Washington mutabakatından tam yarım yüzyıl sonra batı Avrupa’nın önde gelen merkezlerinden birisi olan Berlin şehrinde ikinci bir toplumsal mutabakatın imzalanması küresel kapitalist sistemin yeniden halk kitlelerini kazanabilmek hedefi doğrultusunda adım atılmasını gösteren önemli bir adımdır. Washington mutabakatı ile başlatılan Neo-liberalizm yoluna girerek kendini kurtaran uluslararası kapitalist sistem, Washington antlaşması ile ortaya çıkarak kurumlaşmış ve yarım yüzyılı aşkın bir süre uygulamada kalarak evrensel sistemin üzerine oturduğu bir siyasal düzeni de gerçekleştirmiştir. İngilizler ile Amerikalıların Atlantik okyanusunun kuzey yarı küresinde adım attıkları geleceğin yapılanması sürecinde, Atlantik ittifakı ABD-İngiltere ortaklığı olarak öne çıkıyor ve NATO antlaşması imzalandıktan sonra alınan güvenlik önlemleri çizgisinde halk kitlelerini sisteme bağlı tutmak amacıyla, sermayeci bir açılım yerine bölgesel mutabakata taraf olan büyük devletler, savaş yıllarının getirdiği çöküş ve aşırı masrafları öne sürerek, yeni kurulmakta olan sistemin kendisini demokrasi cephesi ilan etmesi üzerine, halk için halktan yana bir ekonomi politikası siyasal gündeme getirilerek, savaş sonrası yıllarda uzun süren savaşlar altında kalıp ezilme tehlikesi çeken devletlerin ulusal tabanları, Washington antlaşması ile alınan temel ve genel kararlar doğrultusunda savaş sonrasında devreye giren soğuk savaş düzeninde hem savaş riskleri ile uğraşıldı hem de yeni bir dünya düzeni oluşturabilmenin çalışmaları yapıldı. Ne var ki, dünya savaşı sonrası soğuk savaş döneminde devletlerarası hegemonya mücadeleleri devam ettirildi ama gerçek anlamda yeni bir sisteme dayanan ve kuralları ile bir bütünsellik getiren bir uluslararası sistem, Sovyetler Birliği adını alan toplumcu karşı güç merkezi tarafından engel çıkaran alternatif sosyo-ekonomik yapılanma ile yeni bir sosyalist doğu bloku oluşturularak, gelmekte olan dünya düzeninin daha adil ve dengeli bir biçimde oluşturulmasına dikkat edilmiştir.
Washington konsensus’un getirmiş olduğu bir uzlaşma ortamı üzerinden savaş sonrası dünya sistemi kurulurken, merkezi güç konumunu ele geçiren ABD, kurulmakta olan kapitalist sistemin neo-liberal kurallar bütününden ortaya çıkan yeni bir yaklaşımı öne çıkarmıştır. Avrupa ülkelerinin kapitalist modellerinin yeterli olamadığı küresel yapılanma aşamasında ABD kaynaklı neo-liberalizm sermayenin fazlasıyla kollanmasını öne çıkardıkça, halk kitleleri güç durumlara sürüklenerek, açlık ve işsizlik çıkmazlarında bocalamaya başlamışlardır. Özelleştirme politikalarıyla her ülkenin önde gelen kamu ekonomik kuruluşları özelleştirilirken, yoksulluk çıkmazı içinde sürünüp giden halk tabanı bazen işsizliğe bazen de açlığa giden yollarda yalnız bırakılmışlardır. Bu yüzden neo-liberalizmin ekonomik reçeteleri bir türlü yeterli olmamış, toplumlar giderek zenginler ve yoksullar ayırımı kıskacında boğulmaya başlamıştır. Devletlerarası rekabet düzeni içinde göreve gelen hükümetler neo-liberalizm çıkmazından kurtulamamışlardır. Devletçi bir ekonomiyi reddederek buna karşı çıkan neo-liberaller, bütün dünyayı bir şirketler ortaklığı tarafından yönetilen küresel bir ekonomik devlet olarak görmeye başlamışlardır. Devlet ve ekonomi ilişkilerinin giderek sorunlu hale gelmesiyle birlikte neo-liberal çevrelerin hegemonyası artmış ve hükümetlerin belirli gruplar arasında paylaştırdığı devlet gelirleri toplum içinde ciddi eşitsizlikler yaratmış ve bu nedenle de haksızlık giderek artarak adil olmayan bir yeni ortama doğru insanlığı sürüklemiştir. Savaş sonrası dönemde yükselen neoliberalizm, önce yükselerek demokratik toplum yapılarını etkilemiş, iki binli yıllara gelindiği aşamada ise neo-liberalizmin küçülttüğü mikro devletler öne çıkmaya başlamış ve halk kitleleri perişan duruma düşmüşlerdir.
Herkese daha iyi bir yaşam, iş ve çalışma düzeni getireceğini vaad eden neo-liberalizm başta batının önde gelen devletleri ve bu sisteme yakın duran diğer ülkeleri sistem içinde çökerterek, daha iyi bir dünya vaadi ile yarım yüzyıl uyuttuğu dünya devletleri ve halklarını gene eskisi gibi istismar etmeye yönelirken, aradan geçen yüz yıllık bir zaman dilimi içinde sömürgecilik bütün dünya kıtaları üzerinde batının önde gelen devletlerinin zorlamalarıyla yaygınlık kazanmıştır. Batı dünyasındaki normal yaşamı dengelemek üzere sosyalist düzenin devreye girmesine çalışılmış ama din, etnik köken ve kültürel kimlik gibi belirsiz ve çözümsüz durumlar yüzünden dünya toplumları parçalanmaya başlamıştır. Yirminci yüzyıla girerken var olan yirmi imparatorluk kendi içinde paramparça olarak belirli ülke ve bölgelerdeki halk topluluklarının üzerinde oturdukları aynı topraklar, ortak devlet çatısı, ortak pazar ve yaşam düzeni üzerinden sahip olunan birlikteliklerin devreye girmeleriyle birlikte kişiler, aileler, sülaleler ve de hanedanlar birlikte ortaya çıkarak, belirli bir zaman dilimi içinde yaşanılan bölge ve çevreler üzerinde belirli güç hegemonyasına sahip olabilmişlerdir. Bu tür köken ayrılıklarının çok kültürlü toplum yapılanmaları içinde birlik ve bütünlüğü bozdukları görülmektedir. Batı tipi demokrasilerde etnik köken ve dinsel inanç ayrılıkları fazlasıyla toplumsal yapıları bozduğu ve zamanla, belirli bölgelerde küçük devlet yapılanmalarını öne çıkararak, bütün dünya ülkelerinde sosyal ve siyasal anlamda dağılmalara giden yolları açmaktadır. Toplumların ve devletlerin kuruluşunda bu tür alt kimlik oluşumları çözülmesi gereken sosyal ve siyasal sorunları genelde öne çıkarmaktadırlar. Devlet içindeki siyasal kadrolaşmalarda alt kimliklerin kullanılmaya başlanması ile nepotizm adı verilen akrabalıklar ve alt kimlik birliktelikleri üzerinden sömürge devletlerinin yönetimleri bir başka görünümlü sorunlar da yumağı olarak öne çıkarabilmektedir. Köylerden ya da kırsal kesimden gelen küçük toplulukların uluslaşmaya direnmelerinin altında yatan ana nedenler, sonu nepotizme giden sosyal parçalanma ve çürüklükleri göstermektedir.
Bugün içine girilen yeni dönemde insanlığın yaşadığı on bin yıllık bir ortak geçmiş incelenirken, uluslararası yapılanmayı ABD üzerinden Atlantikçiler, Washington uzlaşması ile tüm dünyaya yayarken, Almanya’nın önderliğinde yayılan Berlin bildirgesi milli devletleri ve milliyetçi kesimlerin savunmasını yaparak ve emperyalist saldırılara ve müdahalelere karşı çıkarak, uluslararası alanda Avrupa-Atlantik ya da ulusal-uluslararası gruplaşmalarla bir yakınlık içine geldikleri önlenmektedir. Batı ülkelerinden başlayarak bütün ülkelere yayılan ekonomik dengesizlik ve krizler, devletleri ele geçirmiş olan siyasal kadrolar tarafından ekonomik zorbalık yönetimlerine doğru milyonlarca insanın yaşadığı büyük ülkelerde önce eşitlik ortadan kaldırılmakta, daha sonraki aşamada da gruplaşmalar öne gelince etnik, dinsel, kültürel alt kimlikler toplum için bölücü ve yıkıcı girişimler birbiri ardı sıra gündeme gelmektedir. Vergide adalet, insanca ücret, sosyal adalet ve toplum barışı gibi temel hak ve özgürlük sorunlarının çözümü için bir araya gelen siyasal partiler ile birlikte tüm meslek örgütleriyle birlikte sendikalar ve sivil toplum kuruluşlarının ortak miting ve eylem programlarına yönelmeleri, çözüm üretmeyen iktidar ve muhalefet partilerine karşı, halk kitlelerinin toplumsal direniş atakları olarak siyasal gündemi dengelemek üzere belirli bir program çerçevesinde uygulamalara başlanmıştır. Türkiye’deki bu gelişmeler başta Avrupa Birliği üyesi olan ülkeler ile diğer Asya-Afrika devletleri tarafından da paylaşılmaktadır. Halk kitlelerinin geleceği güvence altına alınmadan halklar yeniden kazanılamaz. On milyar nüfus ile on bin yıllık insanlık tarihi karşılaştırılmalıdır.
Devletlerin vatandaşlarını karşılarına almaları ile kendi vatandaşlarının bir araya gelmesinden oluşan ulusal toplum ile yakınlaşması sosyal barış ve siyasal adalet ile sürekli barış ortamı isteyen genç ve dinamik toplum kesimlerini, birlikte düşünerek ve değerlendirerek adım atılması, üzerinde yaşanılan dünya gezegeninin geleceğinin güvence altına alınması açısından fazlasıyla önem taşımaktadır. Halk kitleleri işsizlik ve açlık çıkmazından kurtulabilmek için çeşitli girişimlerde bulunurken, sendika ya da meslek kuruluşu üyesi olan aydın, emekçi, bürokrat ve işçilerin, siyasal partilerin şimdiye kadar gerçekleştiremediği toplumsal muhalefeti yerine getirmek üzere harekete geçtikleri görülmektedir. Devletlerin ve siyasal partilerin halk kitlelerinden giderek uzaklaştığı bir dönemde, bütün çalışan sınıflar ve toplum kesimlerinin, yeni dönemde öne çıkarak anayasa, yasa ve insan hakları bildirgelerinde var olan temel hak ve özgürlüklerini, daha da etkili bir biçimde dile getirilerek yükselen mücadelelerin en üst noktasına kadar tırmandırmaları gerektiği, Avrupa’nın medeni ülkelerinde görüldüğü gibi tam anlamıyla bir insan hakları örgütlenmesi olarak, siyasal gündemdeki yerlerini alacaktır. Ekonomik krizler inişli çıkışlı yapıları ile her zaman için ülkelerin istikrarı açısından fazlasıyla devletleri ve hükümetleri uğraştırabilmektedir. Devletlerin kamu çalışanlarına diğer ülkelere paralel bir çizgide ödemeler yapabilmesi, ancak ve ancak denk bütçe uygulamaları ile mümkün olabilmektedir. İşçi sınıfının önderliği gibi farklı yaklaşımlar geçen yüzyılda yaşanan siyasal gelişmeler ile geride kalırken, çalışanların sendikalar ve ortak meslek örgütleri aracılığı ile topluca meydanlara inmeleri ve bu gibi eylemleri daha sonraki aşamalar da siyasal boşluk bulunan yerlerde toplumun birer neferi gibi mücadele etmeleri kaçınılamaz bir yurt görevi olarak öne çıkmaktadır.
Dünyada yaşanmakta olan hareketlilik düzeninde bütün devletler öne çıkarak, sahip oldukları olanaklar ve güç şemsiyesi altında toplanarak geleceğe dönük bir var olma mücadelesine girişecekleri gibi bir beklenti, giderek bütün toplum kesimlerinde ve meslek kuruluşları ile birlikte bazı siyasal çevreler ve de partilerde öncelik kazanmaktadır. Çalışanların ve tüm emekçi kesimlerin temsilcilerinden oluşan geniş halk kitlelerinin geçmişten bugüne kazanılmış olan haklarına bütünüyle mücadelelerin desteği ile sahip çıkacakları günlerin önümüzdeki süreç içinde gündeme geleceği ve yeni dönemde gündeme geldiği gibi yıllarca sürdürülmüş olan her türlü hak ve özgürlük mücadelelerine önümüzdeki dönemlerde saygı gösterilerek hareket edildiği zaman, batı tipi demokrasilerin boş bir masal olmadığı, anayasa ve yasalarda belirtilen hak ve özgürlüklerin gelecekte devlet ve sivil toplum kuruluşlarının dayanışmalarıyla birlik içinde mücadele kavramı yeni dönemin önde gelen bir açıklaması olarak kabul edilecektir.
Avrupa ile Asya kıtaları arasında yer alan bir merkezi ülke olarak Türkiye Cumhuriyeti yeni dönemde önemli misyonlar ile karşı karşıya kalacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisinden beklenen bugünkü misyonu, bir merkezi devlet olarak bütün merkezi güçleri başkent Ankara’da bir araya getirmektir. Türk devleti eski Osmanlı imparatorluğu arazisi üzerinde çağdaş bir cumhuriyet devleti olarak, dünyanın merkezini yeni bir güç merkezine dönüştürmek zorundadır. Türkiye yeni dönemde önceden sırtını döndüğü Türk halkını yeniden kazanabilmek üzere, yüzünü Türkiye’nin her yanında yaşam mücadelesi veren Türk insanına ve ulusuna acilen dönmek zorundadır. Türk halkını Türk devletinin kucaklamasıyla, bir büyük Türk gücü yeniden dünya merkezinin en güçlü otoritesi olacak ve bütün Türk devletlerini yönlendirecektir.
.....
Yazarın tüm yazıları için tıklayınız
.....