Arkadaşım Osman, Azize Teyzemlerin evin önüne çökmüş; sol eline yavan yarım ekmeği almış, sağ elinde sigarası… Bir ekmekten ısırıyor, bir sigaradan çekiyordu.
"Nabıyon lan deli…" dedim.
"Sigarayı ekmeğe katık ediyorum…" dedi.
Başımı sallayarak ve "Allah Allah…" diyerek yanına dikildim. O esnada Orhan Gencebay selam vererek yanımızdan geçti. Yanlış duymadınız Orhan Gencebay yanımızdan selam vererek geçti, gitti. Pardon lakabı Orhan Gencebay, aslında Deli Necdet ‘in abisi Yaşar Abi… Mahallemizin delikanlılarından biri… Garibim; Orhan Gencebay stili giyiniyor, takım elbisesi, gömleği, ayakkabıları her şeyi O ‘nun gibi… Saçlarını onun gibi tarıyor, sesini, tarzını, hareketlerini, her şeyini O'na benzetiyor.
Zaman zaman delikanlılar teyzemlerin evin önünde bulunan mahallenin delikanlılarının oturduğu 3 yol ağzında bulunan sokak lambasının altında oturup âlem yaptıklarında Yaşar Abi ‘ye, yani namı diğer Orhan Gencebay ‘a şarkılarını söyletiyorlar. Geceye doğru bütün millet evlerine girdiğinde sokağın delikanlıları akşamüzeri Misi Köy ‘den aldıkları ev yapımı, bugünkü entel ismi ile butik şarapları, gecenin ilerleyen saatlerinde, mezesiz, sadece şarkıları türküleri şaraba meze yaparak götürüyorlar midelerine…
Bir akşamüstü; gündüz gece ile kavuşurken, yine böyle bir muhabbete, küçük yaşımıza rağmen hasbelkader tanık olmuştuk. Yaşayacağız ya işte… Gençler ortamı oluşturdukları saatte nasıl olduysa, amcam Topal Kemal çıkageldi… Bütün mahallenin delikanlıları ayaklandılar; hepsi sırayla amcama "Hoş geldin Amca" dediler, hal hatır sordular. Amcamda hepsini selamladı, gençlere onları onore edecek birkaç şey söyledi, sonra gençlerden oluşan meclise dâhil oldu.
Paltosunun saçaklarını apış arasına sıkıştırarak şarap bidonunun yanına çöktü. Gençler ona da bir bardak şarap doldurdular, sonra şerefe demeden sadece hareketini yaparak bardaklarını amcamın bardağına tokuşturup şaraplarından birer fırt aldılar. Ufak tefek muhabbet başlamıştı ki; bekçinin düdük sesi duyuldu..
Çocukluğumuzda ülkemizde bekçilik müessesi mevcuttu. Bilhassa geceleri bekçiler bütün sokaklarda gezer ve arada kafalarına estiğinde de düdüklerini öttürürlerdi. Bir nevi ben geliyorum mesajıydı düdük… Gençlerin bir kısmı bekçinin düdüğünden tedirgin olmuştu tabii. Ortamda Azize Teyzemin oğlu Seyfi Abim, Abim Güven ve ben varız, biz üçümüz tedirgin olmadık kesinlikle… Az çok konuya vakıfız tabii ki… Düdük sesinin ardından sokağın köşesinden bekçi de gözüktü… Bekçi topluluğu görünce gözleri parladı, büyük ihtimalle içinden ‘oh oturttum şimdi bu gençleri’ diye geçirmiş olabilir lakin kalabalığa yaklaşınca amcamı fark etti… Bekçi amcanın gözlerindeki ferin söndüğünü gördüm o an… Birden gözlerine perde indi, yüzündeki bütün yaş çizgileri belirginleşti ve yine büyük ihtimalle içinden "ulan ne şanssız adamım ben" diye geçirdiğini tahmin ettim. Bekçi Amca kalabalığa yaklaşınca nasıl davranacağını bilememekle birlikte "Merhaba Kemal, ne oluyor burada" dedi. Amcam da "elinin körü oluyor, görmüyor musun gençler eğleniyor işte" dedi. Bu arada ayağa kalkmış meşhur hareketlerinden biri olan omuzlarını dikmiş, kafasını omuzlarının arasından ileriye doğru sürmüş, namlunun ağzındaki mermi görüntüsünü almıştı. Bu davranış şeklini aldığında karşısında kim olursa olsun, bir nevi "kafayı çakar oturturum" mesajını veriyordu…
Bazı zamanlar bizim eve geldiğinde, babamla beraber otururken, Koreli‘nin Masasından kalkar odanın duvarına yaklaşır, duvarı karşısına alır ve duvara yaklaşık ardı ardına ‘dan dan dan’ sesleri ile 20-30 kafa darbesi vururdu. O anlarda bizim çocuk aklımızı alırdı. Ne zaman ki babam amcamı sokak kapıdan savurarak dışarıya atardı, ondan sonra aklımız başımıza gelirdi, biz de bizim tanrımızın babamız olduğuna bir kez daha kanaat getirirdik.
Amcam bekçinin yanında dikilirken, bekçinin düşüncelerinin ne olduğunu tahmin etmek gerçekten çok zordu. Karakolun müdavimi amcam, haftanın hemen hemen her günü imzaya gitmesinin yanında çoğu zaman Bursa ‘da bıçağıyla atmış olduğu imzalardan dolayı da bulunabiliyordu karakolda… Onu ailelerinden daha fazla tanıyordu bekçiler, polisler, hâkimler, savcılar, gardiyanlar, mahkûmlar… Düşünün ki; bir ara Mehmet Ali Ağca ile bile koğuş arkadaşlığı yapmıştı amcam… Neyse, bekçi ile gerçekten hem alayvari hem de tahrik edici konuşmalar yapıyor, bekçi ise zavallı bir konumda, herhangi bir tasarrufta bulunamıyordu… Böyle bir manzara hoşuma gitmiyor tabii ki ama "deli deliyi görünce sopasını saklarmış" diye bir atasözümüz var ya… Benim, bekçinin deli olduğunu söylemek gibi bir davranış içinde olmam imkânsız. Sadece güçlerin savaşının yerel sonucuna işaret ediyorum…
Yani ne yapsın ki Bekçi Amca ?..
İsterim ki; bugün bekçilik uygulamasını tekrar canlandırmaya çalışanlar da okusun bu hikâyeyi… Kendilerine pay çıkarsınlar. Bugün iletişim daha hızlı, bu bir avantaj ama hiçbir iletişim aracı namludan çıkacak kurşun kadar hızlı olamaz diye düşünüyorum. Yazdığımızın tehdit olması imkânsız ama uyarıda bulunmak da insani olarak görev ve sorumluluğumuz dâhilinde diye düşünüyorum. Yoksa biz yaşadık, geldi geçti…
Şimdi sokağa girerken, tabi sokak eski sokak değil, Deli Necdet ve abisi Orhan Gencebay Yaşar‘ın evlerinin önünden giriyoruz. Anneleri, babaları vefat ettiler, çok oldu. Allah rahmet eylesin, mekânları cennet olsun. Babaları dindar, anneleri kara çarşaflıydı… Sorun giyim değil düşünce… İnsan ki; bunu ancak anlıyor, düşünce…
İki çocukları da bekâr kaldılar. İki kardeş yaşıyorlar. Evlerinde temizlik gerektirebilecek bütün eşyaları çöpe atıyorlar, her geçen gün tanık oluyorum evin önünden geçerken bu olaya…
Hayat devam ediyor… Onlar da yaşamak için direniyorlar…
Evlerinin önünden en son geçtiğim de açık olan camdan Orhan Gencebay ‘ın şarkısı duyuluyordu;
"Yazıklar olsun, yazıklar olsun,
Kaderin böylesine, yazıklar olsun.
Her şey karanlık, nerde insanlık,
Kula kulluk edene yazıklar olsun.
Batsın bu dünya, bitsin bu rüya,
Ağlatıp da gülene, yazıklar olsun.
Dolmamış çileler, yaşanmamış dertler,
Hasret çeken gönül, benim mi olsun…
Ben ne yaptım, kader sana,
Mahkûm etti, beni bana,
Her nefeste, bin sitem var,
Şikâyetim yaradana, şikâyetim yaradana.
Şaşıran sen mi yoksa ben miyim bilemedim,
Öyle bir dert verdin ki, kendime gelemedim,
Çıkmaz bir sokaktayım, yolumu bulamadım,
Of... Of... Of... Of... Of... Of... Of... Of..." diyordu Orhan Gencebay…
Keşke dolmaya gelmeyip de dediklerini, düşlediklerini yapabilseydi…
Necdet ile Yaşar ‘ın yaşadıkları hayat, Orhan Gencebay ‘ın akil adamlığının sonuç vermediğini gözler önüne seriyor bizler için… Ve yine Orhan Gencebay ‘ın bolluk içinde yaşamış olduğu şu an ki hayatta, Necdet ve Yaşar‘ın da hakları olduğunu düşündürüyor bizlere…
Bizim bütün hayatımız böyle enteresan karakterler arasında geçti işte.
Samimi olmakta fayda var, ben hala aynı sokakta yaşıyorum.
Şimdi kulaklarımda Orhan Gencebay ‘ın ‘Batsın Bu Dünya’ parçası çınlıyor…
Ne yazık ki; hiçbirimiz, hayatlarımıza sahip çıkmıyoruz ve biri gelip bizim sahip çıkmadığımız hayatlarımızı çalıyor… Bizler de mışıl mışıl uyuyoruz…
Oysa; zaman ki, bu gaflet uykusundan uyanma zamanıdır…
İlk önce kendi hayatımıza sahip çıkacağız daha sonra da Deli Necdet ve Orhan Gencebay Yaşar ‘ın hayatlarına sahip çıkacağız…
Hadi gelin onlardan çaldıklarınızı geri verin işbirlikçi ağalar, paşalar, yancılar, çarkçılar…
Bilin ki; hesap vakti geldiğinde, çaldıklarınız sizi her iki cihanda da kurtarmaz…
Bazılarına masal gibi gelebilir ama bir şey söylüyorum / söylüyoruz;
‘Kurtuluş yok tek başına,
Ya hep beraber, ya hiç birimiz..’
Güzel bir hikaye
Betimlemeleriniz de harika
Lakin Necdet bey ve Yaşar bey e sahip çıkması gerekenler ilk başta yakın komşuları ve akrabalarıdır yaşar beyin Gencebay hayranlığı Gencebayı ona borçlu kılmaz
Amcanız beyefendi Maltepe ceza evinde yatmış galiba...
Selam ederim