Yataklar yapılmıştı. Annemi babamı odalarında bırakarak, uyumak için biz çocuklar odamıza geçmiştik. Ev sessizliğe gömülmüştü. Yorgun olanlar uyumuştu. Çocukluğumdan beri gecelerin adamıyımdır ben. Gecelerin adamı derken; geceyi sokaklarda, caddelerde, eğlence yerlerinde değil de evde dört duvar arasında yaşayabilen bir adamımdır. Herkes uyuduktan sonra babamın antika radyolarını tamir etmeye çalışır, gazetelerden haberler keser biriktirir, evde kırık dökük kendime ait ne kadar eşya varsa talaş yakmak için kullandığımız kömür sobasında yakar, kitap okur, yapacak hiçbir şey bulamazsam, elime bir kâğıt kalem alır abuk sabuk aklıma ne gelirse yazar çizerdim. Geçmişte çizdiğim robot prototiplerini bugün elin Amerikalısı, Japonu, Rusu yapmaya başladı. Hayal gücünün sınır tanımadığına inancım sonsuzdur.
Diğer bir inancım da; siz ne kadar iyi bir tohum olursanız olun, düştüğünüz toprak ve yaşadığınız iklim kötü ise bırakın çiçek açmayı, meyve vermeyi… güneşi bile göremeyebilirsiniz. Benim yaşadığım topraklarda çocuklara güneşi göstermezler, güneş görmeyen çocuklar büyüdüklerinde de aydınlıktan korkarlar…
Evet, ne demiştim?
Çok şükür evde herkes uyudu, derin bir sessizlik. Benim zamanlarım başlıyor şimdi.
Düşünsenize; Bursa‘da Uludağ‘ın eteklerinde bir gecekondu mahallesinde oturuyorsunuz. Tek katlı küçükte olsa bahçeli evler. Bahçenizde komşu evi ile aranızda dokunsan yıkılacak bir çit var ve aynı zamanda o çizgiye kavak ağaçları ekilmiş. Büyümüş serpilmişler ağaçlar. Bahar zamanı rüzgârlı havalarda, o kavak ağaçlarından dökülen pamukçuklarla kovalambaç oynarsınız. Bir yandan da ağzınıza burnunuza kaçmasın diye teyakkuz halinde olursunuz.
Çocukluğumu anlatıyorum diye çocuk gibiyim şimdi… Yerli yerimde duramazmış gibi konudan konuya savrulup duruyorum. Aradan sıyrılabilirsem bir şeyler anlatacağım.
Herkes uyudu, derin bir sessizlik… Başımı yastığa koymuşum, Yenişehir‘den keresteci akrabalarımızdan alınmış çizgili dekorlu tahtalardan yapılmış tavana bakıyorum.
Şimdi sesi o kadar net geliyor ki; kendimi onun anlattığı hikâyelere teslim etmek üzereyim…
Kim, kimin sesini?
Bursa’mızın meşhur lodosu.. Onun sesi, ta kendisi…
Uzaktan başlayan uğultusuyla güçlü bir ejderhanın nefesi gibi... Gecekondunun kiremitleri ile buluştuğunda, bütün çatıyı kaplayan kiremitlerin hepsinin lodosun haşmetinden ayağa kalktıklarını ve sonra o giderken hepsinin tekrar aynı kalkış nizamları ile takır takır sırayla tekrar yerlerine oturduklarını düşünüyorum… Çocuk aklımla böyle olmalı, başka bir anlatımı kabul etmem mümkün değil. Bu benim için unutulmaz bir seremoni…
Nerden çıktı Bursa’mızın meşhur lodosunu anlatma keyfi…
İşten geldim, Bursa‘yı hemen hemen kuş bakışı gördüğüm pencere kenarına oturdum. Bilgisayarımı açtım, bir şeyler yazma ihtiyacı duyuyorum. O anda sesini duydum. O güçlü ejderhanın nefesi şimdi evimin çelik çatısına vuruyor. Çelik çatı, eski kiremitler gibi saygılı değil lodosa karşı… Olsun, en azından çocukluğumun güçlü ejderha nefesini ben saygı ile karşılıyor ve vücudumun da her hücresinde hissediyorum onu…
O geldi ya şimdi…
Annemin Maşinga sobanın önünde, mantı yapmak üzere tahta sofra üzerinde yufka açarken kullandığı oklavanın ‘taktaktaktaktaktaktak’ sesi de geldi onunla beraber…
Korelinin meşhur masası üzerinde tıraş takımının en değerli parçası olan ayna karşısında Atatürk‘ünkileri anımsatan kaşlarını kısaltırken kullandığı berber makasının ‘tıktıktıktık’ sesi geldi onunla beraber…
Masanın etrafında heyecanla annemin yaptığı mantının tabaklarına konmasını bekleyen ablalarımın, abimin, kardeşimin; o evin büyülü dünyasını görmüş gözlerindeki umutsuzlukla umut, mutsuzlukla mutluluk arasında sıkışmış bakışlarını getirdi…
Hepsinin içinde çoğu zaman boynu bükük, içini dışına aktarmayı becerememiş, kendi halinde kendini yaşayan, kendisini dünya dünyayı kendisi sanan çocuğu getirdi…
Bana beni getirdi…
İyi ki geldin sevgili lodos, özlemişim seni…
Hatırlıyor musun? Derede oynarken estiğin zamanlarda sana karşı koşar ve ‘hadi gücün yeterse uçur beni’ derdim ve belki de sen benim çocuk olduğumu bilir ve beni uçurmazdın. Ama ben de hala işi çocukluğuma verir; seni yenmiş olmamın hazzıyla kendimi zafer kazanmış komutan olarak ilan ederdim. Tabii ki kendi kendime…
Bak bu kadar ara verme…
Unutmuşum seni…
Bırak seni, senin yüzünden geçmişimi, senin yüzünden kendimi unutmuşum…
Bu gelişin kışı getirmek için büyük ihtimalle… Olsun, senin canın sağ olsun…
Bakarsın; bir dahaki gelişin, belki baharı getirmek için olur…
Lütfen, arada çocukluğumu getirmek için de gel olur mu?..