“Çanakkale'de ne olduysa, sınırlarımızda olan da odur. Askerleri ile erken zafer kutlayanları Çanakkale'de nasıl hüsrana uğrattıysak sınırlarımızda terör koridoru kurduklarını sananları da öyle şaşkına çevirdik. Nice tuzaklarla donattıkları Afrin'i 58. güne giren operasyonumuz ile tamamen ele geçirdik. Bayrağımız orada dalgalanyor, ÖSO bayrağı orada dalgalanıyor. Biz işgale gitmedik, biz sadece terör gruplarınının yok edilmesine ve barışa gittik”
Böyle diyordu Cumhurbaşkanı Erdoğan, Çanakkale Zaferi nin 103. yıl dönümü dolayısıyla bu kentte düzenlenen törendeki konuşmasında.. Böylece,18 Mart 2018 Pazar günü hem Çanakkale, hem de, Afrin’in ele geçirilmesiyle nihai hedefine ulaşan ‘Zeytin Dalı Harekatı’ nın zaferini kutladık; şehitlerimizi minnet ve şükranla andık. Harekat süresince 3 bin 603 teröristini kaybeden PKK/PYD’nin, lider kadrosu ve elemanlarının silahlarını araçlara yükleyerek kaçmaları nedeniyle Türk askeri ve ÖSO güçlerinin herhangi bir direnişle karşılaşmadan Afrin’ilçe merkezine girmesi bir başka sevinç vesilesi oldu. Harekat süresince Türk ordusunun 46 şehit verdiği, 225 askerin ise yaralandığı Genelkurrnay Başkanlığı’nca açıklandı.
***
Çanakkale’de aynı gün bir başka etkinlik daha vardı. ‘1915 Çanakkale Köprüsü ve Malkara-Çanakkale Otoyolu’nun temeli törenle atıldı.
Erdoğan bu törende de konuştu. Ben her iki konuşmayı da dikkatle izledim, dinledim. Çanakkale zaferiyle ilgili konuşmasında Mustafa Kemal’in ismi hiç geçmedi. Temel Atma törenindeki konuşmasında ise “bu tarihi günde tüm şehitlerimizi ve gazilerimizi, Gazi Mustafa Kemal’le birlikte Kurtuluş Savaşı’mızın bütün kahramanlarını minnetle, şükranla yad ediyoruz” diyerek eksiğini tamamlamaya çalıştı.
Mustafa Kemal ile Çanakkale Savaşları ve Zaferinin ilişkisi bu kadarcık mıydı sahiden. Yazık. Çok yazık. Şahsen çok üzüldüm. Bundan önce üzüldüğüm başka işlem ve uygulamalar da vardı, bu da üzerine eklendi.
***
Diğer üzüntülerime gelince.
Örneğin bunlardan biri, Erdoğan’ın, “İstiklal Marşı’mızın anlamını ancak dilimizle birlikte kalbimizle birlikte okuduğum,uzda anlayabiliyoruz. En büyük üzüntüm marşı yüreklere nakşedecek bir bestenin bulunamamış olmasıdır. Burada da bestekarlara görev düşüyor. Güfte var, istenilen beste yok. Temenni ederiz ki o da çıkar” diyerek, yeni bir beste arayışına kapı açması.
Türk Kurtuluş Savaşı’nın en çetin döneminde, bir milli marşa duyulan gereksinmeyi göz önüne alan Milli Eğitim Bakanlığı, 1921yılında bunun için bir şiir yarışması düzenledi. Yarışmaya 724 şiir gönderildi. Kazanacak şiire para ödülü konulduğu için başlangıçta Mehmet Akif yarışmaya katılmak istemedi. Ama Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi’nin (TANRIÖVER) ısrarı üzerine, ödülsüz olmak şartıyla o da şiirini gönderdi. Yapılan değerlendirme sonucunda, aynı zamanda milletvekili olan Mehmet Akif’in 20 Şubat 1921’de yazdığı, “Kahraman Ordumuza” sunumunu taşıyan şiiri 12 Mart 1921 günü TBMM tarafından İstiklâl Marşı olarak kabul edildi.
Aynı yıl bir de beste yarışması açıldı, ama kesin bir sonuç alınamadı. Bunun üzerine Milli Eğitim Bakanlığı’nca Ali Rıfat ÇAĞATAY’ın bestesi uygun görülerek okullara duyuruldu. 1924’ten 1930’a kadar marş bu beste ile seslendirildi. 1930 yılında, Cumhurbaşkanlığı Orkestrası şefi, dünyaca ünlü keman virtüözü Zeki ÜNGÖR’ün hazırladığı bugünkü beste, Çağatay’ın bestesinin yerini aldı. 1930 yılından bu yana söyleyegeldiğimiz İstiktiklal Marşı, Anyasada da, ‘değiştirilemez’ yerini aldı.
***
Şimdi biraz geriye giderek o döneme bir göz atalım. Dönem, Türkiye’nin her alanda olduğu gibi müzik alanında da yüzünü batıya çevirdiği bir dönemdi. Türk Beşleri diye adlandırılan Necil Kâzım Akses, Hasan Ferit Alnar, Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey ve Ahmet Adnan Saygun , yeni kurulan cumhuriyet rejiminin resmi müzik politikasını oluşturmaya çalışıyordu. Bu 5 usta, Atatürk’ün isteğiyle, Tür müziğini ve Türk insanını uluslar arası kabul görmüş çok sesli müzikle tanıştırma ve zengin müziğimizi dünyaya tanıtma faaliyetine girişmişlerdi. İşte, İstiklal Marşı’nın, göğsümüz kabararak, gururla seslendirdiğimiz bestesi bu, çok sesli müziğe yönelmemizin bir sonucuydu.
Çok sesli müzik, bütün kurum ve kurallarıyla uygulanan demokrasi gibidir. Kulağınız, orkestradaki bütün sesleri ve ritimleri duyar, onları birbirinden ayırt etmesini bilir. O kültüre ve bilince sahip olmuş bir insan da, demokraside bütün görüşleri saygıyla karşılar, fikirlerin çarpışmasından korkmaz, o çarpışmadan gerçekler ortaya çıkar. Yani, eski deyimiyle, ‘Müsademe-i efkâr’dan barika-i hakikat doğar. ‘
***
Bendeniz, internetten araştırıp bularak, Ali Rıfat ÇAĞATAY’ın İstiklal Marşı bestesini de, Erdoğan’ın açıklamasından sonra alelacele yapılmış güya yeni İstiklal Marşı bestesini de izledim, dinledim. İkisi de ilahi gibi, dini motifler taşıyor.
Ustalarından aldığımız bilgiye göre, musikîmizde önemli bir yer tutan “Dinî Türk Musikisi”, ‘cami’ ve ‘tasavvuf’ musikisi olarak iki kısma ayrılıyor. Bunlar esasta müşterek olmakla beraber her biri icrâ edildiği yerin özelliğine göre, ayrı bir üslup ve tavır teşkil ediyor. Cami musikisi daha ‘zahitçe’ bir özelliğe sahipken, tekke musikisi ise tasavvufî bir lirizmi ifade ediyor.
Ünlü bestekarlar ve ustalar yetiştirmiş olan dini motifli musikiye de elbette saygı duyuyoruz, severek dinliyoruz. Ama söz konusu olan bir ulusun marşı, İstiklal Marşı ise ‘ille de Zeki Üngör’ün bestesi, ille de çok sesli müzik’ diyorum
İyi Haftalar.