belki pahalı bir hediye değildi ama sevgiliye kitap arasında kurumuş çiçek sunmak, her gencin vazgeçilmez bir hediyesiydi.
Ayrı odamız yoktu , birlikteydik soba başında,arkamız üşüse de, içimiz sıcacıktı, dedemizin hoş sohbetinde. Masa başında veya bir yer sofrasında daha mutluyduk. Çünkü, ne işten geç gelen bir anne-baba vardı, ne de hazır bir yemek.
Yaşam standartımız yükseldi.
İnternet var, cd var, cep telefonu var, tv kanalları var ama sokağınızda çift kale maç yapacağınız bahçeniz var mı? Bir araya gelip sohbet edeceğiniz ‘Binbir Gece Masalları’ okuyan nineniz var mı? Gecenin bir karanlığında, uykuya dalarken düşleyeceğiniz hayalleriniz var mı?
Belki bir çift ayakkabımız olurdu bayramlarda. Komik gelebilir ama, yastığın altına konan hayalin gerçekleşmesiydi, o pabuçlar. Bayram sabahı öpülen eller, toplanan paralar, klavyedeki soğuk tuşlardan daha sıcaktı. Kliplerimiz yoktu ama Zeki Müren’imizi, Münir Nurettin’i, Safiye Ayla’yı, Alpay’ı, Moğollar’ı, Barış’ı, Cem Karaca’yı dinlediğimiz, 45’lik plaklarımız vardı.
Peki yaşam neydi nasıl mutlu olurduk? 
Bizden önceki kuşaklar gibi biz de hayallerimizin getireceği mutluluğu özleyerek yaşardık…
Arabaların hava yastığı, emniyet kemeri, kafa arkalığı yoktu. Araba bir hayaldi.
Fayton vazgeçilmezdi. 
Çin işi oyuncaklarımızda yoktu. Tahtadan atlar, bilyalar, tel arabalar, holi-hoplar, topaçlar vardı, zehir içermeyen. İthalat bu denli serbest değildi. Cari açık da bugünkü seviyesine çıkmamıştı. Damacana, sterilize su ve şişe suları yoktu. Dereden, hortumdan, çeşmeden su içerdik, sebil de yoktu. Çoğu evlerde buzdolabı yoktu ama tel dolaplar vardı. Peynir daha lezzetli, domates daha kırmızı, salatalık daha güzel kokardı.
Sözün senet olduğu yıllardı. 
Evlerin kapıları hep açıktı.
Tehlike biz çocuklar için sadece havanın kararmasıydı ki, onun için akşam ezanından önce evde olmamız gerekirdi. Alabildiğine özgürdük, gezer tozar, yer sofrasındaki akşam yemeğinde evde olurduk. Öğlen yemeğini evde yer yine okula dönerdik. Servisle tanışmamıştık. Hepimiz mahallelerimizde bulunan okula giderdik. Çocukça kavgalarımız vardı,kafamız dişimiz kırılır,kimse mahkemeye gitmezdi. Sorumluluğumuz babamıza ve annemize karşıydı,cezamızı da onlar verirdi.(!)
Pekmez, tahin, bal, tatlılar ve tereyağlı ekmekler, sana yağı yer, bahçelerdeki meyveleri aşırırdık.Yer, içerdik ama kilo sorunumuz da yoktu. Dert de etmezdik. Hep dışarıda oynardık. Naylon çoraba sarılmış, kağıttan veya naylon toplarla akşama kadar oynardık. Ne formamız vardı ne de şortumuz, ama hepimizin içinde temiz bir futbol aşkı vardı, şike ile de tanışmamışyık.. Kimimiz Metin Oktay, kimimiz Lefter, kimimiz Can’dık.. Siboplu topumuz vardı. Top kendimizin ise, takımı biz kurardık. Takıma alınmadığımızda psikolojik travma geçirmezdik.
Açık hava sinemalarına gider, üç kişi bir gazozu paylaşırdık, aynı bardaktan su içerdik. Dört kişi bir bardaktan limonata içer ve kimse bu yüzden ölmezdi.(!)
“Bir maniniz yoksa annemler size gelecek.”der, Ayşe teyzenin kapısını çalardık. Akşam muhabbet eder, şakalaşır, oyunlar oynar ve de en önemlisi mis gibi sütlaçları götürürdük.
Sınıfta kaldığımız da oluyordu. Bu dünyanın sonu da değildi. Tedavi de görmüyorduk, pedagoga veya psikologa gitmiyorduk. 'Çift dikişle’ bir sene daha eğitimi pekiştiriyorduk. Öğretmenlerimize saygı duyuyor, onları kendimize örnek alıyorduk. Adam olmayı, kul hakkını, onuru, şerefi, vatan sevgisini, yerli malı kullanmayı ve dünyaya adım atmayı adı öğretmen olan, bize göre de yaşamın profesörleri olan muallimlerimizden öğreniyorduk.
Arsalar, yangın yerleri, sokaklar, hüzünlü ağaçlardan meyve çalmak, dut silkelemek, beş taş oynamak, ip atlamak, yakan top, ortada sıçan, seksek, laklak, misket, tik-tak, kibrit atmaca, kibrit falı, kibritten evler, ön dö trua, isim şehir hayvan, adam asmaca, sapan, uçurtma, gazoz kapağı biriktirme vazgeçilmezlerimiz, çocukluğumuzun bir parçasıydı.
Ayakkabılarımız, çantamız, önlüğümüz, beyaz yakamız milli formamızdı. Dört ortalı harita metod defterlerimize “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım” diye yazmayı ve söylemeyi O’nlardan öğrendik. Şaçlarımız üç numara ile kesilirdi, tırnaklarımız bakımlı ve temiz. Aşılı kolumuz ağrısa da Milli bayramlardan kaçmazdık. ’Sakarya Şiiri’nde hüzünlenir, 'Bin Atlı Akınlarda’ biz çocuklar şenlenirdik.  Ne ayrım bilirdik ne de ötekileşirdik. Hep bir ağızdan Kıbrıs’ın Türk olduğunu bütün okul öğrencileri onlarca kez haykırırdık. Birdik ve diriydik.
Her ne kadar bugünkü gibi modern bir hayat, konfor ve teknolojik gelişmeler yoksa da , o günlerde kara lastiğe, kara tahtaya, kara önlüğe inat hayatta kaldık ve hayattan zevk aldık.
Başardık, başarılı olduk, sınıfları doldurduk. Bilge ellerde kişiliğimizi geliştirdik.
Bugün çocuklarımıza geçmişi anlatamasak da, geçmişle ilgili yaşantıyı bilmeseler ya da tiii’ye alsalar da, bizler sağlıklı, güzel ve mutlu seneler yaşadık. Çünkü biz sevinci ve kederi aynı odada birlikte soluduk, birlikte dertlendik ve hep birlikte neşelendik..
Ne zaman ki , evdeki NENE ÖLDÜ, DEDE ÖLDÜ; İŞTE O AN EVDEKİ OCAK DA SÖNDÜ.. YAŞAMANIN GÜZELLİĞİNİ,  TEKNOLOJİNİN VE REFAHIN ACILARINA, MONOTONLUĞUNA VE ÇİRKİNLİĞİNE TESLİM EDİP KÖŞEMİZE ÇEKİLDİK…”


necdetbuluz@gmail.com
www.facebook.com/necdet.buluz

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.