ABD’nin, ‘YPG ile işbirliğini sürdüreceğini ve 30 bin kişiden oluşan bir sınır güvenlik gücü kuracağı’nı açıkladığı ve güney sınırımızda yeniden hareketlenmenin başladığı, iç politikada ise çeşitli gelişmelerin yaşanmasının beklendiği yeni bir haftaya girerken, basın özgürlüğünün yoğun olarak tartışıldığı bir haftayı da geride bıraktık.
***
10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’ne her kesimden yetkililer büyük ilgi gösterdi. Adı öyle konulmuş olsa da 10 Ocak aslında çalışmayan veya emekli olan, kısaca, bu mesleği yapan ve yapmış olan herkesin günüdür. 10 0cak, 1961 yılında çıkarılan 212 sayılı yasanın yürürlüğe girdiği gündür. Buna tepki gösterip 3 gün yayın yapmayan gazete sahiplerine, sendikalarının öncülüğünde ‘Basın’ adlı gazeteyi çıkararak yanıt veren yürekli gazetecilerin bize emanetidir 212 sayılı yasa.
Tam adı ‘Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Kanun’ olan düzenleme, gazetecilerin haklarını güvence altına alıyordu. Çalışan, işten atılan, askere giden, hasta ya da hamile olan, cezaevine giren, emekli olan birçok gazeteci yasanın tanıdığı haklardan yararlandı ve yararlanıyor.
‘İstifa halinde de tazminat ödenmesi’ başta olmak üzere, 2012 sayılı yasanın getirdiği bazı haklar, içimizden çıkıp basın kuruluşlarında üst yönetici olan gazetecilerin işgüzarlığı sonucu yok edildi maalesef. Villa veya benzeri lüks konutlarda yaşayan, yüksek maaşlar alan, banka Yönetim Kurulu Üyesi, üniversite sahibi olan, patronlarla kol kola gezen, noteri işyerine getirip çalışanları sendikadan istifa ettiren üst yönetici gazetecilerin her 10 Ocak’ta utanıp utanmadıklarını merak ediyorum doğrusu..
(CHP İstanbul Milletvekili Barış Yarkadaş, Meclisteki konuşmasında kürsüden gösterdiği, ‘hakkında yargı işlemi yürütülen gazetecilerin sayısal durumlarına yer veren’ tabloyu, Ankara Gazeteciler Cemiyeti’nin Kuruluş Yıldönümü Kokteyli’ne getirdi.)
***
Anayasa Mahkemesi, Şahin Alpay ve Mehmet Altan’ın tutukluluk halinin hukuka aykırı olduğuna, tutuklama şartlarının bulunmadığına karar verdi. Ayrıca, tutukluğun ifade ve basın hürriyetini ihlal ettiğini hükme bağladı. Karar, Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu tarafından oy çokluğuyla alındı. Bu karar üzerine Alpay ve Altan’ın hemen tahliye edilmesi gerekiyordu. Ancak, ilgili Ağır Ceza Mahkemeleri, “kararın tebliğ edilmediği” ve “Resmi Gazete’de yayımlanmadığı” gerekçeleriyle AYM kararını uygulamadı, tutukluluğun devamına karar verdi.
Hukukçu olan gazeteci yazar Taha Akyol, “Resmi Gazete’de yayın” koşulunun kanunların iptaline ilişkin davalarla ilgili olduğuna, bunun “bireysel başvurular”la karıştırılmaması gerektiğine dikkat çekiyor ve şöyle devam ediyordu, “Gazetecilerin hemen tamamı yazdıkları haber ve yazılarda yahut konuşmalarda ‘darbeyi teşvik, örgütü övmek’ gibi suçlarla tutuklanıp yargılanıyor. Anayasa Mahkemesi Alpay kararında bu konuda çok net bir hukuki ölçü ortaya koydu: suçlamaya konu olan yazılarda ‘hükümetin zorla uzaklaştırılması gerektiği’ yönünde bir ifade yer almamaktadır. Tutuklamalarda ve iddianamelerde ileri sürülen ‘sürekli eleştirilerle darbeye zemin hazırladılar, örgütü övdüler, 17-25 Aralık soruşturmalarını savundular, Balyoz ve Ergenekon davalarını meşrulaştırmak istediler’ gibi iddiaları Anayasa Mahkemesi hiçbir şekilde delil saymıyor. AYM, 9 ay gecikerek de olsa evrensel hukuka uygun karar verdi, kararlarda çok sayıda AİHM içtihatlarına referans var zaten..”
Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu da, “Anayasa Mahkemesi’nin kararı tutukluluğun, temel hakları hukuka aykırı olarak ihlal ettiğine dair bir karardır. Tereddütsüz şunu söyleyebilirim: Bu karar mahkemeleri ve idareyi bağlayıcıdır. İlgili şahıslar hakkında derhal tahliye kararı verilmelidir” diyordu.
Önce hükümet Sözcüsü, ardından Ağır Caza Mahkemesi hakimi Anayasa Mahkemesini topa tutunca, aklımıza “balık baştan kokar” sözü geldi.. Lider, daha önce Can Dündar ve Erdem Gül hakkında alınan ‘hak ihlali’ kararıyla ilgili olarak, ''Anayasa Mahkemesi’nin kararına uymuyorum, saygı da duymuyorum'' derse, hadi Hükümet Sözcüsünü bir kenara bırakalım, yerel mahkemenin bir hakimi bile, bir yüksek mahkeme olan Anayasa Mahkemesi’ne dil uzatmaktan çekinmez. Ben bu konuda bir atasözüyle tavsiyede bulunmak istiyorum; “Ağaca dayanma çürür, adama dayanma bir gün gelir ölür..”
Aslolan hukuktur, hukukun üstünlüğüne inanmaktır, ucunda bedel ödemek olsa bile.
***
Basın ve ifade özgürlüğü gündemin ön sıralarına tırmanmaya başlamışken, vizyona giren Amerikan yapımı ‘The Post’ adlı film tartışmaların ortasına düştü ve yerli yerine ‘cuk’ diye oturdu.
Hürriyet Gazetesi yazarı Uğur Vardan’ın, engin bilgi ve nefis üslubuyla filmin konusu ile verdiği mesajları anlattığı yazısının başlığı, “Gazetecilik suç değildir..”
Yazının başlangıcındaki spotta şunları dile getiriyor Vardan, “Tarihe ‘Pentagon Papers’ olarak geçen ve Vietnam Savaşı’nın seyrini kamu vicdanı nezdinde değiştiren belgelerin yayımlanmasını anlatan ‘The Post’, basın özgürlüğü, etik, vicdan, hukuk, halkın haber alma hakkı ve hükümet menfaatleri üzerine adeta ders niteliğinde bir film. Steven Spielberg imzalı yapımı bu tür meselelerle derdi olan herkese tavsiye ediyoruz..”
ABD Vietnam bataklığında debelenmekte, içeride ise ‘anti militarist’ sesler yükselmektedir. Pentagon, cephede ne gibi sorunlar yaşandığını öğrenmek için Vietnam’a bir gözlemci gönderir. Gözlemcinin hazırladığı rapora göre durum hiç de iç açıcı değildir. Buna rağmen siyasetin gereği yapılır ve Savunma Bakanı Robert McNamara kamuoyuna, olumsuz raporun aksine ‘Zafer’ yolunda açıklamalar yapar. Ancak, o dönemde yaşananlar, belgelerin sızdırılması sonucu basına yansır. The New York Times bombayı patlatır ve belgeleri yayımlar. Ortalık toz duman olur. İktidar karşı hamle yapar. The New York Times’ın ülke çıkarları aleyhine yayın yaptığını iddia eder ve gazeteyi ‘Vatan hainliği’ yle suçlar. Akabinde mahkeme kararı çıkartır ve yayını bir süreliğine durdurur.
Bunun üzerine müthiş bir gazeteci dayanışması başlar. The Washington Post da, bu konuda elde ettiği diğer belgeleri yayımlar.
Uğur Vardan, ‘The Post’ ın ‘basın özgürlüğü’ konusunda ders olarak gösterilecek (ya da okutulacak) bir film olduğunu, filmdeki her bir diyalogun adeta mesleğin temel ilkeleri üzerine hatırlatmalardan oluştuğunu vurguluyor ve günümüzde de söz konusu olan şu tartışmayı dille getiriyor:
The Post’un tartışma masasına taşıdığı meselelerden biri de hükümetlerin önceliğiyle toplumların önceliğini ve haber alma özgürlüğünü hatırlatmak. Nitekim burada da mahkemenin hukuki gerekçesi devreye giriyor; “Basın yönetenlerin değil, yönetilenlerin hizmeti ve önceliği için vardır..” (Bu noktada The Washington Post’un patroniçesinin söylediği “Halkın öğrenme hakkı var ama...” cümlesi de yeterince manidar).
Filmde, yaşanan olaylar ve gelişmeler, dönemin başkanı Richard Nixon’ın sonunu hazırlayan ‘Watergate Skandalı’ na da bağlanıyor.
Gazeteci yazar Uğur Vardar, ‘Gazeteciliğin eski ve zahmetli yollarını hatırlatması’ nın da filmi kıymetli kılan bir başka unsur olduğunu belirtiyor ve yazısını şöyle tamamlıyor:
“Sosyal medya yok, cep telefonları yok, bilgisayar yok, mail yok, yok da yok... Yerlerine çevirmeli telefonlar, daktilo, dizgiciler, sadece işleve hizmet eden basit tasarımlı mobilyalar, uzun favoriler ve yakalar var. Tabii serbestçe sigara içilen gazete binaları (!) ve en önemlisi mesleğe, haberin kutsallığına inanç var. Sonuç? ‘The Post’, gazeteciliğin çok zor koşullarda sürdürüldüğü memleket ortamımıza da o kadar çok şey söylüyor ki…”
İyi Haftalar
remzidilan_48@hotmail.com