Türk Mehmet veya Ayça, aydın olma gayretinde bir vatandaştır. Ülkesine bağlıdır, vatanını sever. Bununla beraber kendi vicdanınca ölçüp biçip tarttığı haksızlıklar karşısında da rahatsızdır. İnsanın insanı ezmesi, parayı bulanın her kapıyı rahatça açması, ülkenin yarısı açlık sınırının altında yaşarken kimilerinin milyon dolarlarla oynaması onu rahatsız eder.

Sosyalist olmak ister Türk Mehmet ya da Ayça.

Onun tek istediği, gelir dağılımının yarattığı uçurumların olabildiğince uçurum olmaktan çıkmasıdır. Ülkenin zenginlerinin üretime değil de mal alıp satmaya dayanan çarklarına tüküresi gelir hep. O zenginlerin er ya da geç “emperyal uluslararası sermayeye eklemlenmesi” canını yakar.

Bu duygularla meyleder sosyalist oldukları iddia edilen gruplara. Asisi olmuştur bu lanet düzenin. Her eylemde en çok duyduğu slogandır artık. “Faşizme karşı omuz omuza!”

Yola çıkma sebeplerini göz önüne aldığında, önceleri anlam veremez buna. “Ne alaka?” der içinden.

Sonra düşünür: Faşizmden kasıt, ülkeyi diktatörce yönetmekse, rejimin rengi ya da yaftası ne olursa olsun; her yönetim “faşist” olabilir. Her faşist yönetim de gücünü “güçlülerden” alır ve bu “güçlüler de” genelde “paranın sahipleridir.”

Eğer kastedilen “etnikçilik” ise o açıdan da haklıdırlar. Zira ülkesinin doğusunda halkı sömüren derebeyleri, ezdikleri halkı “devlet kurarak” daha da ezmek için “etnik ve dinsel tabanlı” bir ayrımcılığa girişmiş, bu ihtirasın kökleri Osmanlı’nın yıkılış günlerine kadar dayanıp 80’lerin başlarından itibaren on binlerce kişinin canına mal olmuştur.

“Herhalde bu etnik ayrımcı derebeylerinden bahsediyorlar” diye daha bir gür haykırır.

Heyhat! O da ne? Girdiği hemen hemen her “sosyalist mecliste”, onu rahatsız eden konulara hiç girilmediği gibi “Türk’e sövmenin dışında” bir söylem de göremez. Atatürk’ün “gardırop devrimcisi” olarak anılması içini acıtır.

Bu noktada da iki şey bekler Türk Mehmet ya da Ayça’yı. Ya Türk olmaktan vazgeçerek “koroya” katılır; ya da sosyalizm ile arasına mesafe koyup başlangıç noktasından uzaklaşır. Her halükârda rahatsızlıkları deva bulmayan bir yara gibi canını yakmaya devam eder.

***

İslamcı ya da genel jargonuyla şeriatçı olmak ister Türk Mehmet ya da Ayça.

Dünyaya o pencereden bakarak huzur bulmak ister. Hayatın girift bilmecesini, inancın kendinden emin duruşunda aramaya niyetlenir.

Kur’an dışında “kaynak” olarak sunulan ne varsa okur. Çünkü ülkedeki “dinî düzen” kendisine sürekli “sen alim misin ki Kur’an’ı anlayacaksın; elbette ki alimleri okuyarak, bir şeyhin müridi olarak yolunu aydınlatacaksın, aklını asla kullanmayacaksın, sorgulamayacaksın” dediği için Kur’an-ı Kerim onun hayatında “duvar süsünden öteye” geçemez.  Çeşitli dinî grupların “sohbet” adı altında yaptıkları propaganda (aslında beyin yıkama) toplantılarına katılır.

Okuduğu hemen hemen her “kaynakta (!)”, dinlediği her sohbette, girdiği her cemaat ve tarikat ortamında “açık ya da gizli” verilen tek mesaj şudur.

“Atatürk, dindarlara zulmeden bir dinsizdir; onun kurduğu bu cumhuriyet kâfirdir! İslam’da kavmiyetçilik yoktur, Türk olduğunuzu asla söylemeyiniz. Hatta Türk olmak, utanılası bir şeydir.”

Bu mesajı alan Türk Mehmet ya da Ayça’nın kafası hayli karışır. Çünkü “İslam’da kavmiyetçilik yoktur” diyen insanların kendilerini “etnik kimlikleri ile” tanımlayıp Türklüğe saldırmalarına takılır aklı önce.

Devamında da Kur’an-ı Kerim’i genç Cumhuriyet’in ilk yıllarında (1926) ilk defa Elmalılı Hamdi Yazır’a tefsir ettiren M. Kemal’in dinsiz bir zalim olarak yaftalanmaya çalışılmasına şaşırır.

Türk Mehmet ya da Ayça dünyayı gezmeye, görmeye başlar sonra. Mesela Makedonya’yı gezip incelerken, “hem de Türk köylerinde” görev yapan Arnavut hocaların sürekli benzer propagandayı yapmalarını mantığına sığdıramaz. Zira aynı hocaların, yaşadığı dönemde “dinsizliği” bir sistem olarak ortaya koyan ve dini yasaklayan “Enver Hoca” hakkında tek kelime etmeyip aksine onu övmeleri garibine gider mesela.

Bu noktada da iki şey bekler Türk Mehmet ya da Ayça’yı. Ya Türk olmaktan vazgeçerek “koroya” katılır; ya da din ile arasına mesafe koyup başlangıç noktasından uzaklaşır. Her halükârda rahatsızlıkları deva bulmayan bir yara gibi canını yakmaya devam eder.

Peki, sonuç ne?

Çevrenize şöyle bir bakın! Hatırı sayılır miktarda Türk Mehmet ya da Ayça göreceksiniz. Bunların “koroya katılanlarının” bir kısmının kendilerini “Sosyalist Türkiyeliler (!)”, diğer bir kısmınınsa “Müslüman Demokrat Türkiyeliler (!)” olarak tanımladıklarını görmek, sanırım bir şeyleri anlatmaya yetiyordur. 

Sözde milliyetçilerle beraber dillendirilen “Türkiye Yüzyılı” söylemi de “Türk” diyemeyenlerin yaptıklarının üzerine diktikleri tüydür. 

İdeoloji dediğimiz şey, içeriği ne olursa olsun, Türkiye’de, emperyalizm ve onun maşası din olmuş ideolojik, ideoloji olmuş dini ve etnik hareketler için bir “vasıta” olduğu müddetçe “iyiliğe, güzelliğe, huzur ve mutluluğa” kapı aralanmayacağı hazin bir gerçekse de…

Türk aydınının elmalarla armutların karıştırılmayacağı rasyonel bir yol bulma gereği, gün kadar ortadadır.

En azından Türkiye Cumhuriyeti, 100. yaşını kutlarken!

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Aytaç Yıldız Bozkurt 1 yıl önce

Yine işte bu dedirten bir yazı. Genç bir kalemden olması daha da güzel. Kalemin yüreğin var olsun.

Misafir Avatar
Alper Şirvan 1 yıl önce @Aytaç Yıldız Bozkurt

Çok teşekkür ederim Aytaç hocam.

Beğenmedim! (0)
Avatar
ali kaybal 1 yıl önce

Yüreğinize sağlık, Türküm diyen titreyip kendine dönmeli artık.

Misafir Avatar
Alper Şirvan 1 yıl önce @ali kaybal

Teşekkür ederim Ali Bey, umarım öyle olur.

Beğenmedim! (0)