“NAMAZ (SALÂT) MÜMİNİN MİRACIDIR [1]”
Kılmamak DARAĞACI DEĞİLDİR
Hilmi Özden [2]
Günümüzde yeryüzünde ve Türkiye’de yetişmiş çok değerli İslâmî ilimlerde öğretim üyeleri bulunmaktadır. İslam’da tecdit hareketinin öncü isimlerine saygılarımızı unutmayarak; üstatlar (imamlar) adına tarihî donduranlara zamanı, mekânı, imkânları, insanlığı, bilimsel gelişmeleri hatırlatarak akl-ı selime davet etmek gerekmektedir. Bu girişten sonra söz Türkçenin üstadı Gönül (akıl) insanı Yunus Emre ile sürdürülmelidir:
“Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil
Hani erenler geldi geçti bunlar yurdu kaldı göçtü
Pervaz urup Hakk'a uçtu Hüma kuşudur kaz değil
Yol oldur ki doğru vara göz oldur ki Hakk'ı göre
Er oldur alçakta dura yüceden bakan göz değil
Doğru yola gittin ise er eteğin tuttun ise
Bir hayır da ettin ise birine bindir az değil
Yunus bu sözleri çatar sanki balı yağa katar
Halka mata'ların satar yükü gevherdir tuz değil [3]”
...
Pervaz urmak : Uçmak, kanatlanma
Hüma kuşu : Efsanevi bir Kuş bir eşya
Mata, meta (a) : Mal, mülk,
...
GÜNDEM: https://www.youtube.com/watch?v=uleGQri1vQI
Ebubekir Sifil'in bir videosunun sosyal medyada yer işgal etmesi üzerine bu satırlar kaleme alınmıştır. Dini ibadetini ihmal edenlerin cezalandırılacağına dair iddialar zaman zaman gündeme getiriliyor. Ebubekir Sifil, namaz kılmayanların taziren öldürülebileceğini mezhep imamlarının yahut ekollerinin görüşünden hareketle söylediği ifade edilmiştir.
Tazir ne demek TDK?
Tâzir; lügatte azarlama, aşağılama, tahkir gibi anlamlara gelir, fıkıh terminolojisinde fâsıklık olarak nitelendirilen, küçük günahların sürekli işlenmesi ya da daha büyük cezayı gerektirmeyen büyük günahlara belirli bir sınırı ve ölçüsü olmadan, hâkim takdiri ile verilen cezaların adıdır.
Türkiye Cumhuriyeti laik demokratik bir devlettir. Dolayısıyla bin yıl öncesinin şeriat normlarının uygulanması mümkün değildir. Ancak Ebubekir Sifil yukarıdaki linkte söylediği: “İslamî esaslarda bu uygulamalar ancak insanların gönüllü bir şekilde benimsediği toplumlarda uygulanır. Bugünkü toplumda uygulanmaz” diye de eklemektedir. EbuBekir Sifil gibi bazı araştırmacıların tarihi meşgul etmiş şer’i konuları olduğu gibi bugüne aktarmaları büyük bir yanılgıdır. Konuşma linkinde geçtiği üzere ayetlerde olmayan bir hüküm üzerinden Osmanlı’da dahi uygulanmamış bir cezayı günümüze taşımak bir anlam ifade etmemektedir. Genelde Ahmet bin Hanbel, İmam Şafi, İmam Malik üzerinden bu görüşleri açıklamaktır. Ebu Hanife üzerinden net ifadeler kullanmasa da Hanefî ekol temsilcilerin tazir cezasından bahsedilmektedir. Hadislerin bazılarının sahihliği hususu ise kendisinin de kabul ettiği gibi hâlâ İslâm dünyasında büyük bir meseledir. Hatta namaz kılmayanın küfrü konusundaki mevzu (uydurma) hadisi ünlü İslâm düşünürlerinden Gazzali’nin(1058-1111) bile kullandığını düşünürsek olayın vahameti daha net anlaşılabilecektir:
İmam Gazzali, İhyay-ı Ulumiddin isimli eserinde bir hadiste Peygamber Efendimiz: “Kasden namazı terkeden kafir olur” buyururlar [4]” diyebilmektedir. Fakat bazı İslam alimleri İhyay-ı Ulumiddin isimli eserdeki hadis diye sunulan bilgilere temkinli yaklaşmışlardır. Gazzalinin bu mevzu hadisten sonra yaptığı şu açıklamayı “Yani düğümünün çözülmesi ve direğinin yıkılmasıyla imandan sıyrılıp küfre yaklaştı demektir. Bu ifade bir memlekete yaklaşan kimse için artık gitti ve oraya girdi, dediğimiz gibidir. Yani düğümünün çözülmesi ve direğinin yıkılmasıyla imandan sıyrılıp küfre yaklaştı demektir. Bu ifade bir memlekete yaklaşan kimse için artık gitti ve oraya girdi, dediğimiz gibidir” eklemesini İhyayı Ulumiddin’in mütercimi Ahmed Serdaroğlu “Biz Hanefilere göre bunun tevili, farziyyetini münkir (farz olduğunu inkâr eden) olarak kasden namaz kılmayan kâfir olur demektir. Yoksa farz olduğunu kabul ederek tembellik saikasıyla namazını kılamayanlar tekfir edilemez” cümlesiyle (Mütercim) telafi etmeye çalışmaktadır. Bununla beraber Gazzali Peygamber hadis veya sünnetini Kur’an’ı açıklama aracı olarak kullanmakta Kur’an’la eş değer tutmamaktadır:
Yaşar Nuri Öztürk, İslam Nasıl Yozlaştırıldı isimli eserinde açıkladığına göre Gazzali’nin bu hassas konuda görüşü nettir: “Bil ki, bakışımızı iyice derinleştirdiğimizde görürüz ki, dinsel hükümlerin esas kaynağı bir tanedir: Allah’ın sözü yani Kur’an.. Resulün sözü ne hükümdür ne de mülzim (bağlayıcı-yükümlülük altına sokucu-mecbur edici-), hüküm Allah’ındır. Ancak Allah’ın hükmünü ortaya çıkaran bir gösterici (muzhir) lazımdır ki işte bu, Peygamberin sözüdür. Gösteren söz de yalnız bu sözdür.. Mülzim sebep ise tekdir ve o da Allah’ın hükmüdür. Resul, mülzim ve hâkim değil sadece Allah’tan haber getiren (muhbir anillah) aracıdır” [5].
Fakat Nizamü’l Mülk’ün kurduğu Nizamiye medreselerinde 34 yaşında müderris olmuş ve baş müderrisliğe yükselmiş Gazzali felsefeye olan tutumu yüzünden İçtihad kapısının kapanmasına sebep olmuştur. Bugün bile hâlâ İslam dünyasının iftihar ettiği Farabi ve İbn-i Sina’yı küfürle itham etmiştir. Fazlur Rahman, İslamî Metodoloji Sorunu isimli eserinde bu konuyu şöyle özetlemektedir: Bir Farabi ya da bir İbni Sina bazı noktalarda Kelam’a tecavüzde bulunmuş ve Kur’an’ı yorumlama da ifrata düşmüşse, Ehl-i Sünnet de Gazzali’nin ve ondan sonra gelenlerin şahıslarında tüm felsefeyi ve onun zorunlu âleti, insan aklını kınamak suretiyle bizzat kendi varlığı da dahil olmak üzere insanlığa tecavüzde bulunmuştır…Ehl-i sünnet, Gazzali’nin felsefeye saldırısından sonra onu (felsefeyi) tamamen yasaklamış ve böylece ona daha fazla gelişme imkanı tanımamış, daha doğrusu gelişmesi için gerekli şartları yok etmiştir [6].
Yukarıdaki linkte EbuBekir Sifil ise Gazzali’den ziyade İmam Ahmed Bin Hanbel, İmam Şafi ve İmam Malik gibi mezhep kurucusu isimlerin görüşlerini temel almaktadır. Fakat konuşmasında İmamların görüşlerini sorgulamadan nakl etmesinde EbuBekir Sifil’in unuttuğu namaz’ın (bilinen anlamdaki) kılınması veya terki Allah ile kulun arasındaki bağla ilgilidir. Bu noktada hiçbir kimse (Mezhep İmamları da dâhil) bir diğerinin imanını yahut ibadetini sorgulamakla yetkili değildir. Aksi halde Allah ile kul arasına girilmiş olur. Bu hak Peygamberlere bile verilmemiştir. “Biz ona şah damarından daha yakınız” ayeti (Kâf/16) bunu anlatmaktadır. Dolayısıyla şahsi ibadetlerin terki durumunda tazir cezası veya Ebubekir Sifil’in dediği “tazir cezası geniş bir yelpazeyi kapsar” ifadesi söz konusu olmamaktadır. Emevilerden başlayarak tarihî uygulamalarda ahiretle ilgili ibadetlere fıkıh başlığı açılmasının dinî ve aklî delilleri olmadığı gibi bu fıkhın konusu da değildir. Uygulama dediğimiz ibadetlerde insanları bilgilendirmek açısından ancak yardımcı olunur. Namazın terki konusunun karşılığı rahmeti azabından büyük olan Allah’ın kudretine ve affına dâhildir. Kısaca o yetki mezhep imamlarının veya ekollerin sözlerine değil Cenab-ı Allah’a aittir.
Fıkıh’ın dünya işleri ile ilgili bölümünde ise münakahat (aile hukuku) muamelat (borçlar hukuku) ve ukubat (ceza hukuku) olmak üzere alt başlıkları bulunmaktadır. İslâm hukuku (fıkıh) salt sadece Medine’de Peygamber efendimizin uygulamaları değil zamanla başka uygarlık ve imparatorlukların birikimleri ile şekillenmiştir. Bu çerçeveden baktığımızda Allah ve kul arasındaki ibadet, dünya işlerinden biri olan ceza hukuku ile birleştirildiğinde ortaya kendilerini selefî olarak tanımlayan IŞİD (DAEŞ)(Irak Şam İslam Devleti), Taliban, El-Kaide gibi acımasız terör örgütleri hatta Suidi Arabistan gibi vahhabi devletler çıkabilmektedir. EbuBekir Sifil, DAEŞ, Taliban gibi terör örgütlerine dikkat çekmesine rağmen sözlerindeki anakronizm (tarih yanılgısı) ile toplumda infiale sebep olabilmektedir. Kendisine aşırı tepki gösterenler ile empati yapması halinde onları anlamaya ve mezhep ekolleri düşüncelerini muhasebeye çekmeye başlayacaktır. Çünkü konuşmasının ilerleyen dakikalarında içtihat kapısının kapanmadığını ve müçtehit olmanın ve içtihadın şartlarını ifade etmektedir.
Diğer taraftan unutulmaması gereken husus herhangi bir suç durumunda günümüzde ölüm cezasını ancak Türkiye Cumhuriyeti ceza hukuku ilkeleri içinde yetkililer değerlendirebilir. Bu cezayı hukuk devletinde devleti yöneten en üst makam bile verememektedir. Ancak bazı koşullarda cezaların hafifletilmesi için yetkilerini kullanabilir. Günümüzde birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de ölüm cezası da kaldırılmıştır.
Üstelik Türkiye şeriat devleti değildir. Bilindiği gibi din ile şeriat da farklıdır. Mesela insanlığın ilk ortaya çıktığından beri din: İslam’dır. Fakat şeriatler her dönemde değişir. Çünkü o kaynağa giden yol anlamına gelir ve çeşit çeşittir. Mesela Osmanlı Devleti hukuk alanında örf ağırlıklı olmak üzere İslamî verileri eklektik (seçici) olarak kullanmış bir uygulamayı tercih etmiştir. Osmanlı son dönem Ahmet Cevdet Paşa Başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanmış Hukuk kodeksi olan Mecelle’den şu örnekler verilebilir: Madde-17: Sıkıntı yeni çözümler kılar (Meşakkat teysiri celp eder), Madde 21: zorunluluklar, yapılamaz olanı yapılabilir kılar (Zaruretler memnu olan şeyleri mubah kılar). Madde 36: âdet belirleyicidir. (Âdet muhakkemdir). (Örf adet ve umumi itiyat yazılı olmayan özel kurallardan önce geldiği gibi yazılı olan genel kuralı da tefsir eder), Madde 37: Toplum başvurulması kaçınılmaz bir hukuk kaynağıdır (Nas’ın isti’mali bir hüccettir ki anınla amel vacip olur), Madde-38: âdet gereği mümkün olmayan gerçekten mümkün olmayan gibidir (Adeten mümteni olan şey hakikaten mümteni gibidir), Madde-39: Zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişmesi inkar olunamaz (Ezmanın tagayyürü ile ahkam’ın tagayyürü inkar olunamaz) [7]. Hz. Ömer’in muamelata (uygulamaya) ait gönlü ısındırılacaklara zekât verilmesi hususundaki ayeti devlet güçlendikten sonra tatbik etmemesi bilinmektedir. İmam Maturidi de bu olayı örnek vererek Kur’an’daki iman ve ibadet ayetlerinin dışında uygulamayla ilgili ayetlerde bu olayı örnek almaktadır.
20.yy’ın Müslüman entelektüellerinden Roger Garaudy İslâm ve İnsanlığın Geleceği isimli eserinde Şeriat Nedir? Sorusunu şu şekilde açıklamaktadır: Şeriat geleneksel olarak “İlahi Kanun” diye tercüme edilir. Şeriat, Kur’an’ın kanunla ilgili birkaç ayetinin basit lafzî (harfiyen) tatbiki gibi sınırlandırılmış tarzda yorumlandığında, netliğini kaybetmiş olur.
a. Şeriat kelimesi “Gelenekte” (Sünnette)vardır, fakat Kuran’da yer almaz.
b. Kuran’daki ifade (Maide, 48) “Şir’a’dır ki, etimolojik yönden “Su bulunan yere götüren yol” anlamına gelir
c. Bu kelimenin metin içindeki yeri anlamlıdır. Ayette, İsrailoğulları, peygamberlerinin Hz. İsa’nın ve Hz. Muhammed’inki gibi ilahi vahiylerin devamlılığı hatırlatılırken son vahyin önemi şöyle vurgulanır: “Sana da geçmiş kitapları tasdik eden ve onları muhafazası altına alan Kuran’ı hak ile indirdik” (Maide, 48)
Derken şu harikulade kısım gelir: “Sizden her birinize Şira’yı gösterdik”(Kaynağa giden yolu). Şeriat (Şir’a’nın anlamdaşıdır). Demek ki tarih dışı bir kanunun aşırı titizlikle uygulanışı olmadığı gibi bir baskı aracı da değildir [8]. Üstelik iman ve ibadet arasındaki önemli farkı en iyi anlayıp anlatan din âlimlerinden ikisi İmam-ı Azam Ebû Hanife ve İmam Maturidi’dir. Prof. Dr. Nadim Macit Türk Milliyetçiliği Kültürel Akıl, İçtihat ve Siyaset isimli eserinde bu hususu etraflıca incelemektedir: Her şeyden önce iman esaslarının bütün ilahi dinlerde ortak ve aynı olduğunu dile getiren Kur'an bunlar arasında istisna ve ayrım yapmayı İslam'ın dışına çıkmanın göstergesi sayar. İmam Azam Ebu Hanife "Peygamberlerin dini birdir." önermesini şöyle açıklar: Allah'ın elçileri muhtelif dinlere mensup değillerdi. Hiçbiri kendi kavmine, kendisinden önce gelmiş olan resulün dinini terk etmeyi emretmemiştir. Çünkü peygamberlerin dini birdir. Buna mukabil her resul kendi şeriatine davet etmiş, kendinden önceki Resülün şeriatine uymaktan nehyetmiştir. Çünkü resüllerin şeriatları çoktur ve muhteliftir. Bundan dolayı Allah Kur'an'ı Kerim'de "Sizin her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı. (Maide 5: 48) buyurmuştur. Allah bütün peygamberlere tevhidi telkin etmelerini ve bu noktada en küçük sapmadan sakınmalarını emretmiştir. "O size, dinden Nuh'a emrettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya emrettiğimizi; dini doğru tutun ve ondan ayrılığa düşmeyin diye, kanun yaptı [9]." (Şura:/13) Demek ki din; değişmemiştir. Fakat şeriatler (yollar, sosyal hayata dönük ameli uygulamalar) değişmiştir [10]. Birçok emir vardır ki Allah onların yapılmasını bir topluma emrettiği halde diğer topluma onları işlemekten nehyetmiştir. Eğer Allah'ın bütün emrettiklerini yapmak ve bütün nehyettiklerinden kaçınmak din olsa idi; bu durumda Allah'ın emrettiklerinden herhangi birini terk eden yahut nehyettiklerinden herhangi bir şeyi işleyen kimse Allah'ın dinini terk etmiş, kafir olmuş olurdu. Eğer farz kılınan şeyler bizatihi iman olsaydı, Allah o amelleri işleyinceye kadar kullarını mümin olarak isimlendirmezdi. “İman eden kullarıma söyle, namazı dosdoğru kılsınlar.” (İbrahim 14: 31) ayetinde olduğu gibi, namaz dosdoğru kılmadan önce onlar mümin olarak adlandırılmaktadır. Demek ki müminler, imanlarından dolayı namazı kılar, oruç tutar, zekat verir, hacceder ve Allah'ı anarlar. Yoksa namaz, zekat, oruç ve haccetmekten dolayı iman etmiş olmazlar. Bu onların iman ettikten sonra amel işleme durumlarını ortaya koyar [11]. Görüldüğü üzere İslam; her ne kadar peygamberler arasında derece farkını vurgulasa da (Bakara, 2/253) onların tümüne iman etme noktasında ve ilahi kitaplar arasında ayrım yapmaz. Nitekim Kur'an şöyle der: "Elçi, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, müminler de. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti. Ve dediler ki: Allah'ın elçilerinden hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz." (Bakara, 2/285). Bu metinde anlamı belirleyen unsur; vahiy ve nübüvvet kurumunun aynı, ortak ve evrensel olduğu gerçeğidir. Bu durum açıkça göstermektedir ki İslam'ın dışına çıkmak bazı farzları terk etmekle değil, inkar etmek ve doğrudan din kapsamına giren bir esası kabul etmemek yoluyla gerçekleşir. Nitekim Allah'ı bilen ve fakat Hz. Muhammed'i inkâr eden kimse İslam'ın dışına çıkar. İslam, kelime olarak güvenlikte olmak anlamına gelir. İki taraftan her birinin diğerinden zarar görmeyeceği konusunda güvencede olması/birbirinden emin olmasını ifade eder. İmanın zirvesini ifade eden bu durumun, iki yönü bulunmaktadır.
Birinci Yönü: İmandan daha üst derecede bir durumu ifade eder. Bu durum dille ifadenin yanı sıra kalpte inancın yerleşmesini, inanca uygun fiillerin işlenmesini, dahası hükmettiği ve takdir ettiği her hususta Allah'a teslim olmayı gerektirir. Bu yönüyle İslam; samimi olarak Allah'a teslim olmak, yani ihlâsla Allah'a bağlanmaktır. İslam kelimesi bazı ayetlerde bu anlamda kullanılmaktadır. "Rabbi ona; "İslam" ol demişti. Alemlerin Rabb'ine teslim oldum, dedi." (Bakara, 2/131) " Seninle tartışmaya girişirlerse de ki: Ben özümü Allah'a teslim ettim." (Al-i İmran, 3/20) " Evet, gerçekten her kim benliğini Allah'a teslim eder ve iyilik yapanlardan olursa Rabbi katında mükafatını görecektir ve böyleleri ne korkacak ne de üzülecektir." (Bakara, 2/112) "Beni Müslüman olarak vefat ettir." (Yusuf l2/101) Görüldüğü üzere İslam'ın ilk anlamı: Kişinin bütün benliğiyle Allah'a teslim olmasıdır. Bu ise ancak zihni ve ameli duyarlılıkla gerçekleşir. Kur'an dilinde bunun adı ihlâstır. İslam'a göre kurtuluş kimsenin tekelinde değildir. Hıristiyanlığa göre ise “bir Hıristiyan dünyaya geldiğinde onun hayatı ve hatta ibadet etme imkânı papaz ile özdeşleşir. Çünkü ruhaniler Tanrı'nın yeryüzündeki vekilleridir. Kilise ise Tanrı'nın bedenidir. Bu nedenle kurtuluş ruhaniler ve kilise aracılığıyla mümkündür”. İslam, böyle bir vesayeti insanın üzerinden kaldırmıştır. İslam kurtuluşu iman ve amele bağlamıştır. Bu nedenle yalnız Allah'a teslim olması gerekir. Hiçbir ruhanî şirkete, ruhaniler cemiyetine, üçüncü tip dindarlığın muhayyel ve uydurma kılavuzlarına uymak zorunda değildir. Tarihi tecrübenin dili olan Ahmed Cevdet Paşa'ya atıf yaparak söylersek: Diyanet Allah ile kulları arasında bir keyfiyettir [12]. Kurtuluş kimsenin tekelinde değildir. Allah'ın birliğini kavrayan ve onun iradesine teslim olan herkese açıktır. Bu nedenle günümüzde üretilen dini etiketli birçok psikolojik maskenin kendisine atfettiği bu sahte yetki İslam'ın değil, Hıristiyan kültürün etkisidir. Meselenin bu yönü çok önemlidir ve dikkat edilmesi gereken bir konudur.
İkinci Yönü: İslam kavramı; imandan daha alt derecede bir durumu ifade eder. Bu dil ile inandığını ifade etmektir. Bu ifadeyle kişi dokunulmazlık kazanır. Ancak kalpte imanın bulunması da bulunmaması da muhtemeldir [13]."Bedeviler, 'biz iman ettik.' dediler. De ki: 'Siz iman etmediniz, fakat teslim olduk.' deyin." (Hucürat, 49/14) Bu anlamın daha geniş ifadesi şöyledir: " .. .İslam olduktan sonra inkar ettiler. .. " (Tevbe, 9/74) Yani İslam'ı kabul etmelerinin ardından inkâr ettiler. Kasıtlı bir tutumun, ameli boyutta tavır bunalımına denk düşen bu tutumun din dilindeki adı nifaktır. Gerek uydurdukları batıl inançlar gerekse farklı amaç ve ilgilerle yola çıkarak önce kabul ettik deyip ardından inkâr edenleri ve yahut da "güce ve çıkara teslim olarak benliğine ihanet edenleri" anlatan Kuran bize şu mesajı vermektedir: İman ve amelleri arasında denge kuramayan, yani hikmete ulaşamayan birey ve toplum iflah olmaz. Bu nedenle insanımızı kendi inançlarına ve değerlerine karşı yabancılaştıran her yönlendirme politikası, tavır bunalımının ve arka plandaki bir hesabın ürünüdür.
İslam; iyiye ve güzel teslim olmak ve bunları üzerinde topladıktan sonra diğerlerine iletmektir. Diğer bir deyişle barışın, güvenin, huzurun ve mutluluğun zeminini oluşturmaktır. Barışın ve güvenin imkânını ortaya koyan İslam; tefeciliği, irtikâbı, haksız yere insan öldürmeyi, gayrimeşru ilişkileri, aşırı ve çirkin davranışları, araçsal güçle insanlar üzerinde baskı kurmayı ve işgali reddeder. Müslüman toplumun değerlerine karşı yapılan fiili saldırıya karşı hazırlıklı ve donanımlı olmayı emreder. Savaşı haklı ve hukuki sebeplere bağlı olarak meşru görür. Hak ve hukuk dışına çıkan her türlü saldırıyı aşırılık olarak tanımlar. İslam'ın esasları denildiğinde genellikle İslam'ın şartları anlaşılır. Elbette ki zekat vermek, oruç tutmak ve diğerleri İslam'ın esasları içinde yer alır. Fakat bilmemiz gerekir İslam'ın esasları bunlardan ibaret değildir. Kur'an dilinde yasak (nehiy sigası) şeklinde gelen esaslardan bazısı şöyledir: "Yalan söylemeyiniz, adam öldürmeyiniz, haram yemeyiniz, iftira etmeyiniz, hırsızlık yapmayınız, zulmetmeyiniz, laf taşımayınız, emanete hıyanet etmeyiniz, ikiyüzlülük yapmayınız, israf etmeyiniz, Allah'ın adını istismar etmeyiniz, Allah'tan ümidinizi kesmeyiniz, rüşvet alıp vermeyiniz." Keza buyruk (emir sigası) şeklinde gelen esaslardan bazıları ise şöyledir: [14] "Antlaşmalara uyunuz. Güzel ve doğru söz söyleyiniz. Adaleti yerine getiriniz. İyilikte yarışınız. Sevdiğiniz malları Allah yolunda veriniz. İşleri ehil olana veriniz. Temiz ve zarif olunuz. Allah'a ve peygambere itaat ediniz. Yakınlarınıza yardım ediniz. Ailenize iyi davranınız. " İster nehiy isterse emir sigasında olsun Kur'an'da yer alan bu esaslar cemiyet içinde yaşayan insanın ilişkiler ağıyla doğrudan bağlantılıdır. Kişinin dindar olduğunu belirleyen ana unsur şekil ve şemail değildir. İnsani ilişkiler ağında belirtilen esaslara uyan insan gerçek anlamda Müslümandır. İslam elbisesi altında zulmeden, yalan söyleyen, ikiyüzlülük yapan, milletin hakkını yiyen, ehliyet gözetmeyen, kaba-itici oları, insanlara hakaret eden, kendisi gibi düşünmediği için her türlü iftirayı ve baskıyı meşru gören bir anlayış kendisini İslamcı olarak adlandırabilir. Fakat Kur'an dilinde bunun adı, Allah'ın adını kendi ikbali ve çıkarı için istismar edendir. Oysa Kur'an'ın nehiy ve emir kipiyle önerdiği hususları davranış biçimine dönüştürmek hayatı barış ortamına çevirmeyi sağlar. Çünkü Kur'an dilinde İslam'ın diğer anlamı barışa ulaşmaktır.
Devam Edecek
__________________________________
[1] Hadis-i Şerif
[2] Felsefe Lisansı mezunu.
[3] Yunus Emre Divanı, Hazırlayanlar: Türk Dili ve edebiyatı Yayın Kurulu, Dergah Yayınları, İstanbul, 1981, s. 225.
[4] İmam Gazzali, İhyau Ulumiddin Cil 1 Bedir Yayınevi,Tercüme eden: Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, 1975. s.400
[5] Yaşar Nuri Öztürk, İslam Nasıl Yozlaştırıldı, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, s. 560.
[6] Fazlur Rahman, İslamî Metodoloji Sorunu, Çev: Prof. Dr. Salih Akdemir, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 1997, s. 123.
[7] Cengiz İlhan, Hukukun Doksan dokuz İlkesi, Tarih Vakfı, İstanbul, 2009, s. 23, 27, 38, 41.
[8] Roger Garaudy İslâm ve İnsanlığın Geleceği, Pınar Yayınları, Türkçesi: Cemal Aydın, İstanbul, 1990, 52.
[9] Prof. Dr. Nadim Macit, Türk Milliyetçiliği Kültürel Akıl, İçtihat ve Siyaset, Ötüken yayınları, İstanbul.2018., s. 333.
[10] Prof. Dr. Nadim Macit , a. g. e., s.333., Ebu Hanife, "el-Alim ve'l Mütealim", İmam-ı Azanı'ın Beş Eseri, (çev:Mustafa Öz) İstanbul: Marmara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1992: 12.
[11] Prof. Dr. Nadim Macit , a. g. e., s.334., Ebu Hanife (1992: 13)
[12] Prof. Dr. Nadim Macit , a. g. e., s.335., A. Cevdet Paşa, Tezâkir, TTK, Ankara, 1986: 4/163.
[13] Prof. Dr. Nadim Macit , a. g. e., s.336., Rağıb el-İsfehani, el-Müfredat fi Garibi'l Kur'an, Kahraman Yayınları, İstanbul, 1986: 351.
[14] Prof. Dr. Nadim Macit , a. g. e., s.336-337.,