Yeni Dönemin, Yeni Türkiye’sinin, yeni ortaya çıkmış yiyici yazarları Osmanlı’yı övüp, Atatürk Türkiye’sini kötülemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Onlara göre Osmanlı cennetti, Cumhuriyet cehennem… Utanmasalar Osmanlı Devleti’ni, Atatürk’ün yıktığını bile söyleyecekler. İçlerinde utanmazlığı buraya kadar taşıyanlar da yok değil.
17. yüzyılın büyük bilim bilimcisi Kâtip Çelebi’nin tanıklığıyla, Osmanlı’nın Kanuni Sultan Süleyman’a kadar doğru çizgide olduğunu söyleyebiliriz. Felsefe, bilim ve din birlikte okullarda okutuluyordu. Sonra felsefe yasaklandı, bilimler yararlı yararsız diye sınıflandırıldı ve çoğaltılmış dinin bilgileri her şeyin temeli yapıldı. Çöküş böyle başladı, diyor Çelebi…
Gelelim fes hayranı Osmanlıcıların yere göğe koyamadıkları Osmanlı’nın hâllerine, tarihten yapraklar vererek Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni eserinden bazı alıntılar yaparak dönemi birlikte hatırlayalım:
“Önce 1838 Balta Limanı Antlaşması’nı hatırlamalıyız. İngiliz Dışişleri Bakanı Palmerston’un “Capo d’Opera Şaheser” diye selâmladığı Antlaşma, Osmanlı İmparatorluğu’nu serbest ticarete en ileri biçimde açmaktadır. Nitekim 1849’da Palmerston “Ticaret ilişkilerinde Osmanlı Devleti, bütün öteki devletlerden çok serbest müsaadelerde bulunmaktadır.” diye bizi övecektir. Gerçi daha önce de yabancılar, kapitülasyonlardan yararlanmaktaydılar. İthal malları, ancak yüzde 3 gibi önemsiz bir gümrük resmi ödemekteydi. Hatta yüzde 3’ün Türk parası karşılığı belli senelerde tespit edildiğinden ve antlaşmaların imzalandıkları tarihlerden önceki yıllarda önemli fiyat yükselmeleri olduğundan, yüzde 3 gümrük resmi, gerçekte yüzde 1-1,5’tan ibarettir. Ayrıca Avrupalılar vergi ödemezlerdi. Bununla birlikte, Osmanlı İmparatorluğu’nda serbest ticarete önemli kayıtlar getirilmişti. İç ticaret Osmanlı tebaasına aitti. Yabancı tüccar, iç ticarete girip yerlilerle rekabet edemezdi. Birçok malın alım-satımı, bir ruhsat bedeli karşılığında belli kişilerin tekeline verilmişti. Üretici, malını ruhsat sahibi bu kişilere satmak zorundaydı. “Yed-i vahit (tekel)” denilen bu usul, yalnız hububat vb. gibi iç ürünlere değil, ithal mallarına da uygulanmaktaydı. Meselâ kahve ithal edenler, mallarını yed-i vahit, yani tekel sahibine satmakla yükümlüydüler.
Mısır'da Mehmet Ali, bu yed-i vahit usulünü dış ticareti devletleştirme yolunda kullanmış, bu sayede elde ettiği gelirlerden, güçlü bir ordu ve sanayi kurma yolunda geniş ölçüde yararlanmıştı. Bu tekel durumu, İngiliz tüccarlarını rahatsız ediyordu. Nitekim Palmerston, 30 Kasım 1833'te İstanbul'daki sefirine yazdığı mektupta, “Yed-i vahit usulünü kaldırmaya çalışın.” direktifini vermekteydi. Palmerston'a göre, imalâtçı, mamullerini, alış fiyatlarını kendileri tespit eden imtiyazlı kimselere satmak zorunda bırakıldıkça, Türk sanayinin ileri gitmesi olanaksızdı. Bundan başka iç ticaretten geniş ve çeşitli vergiler alınmaktaydı. Emtianın bir şehirden ötekine nakli, ruhsat tezkeresi gerektirmekteydi. Şüphesiz, kapitalist gelişme yoluna girmeye niyetlenen bir Türkiye'nin, iç ticarete, getirilen prekapitalist düzene özgü bütün bu kayıtları kaldırması lüzumluydu, ama yüksek gümrük duvarlarıyla ileri kapitalist ülkelerden kendi iç pazarını korumak şartıyla. Oysa 1838 Antlaşması ile, dışa karşı korunma tedbiri getirilmeden içerdeki kayıtların kaldırılması, ülkeyi, Avrupa’nın açık pazarı yapmıştır.”
1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşması’ndan söz ediyorduk.
Antlaşmanın belli başlı hükümleri şöyle özetlenebilir:
1-Antlaşma, Osmanlı Devleti’nin bütününde uygulanacaktır (Mısır'ın kapitalist gelişmesinde stratejik rol oynayan dış ticaret tekeli, bu Antlaşmaya dayanarak yıkılmıştır.).
2-“İlelebet mer'î ve muteber” olduğu belirtilen antlaşma hükümlerinden, öteki bütün devletler yararlanabilecektir (Nitekim öteki Avrupa devletleriyle de aynı tipte antlaşmalar imzalanmıştır.).
3-Kapitülasyonlar devam edecek, antlaşmayla tanınan yeni imtiyazlar, eskilerine eklenecektir.
4- İngiliz tüccarlarının ortakları ve adamları için de İngiliz tüccarlarına tanınan bütün haklar sağlanacaktır.
5-Gerek iç gerek dış ticaret amacıyla, İngiliz tüccarları, ortakları ve adamları, memleketin her tarafında her çeşit emtiayı, “bilâistisna” alıp satabileceklerdir.
6-Yed-i vahit usulü, “bilkülliye terk ve iptal” olunacaktır.
7-Emtia alımı ve nakli için tezkere istemeyecektir. Tezkere isteyen vezirler ve memurlar, devletçe “şiddetle” takip olunacaklar ve İngiliz tüccarların bu yüzden uğrayacakları zararlar tazmin edilecektir.
8-İngiliz tüccarı, ortakları ve adamları, iç ticarette, en imtiyazlı yerli tüccardan fazla vergi ödemeyecektir.
9-İhraç mallarından, ihracatın yapılacağı iskeleye kadar hiçbir vergi alınmayacak, iskelede yüzde 9 vergi alınacaktır. İskeleden ihracında ayrıca yüzde 3 gümrük resmi verilecektir.
10-İthalâtta yalnız yüzde 3 ithal resmi ödenecektir. Ayrıca yüzde 3 oranında ek vergi alınacaktır. Bunun dışında ithal malları, memleketin her tarafına vergisiz gidecek, bir yerden öbür yere tekrar tekrar götürülüp getirilse dahi, vergi ödenmeyecektir.(Buna göre, bir Osmanlı tüccarı, içerdeki bir yerden öbür yere götürüp satacağı emtia için yüzde 12 vergi öderken yabancı tüccar, ortakları ve adamları yüzde 5 vergi vereceklerdir! Nitekim İngiliz Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde bulunan bir belgede, bu acayip durum şu sözlerle belirtilmektedir: “1838 Antlaşması, Türk sanayine Edirne Antlaşması’ndan çok daha zararlıdır. 1829 Edirne Antlaşması, hiç olmazsa, yabancı emtiasına, yerli ürünlere oranla bir imtiyaz vermemişti..."
11-Bu antlaşmanın İngiliz mallarına ve tebaasına tanıdığı imtiyaz ihlâl olunmadıkça, Osmanlı Devleti, iç işlerinin yürütülmesinde “iz’aç” edilmeyecektir.
12-İngiliz tebaası ve adamları, yalnız İngiliz mallarını değil, dış ülkelerden gelmiş her türlü emtiayı ülkenin her yerinde serbestçe alıp satabilecektir. Bunlar için yalnızca yüzde 3 ithal resmi ve yüzde 2 ek vergi ödenecektir ki, bu da, yeni ve önemli bir imtiyazdır.
13-Yabancı emtia, Boğazlardan serbestçe geçecek, Osmanlı limanlarında bir gemiden ötekine aktarma edilebilecek, transit serbest olacak, bu muamelelerden ayrıca hiçbir resim alınmayacaktır.
Prof. Ömer Celâl Sarç, Tanzimat ve Sanayimiz adlı incelemesinde, bu iflâsın bilançosunu yapmaktadır.
Avrupa fabrikalarının rekabetinden, önce pamuklu sanayi zarar görmüştür. İstanbul ve Avrupa Türkiye’sinde bu sanayi zayıflatılmıştır. Fakat pamuğu aile içinde işleyenler, sefalete düşmek pahasına, dayanmışlardır. Serbest ticaret yoluyla mucizeler vaat eden Urquhart, “İngiliz pamuk ipliklerinin ithali dolayısıyla, kazançlar yarıya, hattâ bazen üçte bire inmiştir. Ancak bu ithâlat, dâhilde fiyatları düşürmek ve Türkiye pamuk ipliklerinin ihracatını durdurmakla beraber, aile sanayinin hissedilir derecede yerini alamamıştır.” demektedir. Fakat zamanla sanayinin çöküşü hızlanmış ve yaygınlaşmıştır. Önce pamuk, sonra ipek sanayi buhrana sürüklenmiştir. Viquesnel, 1845-1855 yıllarına ait olan eserinde Şam, Halep, Amasya, Diyarbakır, Bursa gibi şehirlerde, ipek tezgâhı sayısının gittikçe azaldığını yazmaktadır, Hommaire de Hell'e göre “boyalı bezlerin bütün halk sınıflarına nüfuzu” ipek sanayini yıkmıştır.
1847'den önceki yıllarda Bursa, 25 bin okka ipek işleyen bir tezgâha sahipken, işlenen ipek miktarı 4 bin okkaya, tezgâh sayısı 75'e düşmüştür. 1851'de Mordtmann, “Unutmayalım ki, İstanbul'da hâlâ, hemen hemen hiçbir ecnebi ipekli kumaşın ithal edilmediği zamanları pek iyi hatırlayan birçok tacir vardır. Hâlbuki şimdi, Marsilya ve Triyeste'den gelen her vapur, Milano, Lyon ve İsviçre'den balyalarca ipekli getirmektedir.” demektedir.
Serbest ticaret döneminde, bir köylü sanayi sayılabilecek olan ipek ipliği yapımı dahi sarsıntı geçirmektedir. Köylü, iplik yapımı yerine, kozayı işlemeden satmaktadır. Mordtmann’a göre, “birçok yıldan beri, gerek Amasya’da gerek Türkiye’nin öteki yerlerinde, kozalar, Avrupa kurumları tarafından satın alınmaktadır. Bu durum, Türk sanayi bakımından sakıncalı ise de, üretici, iplik yapımı yerine, koza satmaktan daha çok yararlanmaktadır. Avrupa iplikçisi, Türk iplikçisinden daha yüksek fiyatlar ödediği sürece, bunun önüne geçilemeyecektir.”.
1932 yılında Millet Meclisi’ne sunduğu bir raporda, Milletvekili Hayrettin, eskiden bir ipek şehri olan Bilecik’in serbest ticaretten sonraki durumunu şöyle özetlemektedir: “Vaktiyle gümrük kapılarını ardına kadar açtığımız sıralarda, Avrupa iplikçisi, Bilecik vilâyetinde dutlukları kökünden söküp atmıştır.”
Böylece 1838-1850 arasında yerli üretim yok oldu. Yüzyılların birikimi Avrupa mallarını satın almak için harcandı. Yeniden satın almak ve yeni hayat biçimini sürdürebilmek için dışardan borç almak ihtiyacı ortaya çıktı. Batılıların istediği de buydu.
İlk borçlanma anlaşması, Reşit Paşa’nın sadrazamlığı sırasında, 1850 yılında yapılmıştır. Ne var ki, eski tereddütler sürdüğünden, Reşit Paşa, sadrazamlıktan uzaklaştırılınca, Bakanlar Kurulu borç alma mukavelesini feshetmiştir. Devlet, bu yüzden 2 milyon 200 bin Frank kadar bir tazminat ödemek zorunda kalmıştır. Fakat 1854’te borç alma çığırı açılmıştır.
İşte bu şartlar altında ilk borç alma, Dent Palmer and Company aracılığıyla yapıldı. 3 milyon İngiliz Lirası tutarındaki borçlanma tahvillerinin faizi yüzde 6, ihraç fiyatı ise yüzde 80 idi. Yani 100 lira borçlanılıyor, gerçekte 80 lira alınıyordu. Ayrıca bankalara bir sürü komisyon ödeniyordu. Bu nedenle, Mısır Vergisi gibi sağlam bir karşılık da gösterildiği hâlde, 3 milyon İngiliz lirası borçlanan devletin eline 1.5 milyon geçti.İlk borçlanmalar dizisinin sonuncusu, 1874 yılında yüzde 43.5 ihraç fiyatı üzerinden aktolundu. İşin ilgi çekici yanı, “Aman para verin.” diye yalvaran her zaman biz değildik. Batı sermayedarları ve onları destekleyen hükümetleri, “Borç para alın.” diye bize baskı yapıyorlardı. İngiliz devlet adamları Parlamentoda, Osmanlı borç alımının başarısını sağlamak için Türkiye’ye övgü düzüyor, Abdülaziz gibi padişahları göklere çıkarıyorlardı: Türkiye zengindi ve kalkınma yolundaydı.
Değerli okuyucum günümüzü anlatmıyoruz. Tarihimizden söz ediyoruz. Siz günümüzü anlattığımızı mı sandınız.
1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşması sonucunda ülkemize liberal kapitalist uygulamalar girdi; Osmanlı ekonomisi çöktü. 1854’te borç almaya başladık. Borçlarımızı ödeyemeyince neler olduğunu hatırlayalım:
Ruslar, Rus taraflısı bilinen ve “Mahmudof” denilen Mahmut Nedim Paşa’yı, İngilizler ise Mithat Paşa’yı tutuyorlardı. Osmanlı Yönetimi, 1875 yılında belli bir süre borç faizlerinin yüzde 50’sinin ödeneceğini açıklaması üzerine, Avrupa’da kıyamet koptu. Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü garanti ettiğini unutan Avrupa, borcunu ödemeyen imparatorluğa Ruslar eliyle bir ders verdi. Ruslar, ancak Yeşilköy önlerinde durduruldular. İngilizlere Kıbrıs adası rüşvet verilerek, Rusların empoze ettiği ağır şartlar biraz hafifletilebildi. Bununla birlikte, borçlar konusunda bütün Avrupa devletleri ortak bir görüşe sahipti. Nitekim 1878 Berlin Kongresi’nde, Türk Baş Delegesi Kara Todori Paşa’nın itirazlarına rağmen, devletler, İstanbul’da, Osmanlı Maliyesini yönetecek milletlerarası bir malî komisyon kurulmasını kabul ettiler. Devlet bütçesini bu komisyon yapacak ve uygulanmasını denetleyecektir! Bu kararın Babıali’de yarattığı telaş içinde ehvenişer sayılan Düyun-u Umumiye Sistemi (Düyun-u Umumiye-i Osmaniye Varidat-ı Muhassasa İdaresi), “Muharrem Kararnamesi” ile 1881’de yürürlüğe kondu.
Bütün devlet gelirlerinin yüzde 31.5’u Düyun-u Umumiye elindedir. Yalnız tütün, tuz vb. gibi dolaylı vergiler değil, dolaysız vergilerin yüzde 22,9'u da bu kurumun kontrolündedir.
Düyunu Umumiye Meclisi vergileri toplamak için geniş bir örgüt kurmuştur. 1912 yılında bu idarede 8931 memur çalışmaktadır. Bunların 5653'ü sürekli, 3253'ü geçicidir. Taşrada İdarenin 693 memuriyeti vardır 1910 yılında ise, Maliye Nezareti'nin memur sayısı 5472'den ibarettir. Parvus’ün deyimiyle, örgüt, “o derece metindir ki, hin-i hacette Maliye Nezareti yerine kaim olabilir.”
Tüm arkadaşlarımız adına ‘BURSA ARENA'ya hoş geldiniz diyor, davetimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz. Toplumumuzun aydınlanması yolunda değerli yazılarınızın büyük katkılar vereceğine inanıyor, sağlık ve başarılar diliyoruz.